Ulus nedir, Nasıl bir kategoridir?
Ulus, tarihsel bir kategoridir. Uluslaşma tarihin belirli bir evresinde ortaya çıkmıştır. O evre, yükselen kapitalizm çağıdır. Ulus, yalnızca tarihsel bir kategori değil, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir. Ulus, belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisi olduğundan, ezeli ve ebedi bir olgu değil, var oluş koşullarının ortadan kalkmasıyla birlikte tarih sahnesinden çekilecek bir olgudur.
Feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin yükselme dönemi, aynı zamanda ulusların oluşum sürecidir. Ulus, rastlantısal olarak oluşmuş bir topluluk değil, tarihin belirli bir evresinde, belirli bir toplumsal üretim ilişkileri üzerinde oluşmuş ve o toplumsal ilişkilerin egemen sınıfı olan burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden istikrarlı bir topluluktur. Bu topluluğun istikrarlı olması, rastlantısal olmamasındandır. Ama aynı zamanda rastlantısal olmadığı için istikrarlı ve tarihin belirli bir evresinin kategorisi olan bu topluluk, ezeli ve ebedi olmayan, tarihsel olarak geçici bir topluluktur.
Ulus, bir ırk ve aşiret topluluğu değildir. Yükselen kapitalizm öncesi çağlarda çeşitli ırk ve aşiretlerden, tarihsel olarak oluşmuş topluluklar da vardır. Bunlar şu ya da bu istilacının, şu ya da bu fatihin, başarı ya da başarısızlıklarına bağlı olarak, birleşip ayrılan, rastlantısal, kendi aralarında güçlü bağlar olmayan topluluklardır. Feodal dönemin imparatorlukları, ulusal topluluklar değil, fetihlerle belirlenmiş sınırlar içinde yaşayan, aşiretlerden ve kabilelerden, daha sonraki süreçlerde de değişik etnisitelerden oluşmuş topluluklardır. Ulus öncesi bu toplulukların, tarihin belirli bir çağının, yükselen kapitalizm çağının kategorisi olan ulus toplulukları biçiminde örgütlenmesinin maddi koşulları yoktur.
Uluslaşma hangi ihtiyacın gereği olarak ortaya çıkmıştır?
Uluslaşmanın, ulus devletler olarak ortaya çıkması, burjuvazinin pazar ihtiyacının sonucudur. Kapitalizmin gelişmesiyle burjuvazi, üretilen metayı pazara sürmek ve bir başka ulusun burjuvazisi ile rekabetten zaferle çıkmak için ulusal devletler biçiminde örgütlenmeyi, varlığını sürdürmenin amacı haline getirmiştir. Bu etkinliğini ve amacına ulaşma yolunu sağlama bağlamak, burjuvazi için hayati önemdedir.
Ulusal devletler, belirli bir pazarın sağlama bağlanmasının biricik yoludur. Feodaliteden iktidarı devralmak için burjuvazi, üzerine bindiği zafer arabasına işçi ve köylüleri de davet eder. “Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” şiarı ve “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” temalarıyla amacına ulaştıktan sonra, kendi zafer arabasına aldığı işçileri ve köylüleri oradan atar. Pazar, ulusal devletle garantiye alındıktan sonra, arabadan atılan işçiler ve köylüler, ulusal pazar tehlikeye girdiğinde ya da yeni pazar ihtiyaçları için bu kez, “vatan ve millet” teması üzerinden geliştirilen milliyetçilik şiarıyla yeniden burjuvazinin zafer arabasına davet edilir.
Marxizm’de ulus ve ulusal sorunun ele alınışı
Ulus, toplumun tüm sınıflarını ve kesimlerini içeren bir topluluk olduğuna göre, tarihin belirli bir evresinde, tarihsel bir kategori olarak ortaya çıkan bu topluluğu oluşturan öğeler nedir? Hegel, ulusu devletle özdeşleştirerek, devleti olan ulusları “tarihsel uluslar” devletsiz ulusları “tarih dışı halklar” olarak nitelemiştir. Bazı sosyologlar bu Hegelci kavramlaştırmadan hareketle, devleti olan ulusları “büyük uluslar” devletsiz olan ulusları ise “küçük uluslar” olarak nitelendirmişlerdir. Marx ve Engels de bir süre bu Hegelci kavramlaştırmanın etkisi altında kalmıştır.
Marks ve Engels’in, ulusal soruna ilişkin tamamlanmış teorileri yoktur. Yaşadıkları tarihi süreçte, proletaryanın sınıf savaşımının ulusal çatışmaları aşacak bir sosyalizmi doğuracağı fikri, onların ulusal soruna yaklaşımlarında belirleyici olmuştur. Marks ve Engels, Avrupa’da birçok ulus devletin (Almanya, İtalya, Polonya, Macaristan) tarih sahnesine çıktığı bir devirde yaşamışlardır. Bu durumun, onların görüşlerini etkilememesi düşünülemez. O nedenle, ulusal sarsıntıların yaşanmakta olduğu bir süreçte, sistematik bir ulus teorisi oluşturmak yerine, ulusal oluşumların proletaryanın mücadelesi yönünden taşıdıkları öneme bakarak fikirler ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Marx ve Engels’in ulusal soruna yaklaşımında önemli değişimler gerçekleşmiştir. Bu değişim, özellikle İrlanda sorununda kendisini gösterir. Önceleri Hegelci “büyük uluslar-küçük uluslar” kavramlaştırmasına denk düşecek şekilde “geri” İrlanda’nın “ilerici” İngiliz burjuvazisi tarafından sömürgeleştirilmesini olumlu bulan Marx, daha sonra bu görüşünü köklü biçimde değiştirip İrlanda halkının özgürlük mücadelesinin yanında yer alır. Ve şu temel ilkeyi ortaya koyar: “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz.”
