“Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.
Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.
Tarihin daha önceki dönemlerinde, hemen her yerde toplumun değişik katmanlara tam bir ayrılmışlığını, toplumsal konumların çeşitli basamaklara ayrılmasını görüyoruz. Eski Roma’da, patrisyenler, şövalyeler, plebler, köleler; ortaçağda, feodal beyler, vasaller, lonca ustası, çıraklar, serfler; üstelik hemen her bir sınıf da kendi içinde özel bir basamaklılık gösteriyor”(Komünist Manifesto)
“İşçi sınıfı belirli koşullarda ve belirli aralıklarla yeniden şekillenen ve kendisini eylemlilik içinde bilinç ve örgütlülüğüyle yeniden oluşturan bir sınıftır. Bugün de böyle bir tarihsel dönemden geçmekteyiz. Son yarım asırdır kapitalizmin geçirdiği dönüşümlere ve küresel yayılmasına, emek süreçlerinin yeniden örgütlenmesine koşut olarak, işçi sınıfı niceliksel olarak çok ciddi bir artış göstermekle kalmadı; mücadele ve örgütlenme biçimlerinde yenilikler ve çeşitlenmeler gerektiren yepyeni bir bileşime ve varoluş haline de kavuştu. Türkiye işçi sınıfı değişen bileşimiyle kendisini yeniden kurma ve oluşturma görevi ve zorunluluğuyla yüz yüze.”
Parti Programı’nın işçi sınıfı ile ilgili bölümü bu paragrafla başlıyor. Bu kısa ama yoğun paragraf işçi sınıfını statik olmayan bir bakış açısıyla ele alırken aynı zamanda sınıfın ve dolayısıyla SYKP’nin de görevini tüm netliğiyle açıklamakta: İşçi sınıfının yeni bileşimiyle tarih sahnesine çıkması.
MARKSİZM VE İŞÇİ SINIFI
Marx’a göre proletarya taşıdığı potansiyel bakımından, insanlık tarihi içinde özel bir devrimci niteliğe sahip olan, evrensel bir sınıftır. Marx, proletaryanın bu özel konumunu şu sözlerle dile getirir:
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf… Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf… İşte bu özel sınıf proletaryadır.”( 1844 Elyazmaları’ndan aktaran: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Ocak 1979, s.113)
İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesini gerektirecektir.
Proletaryanın devrimci misyonu başka bir sınıf tarafından devralınamaz mı? Hayır. Çünkü, örneğin küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısındaki nesnel konumu, onu yitirmekte olduğu küçük mülkiyetini korumak için çırpınmaya iter. Bu ara sınıf, hem kendi yok oluşunu gördüğü kapitalist gelişmeye karşı çıktığı, hem de(içine alındığı mülksüzleştirne sürecine bağlı olarak) proleterleşmeye karşı direndiği için tarihsel konumu itibarıyla devrimci bir sınıf değildir. Belli bir tarihsel anda onun hangi yöne doğru meyledeceği, siyasal-toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Bu belirlenimde kuşkusuz en önemli faktör, işçi sınıfının pozisyonu, öncülük rolünü nasıl yerine getirdiğidir. Proletaryanın ideolojik ve siyasal hegemonyasıdır küçük burjuvazinin hangi yana doğru meyledeceğini belirleyecek olan.
Oysa işçiler açısından bakıldığında, kapitalizmin gelişmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanan parçalanmayı ortadan kaldırır ve işçilerin örgütlenme olanaklarını arttırarak, onların devrimci birliğinin yolunu döşer. O nedenle bu tarihsel süreçte proletaryanın yüzü geleceğe dönükken, küçük-burjuvazi daima geçmiş dönemlerin özlemini çeker.
“Burjuvazinin çöküşü ve proletaryanın zaferi, aynı derecede kaçınılmazdır. … Bugün, burjuvazi ile karşı karşıya bulunan bütün sınıflar arasında yalnızca proletarya, gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında tükenmekte ve sonunda yok olup gitmektedirler; proletarya ise, tam tersine, modern sanayinin özel ve esas ürünüdür. … Aşağı orta sınıflar, küçük imalâtçılar, dükkâncılar, zanaatçılar, köylüler, hepsi orta sınıfın parçaları olarak varlıklarının ortadan kalkmasını önlemek için, burjuvaziye karşı savaşırlar … bunlar gericidirler, çünkü, tarihin tekerleğini geri çevirmek istemektedirler.”( Komünist Manifesto”dan aktaran: Marx, Kapital, C.1, s.805)
Kısacası, proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim olup, proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli bulunmamaktadır.
SINIF KAVRAMIYLA İLGİLİ YANLIŞ KAVRAYIŞLAR
“Sınıflardan söz ederken, her şeyden önce, yaygın bazı yanlış anlayışlara karşı uyarıda bulunmamız gerekiyor. Soldan, hatta Marksizmden etkilenen insanlarda dahi, sınıfları gelir düzeyinin tanımladığına dair bir inanç yaygındır. Bu bütünüyle yanlış bir anlayıştır. Yüksek ücretli işçiler orta sınıf değildir, proleterdir. Yoksulluğun yaygın olduğu toplumlarda güvenceli bir işe ve göreli olarak düzgün bir ücrete sahip proleterleri “orta sınıf” gibi görmek yaygındır. Turgut Özal’ın 12 Eylül’den sonra işçi sınıfı bilincini bulandırmak için ortaya attığı “orta direk” kavramı, tam da bu durumdan yararlanmaya çalışan bir ideolojik operasyondu.
Ayakta durmakta zorlanan ve bazı işçilerden daha düşük geliri olan dükkân sahipleri küçük burjuvadır ve sosyal statüleri bakımından kendilerini proleterlerin üstünde görürler. Bazı kapitalistlerden dahi daha zengin muayenenehane sahibi doktorlar buna rağmen küçük burjuvadır. Gelir düzeyi elbette her sınıftan insanın ekonomik ve siyasi mücadelelerdeki tavrına etki yapar. Ama gün gelir, en yüksek gelire sahip işçi bile en yoksul küçük burjuvadan daha radikal bir tavrı benimser. Önemli olan sınıfların sınıf mücadelesi içindeki potansiyel ve güncel tavrıdır, belirli bir anda nasıl bir hayat standardı olduğu değil. İkincisi, insanların sınıf konumlarını tanımlayan, onların kendi haklarında ne düşündükleri değil, maddi konumlarıdır. Amerikan sosyolojisinden kaynaklanan bir gelenek, sınıfları bütünüyle görmezlikten gelmediğinde, toplumun sınıf yapı- sını onyıllardır anketlerle saptamaya çalışıyor. Bunlar bütünüyle yanlış yöntemlerdir. Bu tür anketler olsa olsa sınıfların kendilerini nasıl algıladıklarını anlatır bize, ama sınıfların büyüklüğü ve dağılımı konusunda hiçbir şey söylemez.”(Sungur Savran, Devrimci Marksizm Sayı 6)
Komünist Manifesto’daki ifadesiyle modern işçi sınıfı, iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfıdır. Öte yandan Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, proletarya sözcüğünün genel olarak ücretli işçi anlamına geldiğini netleştiren bir not koymuştur. “Burjuvazi ile modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.”( Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, C.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.132) Marx ve Engels’in sınıf olgusu hakkındaki değerlendirmelerinden hareketle toparlayıcı bir tanıma varan Lenin ise, genel olarak sınıfların hangi kriterlere göre ayırt edileceklerine dikkat çeker.
“Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Kasım 1992, s.150)
Eğer gelir düzeyi sorununa işçi sınıfının kendi içindeki farklılıklar bakımından değil de, esas olarak burjuvaziyle ayrımını belirlemek açısından yaklaşırsak, bu noktada vurgulanması gereken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslında üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm, ürünlerin bölüşümü olmazdan önce, “1) Üretim araçlarının bölüşümü ve 2) aynı ilişkinin bir sonucu olarak, toplum üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir.”( Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.161.)
Böylece bireyler, belirli üretim ilişkileri çerçevesinde farklı sınıflara bölünür ve genel bölüşümden paylarına düşecek olan gelir dilimleri buna göre belirlenir. Gelir düzeyleri arasındaki farklılıklar, bir başka deyişle ürünlerin bölüşümü, bizzat üretim sürecinde içerilmiş olan ve üretimin yapısını belirleyen bu bölüşümün sadece bir sonucudur.