Kautsky ulusu, “ekonomik-dilsel-bölgesel bir bütün” olarak ele alır. Dil, Kautsky’de ulus tanımlamasının temel kavramıdır. Avusturya Marksistlerinden Otto Bauer, Kautsky’nin dil temelli ulus yaklaşımını, “ulusları ya da ulusal azınlıkları toplumda eritme anlayışı ve yüzeysel bir yaklaşım” olarak karşısına alır. “Ulusal farklılıkların dilsel farklılıklardan başka bir şey olmadığı görüşü toplumun dışsal bir biçimde, örneğin dil ile birbirine bağlanan bireylerden daha fazlası olmadığı bir bireyselci-atomist toplum kavramına dayanır.”
Bauer, toprağın fetişleştirilmesine de karşıdır. Bauer’a göre, “ortak bir kültür olduğu müddetçe, coğrafi uzaklığa rağmen bireyler aynı ulusa mensup olabilirler. Ortak toprak, sadece ortak kültürün ön koşulu olduğu durumlarda bir ulusun varlığı için ön koşuldur.” Bauer, ulus sorununu diyalektik metotla, “..sürekli bir varlığa gelme ve ortadan kaybolma süreci” olarak ele almasına rağmen, yine de katılaşmış ve eksiksiz bir tanım yapmaktan da kaçınmaz. Bauer’a göre, “bir ulus, ortak bir kader ve ortak bir karakterle birbirine bağlanmış insanlar grubudur.” “Ulusal karakter” ve “ortak kader” Bauer’ın ulus tanımlamasında kilit kavramlardır. Bauer, ulusal sorunda enternasyonalist tutumunu, “enternasyonalin görevi ulusal özgülleri düzlemek değil, ulusal farklılıklar içinde enternasyonal birliği geliştirmek olabilir ve olmalıdır” diye açıklar.
Stalin ulusu, “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir” diye tanımlar. Stalin, bu tanımdaki her bir kategorinin tek başına ulusu oluşturmaya yetmeyeceğine, ancak bu kategorilerin tümünün birlikteliği durumunda bir ulustan söz edileceğine vurgu yapar. Dahası, “bu göstergelerden bir tekinin bile yokluğu, ulusun ulus olmaktan çıkması için yeter” diyerek ulus tanımını mutlaklaştırır. Marksist diyalektik metotla, “her tarihsel görüngü gibi, değişim yasasına uyduğu, kendi tarihine, bir başlangıç ve bir sona sahip bulunduğu”na vurgu yapmasına karşın, mutlaklaştırılmış bir ulus tanımlaması yapmaktan da kaçınmaz. Ulus tanımında kesinlikçi bir tavır içinde olmasına karşın, bu mutlaklaşmış tanımın zaaflarının da farkındadır: “Eğer iktisadi bakımından ayrılmışlarsa, eğer başka başka topraklar üzerinde yaşıyorlarsa, eğer ayrı diller konuşuyorlarsa vb. gene de tek bir ulus oluşturduklarını söyleyememekle birlikte, ‘ortak bir ulusal karaktere’ sahip bulunan insanlar düşünülebilir” diyerek yaptığı ulus tanımını belirli ölçüde esnekleştirmeye çalışır.
Günümüz toplum bilimci ve tarihçilerinin ulus ve ulusal soruna dair yaklaşımları
Benedick Anderson, Eric Hobsbawm ve Ernest Gellner, ulusların “yaratılmış hayali cemaatler” olduğunu ileri sürerek, tarihsel sürecin belirli bir evresinde “bilinçli olarak yönelinecek bir hedef haline” geldiğinin altını çizerler. Eric Hobsbawm, “hayali cemaat” olarak ulusun, “kültürel yaratmalar” yoluyla oluştuğuna işaret eder. Ernest Gellner; “sorun ulusçuluğun türdeşliği değildir… Türdeşliğe duyulan nesnel gereksinim, ulusçulukta yansımasını bulur” der. Gellner, ulusçuluğun endüstriyel devrimle birlikte tasarlandığının altını çizerek, “ulusçuluk aslında, her biri devletçe korunan, derinlemesine içselleştirilmiş eğitime bağlı, üst kültürlere dayalı yeni bir toplumsal örgütlenme biçiminin sonucudur” tespitini yapar.
Bu ulus teorileri, maddi üretimin hangi ilerletici buluşuyla, ya da üretici güçlerin hangi çağ açıcı gelişmesiyle ilişkilendirilirse ilişkilendirilsin, sonuçta ulusun oluşumunu yükselen kapitalizm çağıyla ilişki içinde açıklamaktadır. Benedict Anderson matbaanın kullanımına, Ernest Gellner endüstrileşmeye, Eric Hobsbawm ulusun ortak okuma dili olan resmi dilin kullanımına özel bir önem verirler. Bütün bu özel önem atfedilen olgular, kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı olgulardır.