KENDİLİĞİNDEN SINIF VE KENDİSİ İÇİN SINIF
Marx, işçilerin ancak örgütlendiklerinde ve bir sınıf olarak kendi varlıklarının bilincine vardıklarında devrimci bir rol oynayabileceklerini, bunun dışında tek tek işçilerin hiçbir şey olduklarını söyleyerek, sınıfın nesnel varlığıyla öznel durumunu birbirinden ayırt etmiştir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf tanımlamalarıyla hatırlanan bu ayrıma Marx şu sözlerle değinir:
“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”( Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.184)
Demek ki, işçiler henüz ortak bir sınıfın üyeleri olduklarının bilincine varmış olmasalar da, nesnel açıdan, yani kapitalist üretim ilişkileri temelinde, burjuvazi karşısında ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar. Kendiliğinden sınıf konumu, işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyinden bağımsız olarak ve bu düzey henüz ne denli geri olursa olsun, nesnel bir olgu olan sınıf varlığını ifade etmektedir. Ancak, sınıf bilincinden yoksun ve örgütsüz işçiler, sermayenin güdümündeki bir ücretli emek sürüsü gibidir. Dolayısıyla tek tek işçilerin burjuvazi ile çelişki içinde bulunan bir sınıfa mensup oluşları gerçeği kendi başına siyasi bir önem taşımaz.
Kendiliğinden sınıf olarak işçi sınıfını dayanışma içinde ortak hareket eden bir sınıf olarak göremeyiz. İşçi sınıfı toplumsal bir varlık olarak diğer sınıflarla çok yönlü bir ilişki içinde sosyal ve tarihsel bir varlık olarak gelişir ve sermaye ile karşı karşıya geldiği ölçüde politik özne haline gelir. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar” .(K.Marx, F.engels, alman ideolojisi s. 98-99)
Ortak düşmana karşı birlikte mücadeleye giriştikleri ölçüsünde aralarındaki rekabet dayanışmaya kişisel çıkarlar ise sınıf çıkarına dönüşür. Bu çok yönlü somut yaşam pratiği sınıf bilincini ve politik özne olmayı besler: “Maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler.(…) Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır” .(Alman ideolojisi s.46)
İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadele içinde politik özne haline gelmesi, sınıf bilinciyle donanımı ve örgütlülüğü kapitalizmi alt edecek güçtür. Bu güç olmadan kapitalizmin kendiliğinden tarihin çöplüğündeki yerini alacağını beklemek boşuna olacaktır. Bunalımlar kendiliğinden kapitalizmin sonu olmayacaktır. Elbette kriz sınıf mücadelesi açısından yeni olanaklar yaratır. Ama yeterli değildir. Eğer toptan bir altüst oluşun bu maddi ögeleri, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki ‘yaşamın üretimi’nin kendisine, bu “bütünselliğe karşı başkaldıran devrimci bir yığın yoksa, bu altüst oluş Fikri’nin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi, hiçbir önem taşımaz” .(Alman ideolojisi, s.69) İşçi sınıfı uzlaşmaz emek sermaye çelişkisinin politik öznesidir. Sermayeye karşı mücadeleyi nihai sona götürecek sınıftır.
Marks’ın ifadelerini tekrarlarsak “Burjuvaziyle karşı karşıya olan bütün sınıflar içinde, yalnız proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öbür sınıflar çağdaş sanayi karşısında çözülür, sonunda yok olur giderler; proletarya ise, modern sanayinin özel ve asli ürünüdür. Orta tabakalar, küçük imalatçı, dükkan sahibi, zanaatkar, köylü, bunların hepsi, orta tabakanın ufak kesimleri olarak ayakta kalabilmek için burjuvaziyle savaşırlar. O yüzden de devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini tersine döndürmeye çalışırlar.( komünist manifesto s.59-60)
Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin çalışan ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususta, sermayenin işçi sınıfını parçalamak için, çalışan işçi ile işsiz işçi arasındaki rekabeti körüklediğine dikkat çekmiştir:
“İşte bunun için, emekçiler… aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı- nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, “ebedi” ve sözde “kutsal” arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu yasanın “uyumlu” çalışmasını bozar.” (K.marx, Kapital cilt.I, s.610)
Marksın ifadesinin diğer bir önemi, sermayenin girişiminin alt edilmesinin işçi sınıfının bu iki kesiminin ortak çıkarlar temelinde birlikte mücadele etmeleriyle mümkün olacağını göstermesidir.
İşçi sınıfı devrimin öncü gücü, değiştirici ve dönüştürücü asıl öznesidir.