Günümüzdeki ulusal hareketler ve bu hareketlerin kendilerini ifade ediş biçimine bakıldığında, mutlaklaştırılmış ve sınırları çizilmiş ulus teorilerinin, durumu izaha yetmediği ortadadır. Dilin, kültürün, ekonomik yaşam birliğinin, toprağın, ortak kaderin, ulusal karakterin, politik ya da kültürel olarak hayal edilerek yaratılmanın, ulusun oluşumunda birer öğe oluşturduğunu, ama bu öğelerden birisini ya da bazılarını mutlaklaştırmanın, ulusun süreçsel olarak oluşum, değişim ve farklı biçimler alması gerçekliğini kavramakta zorluklar oluşturacağı görülmelidir. Diyalektik olarak sürekli gelişen, değişen, yeni biçimlere bürünen, farklı tarihsel süreçlerde farklı politik ifade tarzları edinen, ulus ya da uluslaşmayı standartlaştırmak, mutlaklaştırmak anlamına gelecektir. Her tarihsel olgu gibi, tarihin belirli bir evresinin bir olgusu olan ulusu mutlaklaştırıcı tanımlardan kaçınarak, Marksist diyalektik metotla süreçteki ve andaki durumu analiz etmek, ulusal sorunda çözümlemelerimizin ve önermelerimizin gücünü arttıracaktır.
Milliyetçilik
Milliyetçilik burjuvazinin ideolojisidir. Burjuvazi ulusal pazarı sağlama almak için milliyetçilikle, uluslaşma sürecini ulusal devletle taçlandırmıştır. Ulus devletin oluşmasıyla birlikte, milliyetçilik bu kez ulus devlet tarafından pazar ihtiyacına bağlı olarak, yeni biçimler altında yeniden üretilmeye başlanmıştır. Milliyetçilik, 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren, kapitalizmin yükselişi ve ulusal pazarın oluşumuyla ortaya çıkmıştır. Kapitalizm var oldukça milliyetçilik de var olmaya devam edecektir. Tarihin belirli bir evresinin ürünü olan ulus ve milliyetçilik, onları yaratan maddi üretim koşullarının ortadan kalkmasıyla birlikte tarihsel olarak yok olacaktır.
Kimi tarihçiler, milliyetçiliğin ulus devletin ortaya çıkışına paralel olarak 15. ve 16. yüzyılda doğduğunu ileri sürmektedirler. Kimileri ise milliyetçiliği, 17. yüzyıl İngiltere ve 1789 Fransa devrimleriyle başlatırlar. Daha yakın zamanlarda Tom Nairn, milliyetçiliğin 19. yüzyılda çevre ülkelerde (Almanya, İtalya, Japonya) ortaya çıktığını ileri sürer. Nairn tezini, “kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına” dayandırır. Bu tez, en azından daha önceki dönemlerdeki Fransız Devrimi’nin vatanseverlik vurgusu ve Napolyon savaşları gibi olguları göz ardı eder.
- Leca’ya göre milliyetçilik üç safhada olgunlaşır: “1- Belirgin ve kendine has bir nitelikle donanmış bir ulus vardır. 2- Bu ulusun çıkarları ve değerleri diğer bütün çıkar ve değerlerden üstündür. 3- Ulus mümkün olduğu kadar bağımsız olmalıdır. Bu da onun siyasi egemenliğinin tanınmasını gerektirir.”
Marks ve Engels’in, saçmalık olarak gördükleri ve sınıf mücadelesi sonucu, insanlığın başına bela olmaktan çıkacağını düşündükleri milliyetçilik, 19 ve 20. yüzyılın en önemli gerçeklerinden biri haline geldi. Komünist Manifesto, aynı zamanda milliyetçilik karşıtı bir manifestoydu. Alman milliyetçiliğinin sözcüsü Friedrich List’in milliyetçi tezlerine karşı komünist bir duruş ve tarihe sınıf temelli bir bakışın haykırışıydı. Komünist Manifesto’daki, “işçinin milliyeti ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır. Milliyeti emektir… Başındaki hükümet ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır, bu hükümet sermayedir. Memleketin havası ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır, bu hava fabrika havasıdır…” cümleleri, milliyetçiliğe karşı enternasyonalist yaklaşımın bir çığlığı gibidir.
- Löwy ise milliyetçiliğin evrensellik karşıtlığından yola çıkarak onu akıl dışı bir ideoloji olarak niteliyor: “Şoven milliyetçilik, dinsel fanatizm, ırkçılık ve faşizm gibi akıl dışı eğilimler (… )Milliyetçilik doğası itibariyle akıl dışı bir ideolojidir. Bir milletin diğerlerinden üstünlüğünü haklı gösterecek hiçbir rasyonel kriter sunmaz. Çünkü rasyonalizmin özü -katışıksız biçimde araçsal olmadığında- evrensele yönelmektir. Öyleyse milliyetçilik, bir millete mal edilmiş ilahi misyon, bir halkın doğuştan ve ebedi üstünlüğü, daima daha da genişleyen bir yaşam alanı hakkı vs. gibi rasyonel olmayan mitlere başvurmak zorundadır.”
Irkçılık ve milliyetçilik aynı şeyler değildir. Her milliyetçilik ırkçılık ve şovenizme varmaz, onlarla örtüşmez ama her milliyetçilik, ırkçılığın/şovenizmin gelişmesine uygun iklimi sağlar. Milliyetçiliğin en uç ve radikal biçimleri, şovenizm ve faşizmle ırkçılığa dönüşür.
Öte yandan ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliği karakter olarak farklı içeriktedir. “Milliyetçi ideolojiye karşı olmasına rağmen, Marksizm, ezenlerin milliyetçiliği ve ezilenlerin milliyetçiliği arasında açıkça bir ayrım yapmak zorundadır. Sonuç itibariyle ideolojileri (yahut yöneticilerinin ideolojileri) milliyetçi bile olsa, ezilen ulusların kurtuluşu için yahut Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı için verdikleri mücadeleyi desteklemelidir (… )Bunun sebebi, yalnızca, sosyalistlerin bütün baskı biçimlerine (ulusal, ırksal, cinsel ya da sınıfsal) karşı olması değildir. Ulusal haklar ve enternasyonalizm arasında diyalektik bir ilişki de vardır.” (M. Löwy)
Öncelikle, ezilenlerin ve ezenlerin milliyetçiliği arasındaki fark meşrudur ve bugünkü milliyetçi boğazlaşmalar, milliyetçi toz duman fırtınası içinde bir Marksistin, milliyetçiliğin puslu havasında yolunu bulabilmesi için değerli ve gerekli bir pusuladır. Özgürlük ve eşitlik dünyasına, dünya komünler cumhuriyetine yürüyüşün önünü açacak olan kapılardan birisi, “kendisinin ulus olduğunu düşünen her topluluk anlamında her ulusun, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkıyla olabilir.”
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
Ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi teorisi, emperyalizm döneminin Marksizmi olarak bilinen Leninizm’in kuramcısı Lenin tarafından formüle edildi. Lenin’in bu teorik formülasyona ulaşmasının politik-pratik temeli, bir halklar hapishanesi olan Rusya ise, kuramsal temeli de Marks’ın, “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” ve “Ezilen ulusların özgürleşmesi hâkim ulus bünyesinde sosyalist devrimin önkoşullarından birisidir” yaklaşımıdır.
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir. Ezen ulus proletaryası, ezilen ulusun ayrılma hakkını savunarak bu hakkın propagandasını yapmazsa ve ezilen ulusun siyasal olarak hangi biçimde örgütleneceğini belirlemeye kalkarsa, kendi burjuvazisinin imtiyazlarını savunmuş olur. Bu hakkın nasıl kullanılacağına karar verecek olan ezilen ulusun kendisidir.
Lenin: “Eğer herhangi bir ulusun proletaryası, ‘kendi’ ulusal burjuvazisinin ayrıcalıklarını en hafif şekilde de olsa desteklerse, bu, kaçınılmaz olarak, öteki ulusun proletaryası arasında güvensizlik yaratacaktır. İşçilerin uluslararası sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları bölecektir (… )Ulusların kendi kaderlerini tayin etme ya da ayrılma hakkının reddedilmesi, uygulamada kaçınılmaz olarak, egemen ulusun ayrıcalıklarının desteklenmesi anlamını taşır” derken, tam da yukardaki durumu anlatır.
Ezen ulusun sosyalistleri ayrılma hakkını, ezilen ulusun sosyalistleri ise gönüllü birliği savunmalıdırlar. “Sorunu derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal demokratları ‘ayrılma özgürlüğü’ üzerinde ısrar ederken, ezilen ulusun sosyal demokratlarının ‘birleşme özgürlüğü’ üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına varabilmek için başka bir yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.”
Yine Lenin, ezilen ulusların ayrılma hakkını savunmanın, ayrılmayı zorunluluk haline getireceği suçlamasını yapanlara karşı şöyle der: “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmayı istemekle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır.”
Bağımlılık, Sömürgecilik ve Yarı Sömürgecilik
Bir veya bir kaç ülkenin fiili işgali altında bulunan ülkelere veya bölgelere sömürge; Birkaç ülkenin denetimi altında olan, siyasal (biçimsel de olsa) bağımsızlığın söz konusu olduğu ülkelere yarı-sömürge denir.
Sömürge politikası emperyalizme özgü bir olgu değildir. Sömürgecilik emperyalizmden de, serbest rekabetçi kapitalizm döneminden de önce vardı. Örneğin köleci Roma İmparatorluğu ve merkezi feodal Osmanlı İmparatorluğu da sömürgeci bir devletti. Her ikisi de bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu. Ancak, kapitalizm öncesi sömürgecilik, serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki sömürgecilik ve emperyalizm çağındaki sömürgeciliği birbirinden ayrıştıran önemli farklar vardır.
“Emperyalizm döneminin en büyük özelliğinin tekellerin hâkimiyeti olduğu bilinmektedir. Tekellerin, bütün hammadde kaynaklarını ele geçirmesi ve talan edebilmesi için rakiplerinin bütün rekabet olanaklarını ortadan kaldırması gerekiyordu. Tekellere bu gücü veren, kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline gelmesi yanında, esas olarak sömürgelere sahip olmalarıydı.”
Sömürgecilik, bir tahakküm ve ekonomik sömürü sistemi olarak, genellikle sömürgelere silah zoruyla yayılmıştır. Hem gelişmesi hem de sürekliliğinin sağlanabilmesi için de, sistemli bir biçimde ordu, vb. güçlerden yararlanılmış ve baskıya başvurulmuştur. Sömürge ülke, aynı zamanda fiili işgal altında olan bir ülkedir. Diğer bir deyimle ilhak edilmiştir. İlhak, aynı zamanda ezilen ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesi ve ayaklar altına alınmasıdır. İlhak, devlet kurma hakkının sadece ezen ulusun tekelinde olması ve sınırların ezilen ulusun iradesi dışında saptanması demektir.
“İlhaka karşı çıkmak, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını tanımaktan başka bir şey değildir. İlhak kavramı genellikle şunları içerir: 1) zor kavramını (zorla kendine bağlama); 2) başka bir ulus tarafından ezilme kavramını (“yabancı” bölgelerin ülke topraklarına katılması vb.) ve bazen de 3) statükonun bozulması kavramını.”