İşçi sınıfının, devrim ve komünizm mücadelesinin motor gücü olması; en çok baskı altında olan ve en yoksul kesim olmasından kaynaklanmaz. Sermayeyi de üreten sınıf olmasından, sermaye birikiminin temeli olan artı-değeri üreten sınıf olmasından kaynaklanır. Bu nesnel gerçeklik kapitalizm var oldukça var olacaktır. Sonsuz değişik biçimlere bürünebilecektir, ama asla gerçekliğinden bir şey yitirmeyecektir. Zira sermayenin varlığı, işçi sınıfının varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun içindir ki işçi sınıfı, üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi sermayeyi alt ederek ezilen sınıflar lehine ortadan kaldırıp, devrim yoluyla toplumsal mülkiyet temelli sınıfsız ve sömürüsüz özgürlük toplumunu, tam komünizmi gerçekleştirecek asıl güçtür.
İşçi sınıfı Demokrasi mücadelesinin de temel gücüdür.
Kapitalistlerin kendiliklerinden demokratikleşme adımları atmaları beklenemez. Bu ezilenlerin mücadelelerinin sonucu olacaktır. Bu anlamıyla burjuva demokrasisi ezilenlere sunulan bir lütuf olmadığı gibi, demokrasinin güçlenmesi ve kalıcılığı komünist işçi hareketinin güçlenmesi ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapmasıyla mümkündür. “Sosyalist işçi hareketinin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuvazinin demokrasiyi terk edişinin gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar” (LUXEMBURG Rosa, Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya yyn, 1975, s. 91 )
İŞÇİ SINIFININ YENİ BİLEŞİMİ
Parti programı ilgili bölümünde “Son yarım asır boyunca, kır/kent nüfus dengesi köklü bir değişime uğradı. Türkiye’de ve dünyada işçi sınıfının safları bir yandan kırsal göç dalgalarıyla kabardı ve kabarmaya devam ediyor. Öte yandan, orta tabakaların proleterleşmesi de işçi sınıfının saflarını genişletiyor. Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin emek gücü kapasitesi iktisaden faal nüfusun yaklaşık yarısına ulaşıyor, emek-sermaye karşıtlığının görünümleri gittikçe çeşitleniyor ve toplumsal yaşamın bütününe damga vurmaya başlıyor. Bu durum, işçi sınıfının yeniden kuruluşunun kapsamını genişletiyor, bunu karşılayacak yeni örgütlenme ve mücadele biçimlerini şart koşuyor.” diyor.
Sayıca artan işçi sınıfında önemli değişimler yaşanıyor. İşçi sınıfının küresel düzeydeki önceki bölünmeleri, artık büyük ölçüde geçmişte kaldı. Yeni şekillenmeler ve dizilimlerle sınıfın bileşimi farklılaşmıştır. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğunun toplandığı metropol ülkelerde artık hizmet işçileri büyük çoğunluğu oluşturuyor. Geçmişte az sayıda işçi ve geniş köylü yığınlarıyla dolu olan çevre ülkelerde ise, sanayi işçileri hızla artıyor.
Geç kapitalistleşen yoksul çevre ülkelere yönelen sermaye, gidişinin asıl amacını, işgücünün ucuzluğuna dayanarak artı-değeri arttırıp kar oranını yükseltme çabasını, varolan bütün imkânları kullanarak gerçekleştiriyor. 19. ve 20. yüzyılda işçi sınıfının metropollerdeki şiddetli sınıf savaşlarıyla kazandığı haklardan kurtulan sermaye, yeni girdiği alanlarda 100-150 yıl öncesinin vahşi sömürü metotlarını yeniden devreye sokuyor. 15-18 saatlik mesailer bir kaç dolara satın alınıyor.
Burjuvazinin demokrat maskesi yüzünden düşüyor, gözükara ve acımasızca kar peşindeki hırsı ve açgözlülüğü arkadan sırıtıyor. Gerek metropollerde hızla gelişen hizmet sektörü ve gerekse çevre ülkelerdeki yeni üretim alanlarında, kadın işçi sayısı hızla artıyor. Yeni üretim tekniklerinin güce gereksinimi gittikçe azaldığı için klasik fabrikalarda da kadın işçi sayısı artıyor. Erkek egemenliğinin yarattığı olanakları kullanan sermaye, kadın işçilerin ücretleri ve eğer varsa sosyal haklarını, erkeklerden daha düşük seviyede tutuyor.
Metropollerde sermaye giderek artan ölçülerde göçmen işçileri çalıştırıyor. Dünyanın en zengin şehirlerinde en yoksul ülkelerin koşullarının yaşandığı özel gettolar oluşuyor ve en yoğun sömürü koşullarında kaçak işçi olarak göçmenler çalıştırılıyor.