Lenin, çağımızda sömürgeciliğin seyrine ve değişik bağımlılık biçimleri yönündeki gelişmelere dair şöyle der:
“Kapitalist emperyalizm çağının sömürge politikasından söz ederken şu noktayı özellikle belirtmek yerinde olacaktır ki, mali sermaye ve büyük kuvvetlerin dünyanın ekonomik ve politik yönden paylaşılması olarak özetleyebileceğimiz dış politikası, çeşitli devletler için geçici bağımlılık biçimleri yaratmaktadır. Bu çağın özellikleri, başlıca ülkelerin sadece, sömürge sahipleri ve sömürge ülkeler olarak iki ana grup halinde toplanması değildir; görünüşte politik bağımsızlıklarına sahipmiş gibi olan ama gerçekte, mali ve diplomatik bir bağımlılığın içine düşmüş bağımlı ülke biçimleri de vardır.”
Yarı-sömürge ülkeler için Lenin, şunları söylemektedir:
“Yarı- sömürge niteliğindeki devletlere gelince, bunlar, doğada ve toplumda rastlanan geçici şekillerin örneğini teşkil ederler. Mali sermaye, ekonomik ve uluslararası ilişkilerde o kadar önemli ve büyük bir güçtür ki, politik anlamda tam bağımsızlığa sahip devletlere bile boyun eğdirebilir; zaten eğdirmektedir de… Yarı-sömürge ülkeler bu yönden “yarı yolda” olan tipik örneklerdir. Dünyanın geri kalan kısmının tamamen paylaşılmış bulunduğu bir çağda, özellikle mali sermaye çağında, bu yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan mücadelenin sertleşeceği anlaşılıyor.”
Yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerle sömürge ülkeler arasında önemli bir ayırım noktası daha vardır. Bu da, özellikle ulusal baskının farklı biçimlerde uygulanmasına yol açmaktadır.
1- Bağımlı ülkelerde kapitalizmin gelişimi, sömürgelere göre daha ileri bir düzeydedir. Ayrıca dışardan sermaye bulma olanakları da vardır. Bu durumun kaçınılmaz olarak, bağımlı ülkelerin ekonomik, sosyal, kültürel vb. bakımlardan sömürge ülkelerden daha ileri bir düzeyde olmasını sağladığı apaçıktır. Ayrıca, bağımlı ülkelerin bu konumu, onların ulusal baskıya ve ilhaklar politikasına karşı daha çok direnebilmelerini de sağlamaktadır.
2- Sömürgelerde ise tersi bir durum söz konusudur. Sömürge bağımlılığı içinde olan ülkelerde, özellikle şiddetli bir ekonomik baskı ve yağma sistemi gündemdedir. Sömürgelerde, ekonominin bağımsız gelişme olanakları kesinlikle tahrip edilerek ortadan kaldırılmıştır ve ekonominin gelişmesi, sömürgeci ülkenin ekonomisinin ihtiyaçlarına karşılık verecek bir doğrultudadır.
Kürdistan ve Kürt Sorunu
“Kuzey Mezopotamya’da yer alan, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Kürdistan coğrafyası, önce 17. yüzyılda Osmanlı ve İran arasında, daha sonra 20. yüzyıl başında emperyalistlerce belirlenen sınırlarla dört bölge ülkesi arasında –Türkiye, Irak, Suriye ve İran– parçalanarak bölündü. Dört parçada Kürtler siyasi, ekonomik, kültürel vb baskılar ve asimilasyondan, yok sayılma ve katliamlarla yok edilmeye çalışılmaya kadar yoğun bir şiddete maruz kalmalarına rağmen ulusal kimliklerini ve dayanışmalarını oluşturup korumayı, geliştirmeyi başardılar. 19. yüzyıldan itibaren birçok diğer halk gibi, Kürtler arasında da uluslaşma ve ulusal devletine sahip olma düşüncesi yankı buldu; bu yönde çok farklı biçim ve yöntemlerle bir mücadele süregeldi.”
“Kapitalizmin gelişimine paralel olarak ve özgün siyasal koşullar altında Türkiye burjuvazisi Cumhuriyet’le birlikte ulus-devlet modelini esas alıp Osmanlı’dan devralınan nüfus içindeki ulusal ve etnik çeşitliliği soykırım ve katliamlardan asimilasyonun daha ince yöntemlerine kadar her türlü şiddetle yok etmeye girişti. Bu fiziksel-politik-kültürel şiddete, neredeyse tümden yok edilen Ermeni, Süryani ve Rum halklarından sonra en fazla maruz kalan, varlığı, dili, tüm ulusal değerleri yok sayılan ve yok edilmeye çalışılan Kürt halkı oldu. Kuzey Kürdistan, yer altı ve yer üstü zenginlikleri sömürülerek, iç pazarın bir parçası haline getirilerek, ucuz işgücü deposuna dönüştürülerek Türk sermayesinin birikim süreçlerinin hizmetine sokuldu.”
Kürt Özgürlük Hareketi
“Ama bunca zulüm karşılıksız kalamazdı; kalmadı da. Kürdistan’ın en büyük, toplumsal ilişkiler bakımından en gelişkin parçasında Kürtlerin düşünsel ve örgütsel olarak en ileri ve güçlü hareketi doğdu ve Kürtleri özgürleştiren, başka halkların özgürlüklerini de gözeten, Türkiye için demokratik özerklik isteyen ve bölge için konfederalizmi hedefleyen bir devrimi başlattı.”
Kuzey Kürdistan’da 100 yılı aşkın süredir gerçekleşen isyanların feodal ve burjuva önderliklerinden farklı olarak özellikle 30 yıldır aralıksız, giderek ivmesi ve yoğunluğu artan bir mücadeleyi yöneten Özgürlük Hareketi, güçlü bir emekçi kitle tabanına (başta yoksul köylülük olmak üzere) dayanıyor. Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH), Kuzey Kürdistan’da doğmuş olsa da günümüzde Kürdistan’ın dört parçasında da güçlü kitle ilişkilerine, politik ve askeri örgütlenmelere sahip tek Kürdistani örgüttür. Özellikle Rojava Kürdistan’da savaş koşullarında inşa edilmekte olan, özyönetimci, bölgede yaşayan halkları ve inançları içeren, laik ve demokratik, kadın-özgürlükçü kantonlar, bir toplum modeli olarak tüm bölgeye örnek oluyor.
Esasen Kuzey Kürdistan’daki onyıllardır büyük bedeller ödenerek yürütülen, artık milyonlara mal olmuş bir mücadelenin içinde şekillenen bu özgürlükçü ve demokratik değerler, şimdiden ve fiilen toplumsal yaşamı devrimci biçimde dönüştürüyor. Bu değerlerin taşıyıcısı ve uygulayıcısı KÖH, kitleler içinde demokratik-özyönetimcilik, kadın özgürlükçülüğü, ekoloji/doğa savunuculuğu, laiklik, emek hakları savunuculuğu vb yönünde kararlı bir çaba gösteriyor ve bunun sonuçlarını da alıyor. Bu alanlarda Kürt toplumu içinde devrimci dönüşümler gerçekleştiriyor. Sadece (dört parçadaki) Kürt toplumunu değil, Türkiye halkları ve diğer bölge halklarını da derinden etkiliyor.
Bununla birlikte KÖH, Kürt ulusal hareketinin öncü örgütü olarak, bir sınıflar ittifakının (ve tersinden bir sınıf çatışmasının) üzerine oturuyor. KÖH’ün savunduğu “sosyalizm” anlayışı da, demokratik ve özgürlükçü yönelimi kadar, bu “ulusal birlik” zemininin ve Türkiye ve bölge gerçekliği içinde belirlenen “çözüm” stratejisinin etkisi altında şekilleniyor. 1970’li yıllarda Marksist bir programla yola çıkan ve “Marksist öncülüğe sahip ulusal kurtuluş hareketi” karakteri taşıyan PKK, 1990’lı yıllara kadar halk savaşına dayanan bir devrimle “Bağımsız birleşik Kürdistan’ı kurma” hedefi doğrultusunda mücadele etti. Bu tarihlerde strateji değişikliğine giden Hareket, süreç içinde giderek halkın özörgütlenmesine, özyönetime daha fazla ağırlık verdi ve bu yolla sınırların, devletlerin (fiziken ortadan kaldırılmaksızın) etkisizleştirilebileceğini, aşılabileceğini savundu; örgütlenme ve faaliyetini buna göre biçimlendirdi. Konfederalizm şiarıyla imgelenen bu stratejiyle birlikte bölgesel devrim hedefi öne çıkarıldı ve bölgenin (özellikle Kürdistan parçalarını içeren devletlerin) halklarıyla ortak kurtuluşu gerçekleştirmek için daha fazla çaba gösterilmeye başlandı.
Stratejik İttifak
“Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) kapitalizmin “ulus” ve “ulus-devlet” normlarını aşmaya yönelik düşünsel ve pratik tutumları, emekçiler ve ezilenlerden yana konumlanışı, cinsiyetçilik karşıtlığı ve doğa-insan ilişkilerine ilişkin ekolojist perspektifinde somutlaşan anti-kapitalist” bir yönelime sahiptir; bu niteliğiyle KÖH, kapitalizmin sınırlarını zorlayan, sermayenin hareket alanını kısıtlayan bir “toplumsal devrim” gücüdür. Buna karşılık KÖH’ün öncelikli “ulusal kurtuluş stratejisi”, doğal olarak (“ulusal sorun bir burjuva sorundur”) özel mülkiyeti ve sömürüyü kaldırma perspektifiyle devleti parçalayıp iktidarı emekçilere verecek bir politik devrimi içermiyor ve öngörmüyor. Keza “toplumun devrimci dönüşümünün motor gücü olarak işçi sınıfı” anlayışı ve emek-sermaye çelişkisinin merkezi rolünün tanınması konularında da Marksistler ile KÖH’ün sosyalizm anlayışı arasında temelli bir ayrım bulunuyor. Öte yandan önüne -hiç olmazsa şimdilik- ulusal kurtuluş hedefini koyan bir Hareket’in “ulusal birliği” engelleyecek veya bozacak şekilde işçi sınıfı/emek-sermaye çelişkisi eksenli bir politikayı benimsemesi ve yürütmesi olanaksızdır ve dahası, politik olarak yanlıştır. Ulusal sorunun şöyle ya da böyle çözülmesine kadar bu kural geçerlidir.
Bununla birlikte, KÖH’ü doğru anlamak için, onu dinamik bir özne olarak tahlil etmek gerekir. KÖH öncü kadrolarının büyük çoğunluğu (başta hareketin önderi Abdullah Öcalan) yoksul ve emekçi ailelerin çocuklarıdır ve bu hareket Türkiye devrimci/sosyalist hareketinin geleneği içinden çıktığını, bu geleneğe bağlı olduğunu övünçle ifade ediyor. Keza KÖH’ün öncülük ettiği Kürt Halk Hareketinin ezici çoğunluğunu ve merkezi toplumsal gücünü başta yoksul köylüler olmak üzere emekçi kitleler oluşturuyor. Bu sınıfsal karakter, KÖH’e muazzam bir devrimci enerji veriyor, “ulusal kurtuluş hareketi” olmanın sınırlarının ötesine geçip onu çok daha geniş perspektifli bir özgürlük hareketi haline getiriyor.