Paris, Londra, New York gibi şehirlerde 12-15 saatlik mesailer normalleşiyor. Çevreden çaresizce metropollere doğru akan yoksulların göçü, yerleşik toplumsal dengelerden kurtulmak İsteyen sermaye tarafından en aşağılık biçimde kullanılıyor. Yüz binlerce işçi bu koşullarda gizli izbelerde çalıştırılıyor.
Amerika’da Latinler, Almanya’da Türkler, Fransa’da Araplar ve Afrikalılar, İngiltere’de Pakistanlılar, Hintliler… vd. bu durumda. Türkiye’de de Kürtler aynı durumda. Bu durum özellikle emek-yoğun üretimlerde yaşandığı için, artı-değer en yüksek düzeyde çekilip alınıyor.
ESNEK ÜRETİME GEÇİŞ
Öte yandan, Taylorist üretimle başlayıp Fordist üretim zinciriyle tepe noktasına ulaşan, büyük fabrikalarda çok sayıda işçi çalıştıran ve depolamayı da içeren kitle halinde üretim, 70’lerle beraber farklı biçimlerde değişikliğe uğradı.
Sermayenin üretimin sürecinin merkezinde odaklaşıp ürünün kritik parçalarını üreterek, geri kalanını kendine bağladığı orta ve küçük kapasiteli kapitalistlere yaptırdığı ve piyasanın talepleriyle hassas bir uyum içinde, depolamanın masraflarından ve risklerinden kaçınan ve piyasanın talebi farklılaşınca hızla o alana yönelebilecek esneklikte bir üretim yapılanmasına geçildi.
Ana sermaye grubu kendi yatırım riskini de çevresindeki orta ve küçük sermayeye aktarırken, kendisi, ürettiği ürünü piyasanın istediği bir başkasıyla mümkün olan en az masrafla ve hızla değiştirebilecek esnekliğe sahip oluyordu.
Esnek üretim olarak adlandırılan bu tarz, sermayenin kar oranını azamiye çekerken, sınıfın kitlesel olarak büyük fabrikalarda üslenmesi halini de dağıtıyordu. Metropollerdeki büyük sermaye grupları, esnek üretime geçişle birlikte yüz binlerce işçiyi sokağa atmaktan çekinmedi. İşçi sınıfına, birbirinden kopuk parçalara ayrılmış üretim zincirinde birbirinden kopuk konumlanma dayatıldı.
Elbette henüz Fordist üretim teknikleri de farklı ülkelerde çeşitli yoğunluklarda kullanılmaktadır. Özellikle geç kapitalistleşen ülkelerde Fordist üretim ağırlıklı olarak geçerlidir. Metropollerde ise esnek üretim hızla yayılmaktadır.
Esnek üretimle birlikte uygulamaya konulan kalite çemberleri tekniği, işçi sınıfının sadece kas gücünü değil beyin gücünü ve hatta hayallerini de sermayenin hizmetine aldı. Verimliliği azamiye yükseltmeyi hedefleyen bu uygulama, sınıfın içinde özel türde bir aristokrat zümre yarattı. Az önce belirttiğimiz üretimin çekirdeğindeki alanda yüksek kalifiye niteliğine sahip işçiler oluştu. Bu uygulamanın sınıfa üretim sürecine kısmen hakim olma yeteneğini kazandırdığını da eklemeliyiz.
ENFORMEL SEKTÖR
Üretimin büyük ölçekli Fordist tekniğinden esnek üretim tekniklerinin de uygulandığı yeni karma düzene geçiş, sermayenin istemleri doğrultusunda küresel çapta yürütülen deregülasyon-düzensizleştirme süreciyle birleşince, enformel sektör hızla yayıldı.
Sınıfın küçük parçalara bölünerek ve en sonunda tek tek kendi evlerinde çalıştırıldığı ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadığı bu sektör, şimdilerde üretimin dış çeperini tümüyle kaplamış durumda.
Özellikle kadınların çalıştırıldığı enformel sektörde, sermayenin, zaten iş gücünün yeniden üretimini bedavaya getirmek amacıyla içsellestirdiği erkek egemen/ patriyarkal düzenin ezik ve çaresiz hale getirdiği en altadaki kadınların, bir kez daha kullanıldığı ve neredeyse tüm günlerinin sermayeye hizmet eder hale getirildiği görülüyor.