“Kürt nüfusunun çok büyük bölümünün feodalitenin çözülüşü, kapitalizmin çekim gücü, son onyıllarda ise köy boşaltmalar ve benzeri baskılar nedeniyle “Batı”ya, Türkiye’nin dört bir yanına göç edip buralarda nüfus yoğunlukları oluşturması, Kürt köylü kitlelerinin şehirlileşmesi ve işçileşmesi (işsiz, informel/güvencesiz, hizmet/sanayi işçisi, kamu emekçisi vb); bir başka deyişle “Kürtlerin işçileşmesi, işçilerin artan oranda Kürtleşmesi” Türkiye ve Kürdistan devrim süreçlerini iç içe geçiriyor ve bu yönde muazzam yeni olanaklar yaratıyor. Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan devrimci güçlerinin ilişkisi basit bir dayanışma göreviyle sınırlandırılamaz; bir “mücadele birliği” perspektifini zorunlu kılar.”
Sonuçta bir ulusal kurtuluş hareketi olmanın getirdiği sınırlılıklar, uzlaşmalar, yer yer birbiriyle çelişen politikalar vb yanı sıra; KÖH’ün emekçi-sınıfsal karakteri, özgürleşmeci perspektifi ve pratiği, bir toplumsal devrim gücü olarak anti-kapitalist yönelimi ile halkların/emekçilerin iç içe geçmesiyle ortaya çıkan “mücadele birliği” zemini, Türkiyeli komünistler ile Kürt Özgürlük Hareketinin stratejik ittifakının temellerini oluşturuyor. Bu ittifakın toplumsal zeminini ise başta Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı olmak üzere emekçi ve ezilen kitleler oluşturuyor. Sömürülen ve ezilen kitlelerin ortak nihai kurtuluşunun komünizmde olduğu açıktır.
Güncel politik gerçeklikte Kürt/Kürdistani işçi ve emekçi kitleler, aynı ortak ulusal baskı altında bulundukları kendi sınıf düşmanlarıyla ittifak halindedirler. Bu doğaldır ve gereklidir. Bu halde bile Türkiye’nin ve bölgenin tüm milliyetlerinde işçi ve emekçiler ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda birlikte davranmalıdır ve yer yer davranmaktadır. Ancak ulusal sorunun şöyle ya da böyle çözülmesi durumunda sözkonusu ulusal ittifak sona erecek, şu anda örtülü, gölgeli, bulanık biçimde süren sınıflar mücadelesi çok daha berrak biçimde ortaya çıkacaktır. KÖH’ün sert çekirdeğinin ve gövdesinin büyük bölümünün de böyle bir durumda açık ve net biçimde sınıf eksenli bir politikaya yönelmesi beklenmelidir.
Stratejik ittifakın güncel biçimleri: HDK/HDP
KÖH ile Türkiye devrimcilerin, sosyalistlerin mücadelelerini ortaklaştırma hedefiyle 1980’li, 90’lı yıllardan beri pek çok girişim oldu. Cephe’den güçbirliklerine kadar pek çok form denendi. Açık alanda da pek çok ortak mücadele ve örgütlenme biçimi birlikte hayata geçirilmeye çalışıldı. Gerçi bunlar çoğunlukla uzun süreli ve kalıcı bir nitelik kazanamadı.
Ama Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümünde hakim olan sosyal-şovenizm hastalığından uzak durabilen enternasyonalist sosyalistler en ağır baskılar altında bile, ayrılma hakkını koşulsuz biçimde savunarak ve tüm mücadele yöntemlerinin meşruiyetini tanıyarak, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yanında oldular. KÖH de, kimi dönemlerde sosyalistlere -bazen ayrım yapmadan- sert eleştirilerde bulunsa da daima ortak mücadelenin önemini vurguladı ve hep bu yönde yeni denemelerde bulunmaya devam etti. KÖH ile Türkiyeli sosyalistler arasında bir dayanışma ve ortak mücadele çizgisi kimi zaman zayıflayıp kimi zaman güçlenerek daima sürdü.
Son yıllarda -2000’li yılların sonlarında- Çatı Partisi girişimiyle başlayıp Demokrasi için Birlik Hareketi ile devam eden ortak mücadele örgütü yaratma çabası, daha sonra bir üst aşamaya sıçradı. “Kürt Halk Hareketi ile Türkiyeli sosyalistlerin, feministlerin, ekolojistlerin, demokratların mücadelelerini ortaklaştırmayı ve ezilenlerin-emekçilerin nihai kurtuluşu yolunda sermayenin bütün kesimlerinden bağımsız bir alternatif yaratmayı hedefleyen Halkların Demokratik Kongresi (HDK)” stratejik ittifakın güncel gerçeklenme biçimi olarak ete kemiğe büründü. Onu da, HDK hareketinin siyasi partisi olarak Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kurulması takip etti.
Meclisler örgütlenmesi esastır
HDK, Kürt Halk Hareketinin onlarca yıllık mücadele ve örgütlenme deneyiminden ilham almakta ve beslenmektedir. Milyonları kapsayan Kürt Halk Hareketi, halkın mahalle mahalle, sokak sokak özörgütlenmesini ve özyönetimini bu yöntemle gerçekleştiriyor. HDK, bu yöntemi Türkiye’nin Batısına uyarlama çabasıdır.
Elbette Batıdaki uygulaması, Kürdistan’a göre çok daha çeşitli dinamikleri çok daha belirgin biçimde içinde barındırmayı, kitlelerle farklı ilişkilenme tarzlarını zorunlu kılıyor. Kürdistan’daki meclisler büyük bir halk hareketinin üzerine otururken ve en başından “gerçek” meclisler haline gelirken, Batıda böyle bir olanak bulunmuyor ve ancak meclis nüveleri oluşturulabiliyor. Batıdaki meclisler, kitlelerini arayıp bulmak zorunda.
Batıdaki sosyalist, demokrat, feminist, ekolojist vb hareketlerin gücünün KÖH karşısındaki asimetrik durumu temelli bir sorunu oluşturuyor. Kuşkusuz bundan çıkarılacak sonuç, ortak mücadele örgütünün kurulması için o hareketlerin de KÖH’le karşılaştırılabilir düzeyde güçlenmesinin beklenmesi olamaz. Tam tersine ortak mücadele zemininin Batıdaki mücadele dinamiklerini besleyip büyütmesine hizmet etmesinin sağlanması gerekir.
HDK/Meclisler örgütlenmesi, uygulamada yaşanan bütün sorunlara rağmen son derece önemli ve büyük olanaklar sağlayan bir örgütlenmedir. Meclisler hem bir mücadele aracı, hem de kitlelerin doğrudan demokrasi temelinde sosyalizme hazırlanmasında çok değerli bir demokrasi okuludur.
HDP ise başlangıçta basit bir siyasi temsiliyet ve yasal zorunluluk gerekçesiyle kurulsa da, sonradan gerek arka arkaya yapılan üç seçimin bu parti örgütlenmesini öne çıkartması, gerek halkın parti formuna alışkanlığı (meclis örgütlenmesinin tersine), gerekse geniş kitle içindeki “menfaat sahipleri”nin at koşturması için uygun bir form oluşturması gibi nedenlerle HDP HDK’nin önüne geçmiş görünüyor. 7 Haziran seçimlerinde parti olarak kazanılan başarı da elbette bunda büyük bir etken oldu.
Bu iki örgütlenme (HDK ve HDP) arasındaki yetki ve faaliyet alanı belirsizlikleri, BDP’nin tüm gövdesiyle HDP’ye katılmasının yarattığı sorunlar, bu örgütlenmelerin verimli ve amaca uygun biçimde işletilmesinin önündeki engeller vb konular tartışılmak ve çözülmek üzere önümüzde duruyor. Bununla birlikte önce Cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından 7 Haziran milletvekili seçimlerinde alınan başarılı sonuçlar, önümüze yepyeni sorun alanlarını koydu.
7 Haziran’la HDP, büyük bir demokratikleşme ve özgürleşme dalgası yarattı. Sadece HDP’nin değil, sadece Kürt Halk Hareketinin değil, genel olarak solun ve sosyalistlerin de önü açıldı. Emekçiler ve ezilenler şimdi daha bir özgüvenli, daha bir cesaretli olarak mücadeleyi yükseltebilir. HDP’nin savunduğu değerler, artık toplumun geleceğini kuracak değerler olarak öne çıkıyor ve tartışılıyor. HDP büyük bir toplumsal meşruiyet kazandı; tüm partilerin tabanındaki emekçiler ve ezilenler için HDP desteklenebilir bir parti haline geldi. Doğru bir politik çizgi sürdürmesi halinde HDP’nin muhtemel bir erken seçimde çok daha fazla oy alması ve politika sahnesinde çok daha etkin bir rol üstlenmesini getirebilir.
Ortaya çıkan bu olanaklara karşılık, HDP’nin seçim başarısıyla büyük riskler de kendisini gösteriyor. KÖH’ün desteklediği tüm siyasi partilerde görülen, asıl kitleyi oluşturan emekçi ve ezilen kitlelerin görünür yerlerden geriye itilmesi, küçük/orta/büyük Kürt sermayedarların, geleneksel egemenlerin ve onların renginin öne çıkması, liberal ve uzlaşmacı eğilimlerin güçlenmesi gibi sorunlar HDP’de de tezahür ediyor. Ama 7 Haziran’la birlikte daha fazlası da yakın bir tehlike olarak su yüzüne çıkıyor.
Egemen sınıf, HDP’ye nasıl yaklaşacağına kesin karar vermemiş olsa da, burjuvazi içinden HDP’yi SHP’lileştirme, yani düzenin içine çekme ve kapitalizme taze kan haline getirme söylemleri boy veriyor. Bunun söylemlerle kalmayıp somut gizli/açık girişimlere dönüşeceğinden kuşku duyulamaz. Kürt sermayedar ve geleneksel egemenlerin sistemin bu ayartmalarına teşne olacağı açıktır.
Bu noktada, HDP’nin içine çekilmek istenen bataklığa direnmesinin başlıca teminatı, hemen hemen daima devrimci bir tutum içinde olan KÖH’ün öncü yapısıdır. Türkiyeli komünistler de bu konuda maddi/nicel güçlerinin ötesinde bir etki yaratma olanağına sahiptir. HDP şimdi her zamankinden daha çok, yarattığı muazzam olanaklar ve risklerle hem bizim sonuna kadar sahip çıkacağımız bir mücadele aracı, hem de sınıf mücadelesi alanıdır.
Öte yandan hem doğrudan demokrasi uygulamasıyla gerçek bir halk özörgütlenmesi olması nedeniyle, hem de parti formunun yaratacağı sorunların panzehiri olarak, HDK/Meclisler örgütlenmesi esas alınmalıdır. Ancak halkın gerçek, yerel özörgütlenmelerine dayanan ve onun tarafından yönlendirilen bir HDP düzenin çarkları arasında ezilip ufalanmaktan, daha kötüsü düzenin bir parçası haline gelme tehlikesinden kurtulabilir.