İşgücünü satarak geçinen ücretli emekçiler sınıfı her zaman işgücünü satamaz. Bu durum, genel kapitalist birikim yasasının gereğidir. Büyük sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak, işsiz ya da yarı işsiz insanlar haline getirmeye dayanır . Çalışan faal işçilerin bir kesimi işsiz kalır. Bu insanların işsiz kalmaları işçi sınıfı dışına çıkmaları anlamına gelmez. İşgücünü satma olanağı bulamayan bu insanlarda işçidir. Bu gerçek “işçi sınıfının faal ve yedek işçi ordusu şeklinde bölünüşünün”(K.Marx, Kapital cilt.1 s.607) ifadesidir. Her iki kesimde işçi sınıfının birer parçası/ bileşenidir.
Öte yandan, işçi olmanın, çalışacak bir işe sahip olmanın özel bir avantaj olduğu bir dönemin de içindeyiz. İşsizlik kapitalizmin kendi yasalları gereği her zaman ürettiği ve sınıfın etrafında bir geniş halka olarak sürekli oluşturduğu bir toplumsal durumdur.
Ancak, sermayenin son 30 yıl ki hareketiyle giderek toplumun daha geniş halkalarına yayılan ve geniş yığınlar için kalıcılık kazanan bir konuma ulaştı. İşçi olmak artık aynı zamanda işsiz olmaktır da, birinden diğerine her an ve sıkça geçilebilir. Ve bunun da ötesinde, hiçbir iş bulma umudu olmayan yüz milyonlar da “çöp” ya da “artık” nüfus olarak yeryüzünde siyah bir leke gibi yayılıyor.
İşçi sınıfıyla işsizler arasındaki sınırın delik deşik olması, sınıfın kalıcılık katsayısının düşmesi ve işsizlerin bir kritik eşiği aşacak yayılımı kalıcı olarak yakalaması, sınıfı ve hareketinin geniş bölümünü işsizlikle ve işsizlerin hareketiyle birleştiriyor.
İşsizlerin en geniş halkası toplum dışı çürüme alanları olarak sermaye tarafından gettolarda tecrit edilirken ya da artık bir sektör haline dönüşen mafya alanında “ayakçı-tetikçi” olarak kullanılırken, bir bölüm işsiz de her an işçileşme olanağı ile ve zaman zaman da işçilerek işçi sınıfına ve hareketine katılıyor.
Yukarıdaki kısa bir bakışla bile sınıf içindeki farklılaşmaları görebiliyoruz. Evet, sınıfın niceliği gittikçe artıyor ve bu artış yeryüzünün henüz işçileşmemiş geniş köylü yığınlarını artan bir hızla işçileştirerek, sınıfın küresel yayılımını güçlendiriyor.
Ve ama aynı zamanda, sınıf içinde derin çatlaklar ve ayrışmalar oluşuyor. Sınıfın alışageldiğimiz biçimdeki kolektif toplumsal varoluşu ve kolektif hareketi, gerçek ve ciddi bir aşınmanın baskısı altında.
Belli bir refah seviyesini yakalamış metropollerdeki işçilerle yeryüzünün diğer işçileri arasında sınıfın küresel kolektif kimliği açısından ciddi bir yarılma var. Esnek üretimde çekirdek de üslenen kalifiye işçilerle üretimin çeperlerindeki diğer niteliksiz işçiler arasında farklılaşma var.
Nispi bir kalıcılık içeren ve kısmi sosyal haklara sahip işçilerle enformel sektör işçileri arasında da farklılaşma yaşanıyor. Sınıfın giderek daha fazla sayıda üyesi enformel sektörde istihdam ediliyor.
Kitlesel üretim yapan ve üretim sürecinde Fordist tekniklerin kullanıldığı büyük fabrikalarda büyük rakamlarla toplu halde duran sanayi işçileri, birkaç yönden birden azalıyor. Hem sanayi üretiminde uygulanan esnek üretim fabrikaları sürekli daha küçük bir yapıya doğru zorlarken, hem de sayıları sürekli artan ve özellikle metropollerde çoğunluğu oluşturan hizmet işçileri, çok küçük birimler halinde hatta bazen teker teker çalışıyorlar ve üretimle doğrudan ilişkileri de yok.
Ayrıcalıklı statülerini kaybederek işçileşen kamu çalışanları, on yılları alacak siyasal olarak da geçmiştekine oranla daha fazla işçileşme sürecinin içindeler. Henüz kendilerinin işçileştiklerinin ve sınıfın diğer kesimleriyle ortak çıkarlara sahip olduklarını öğrenme sürecindeler.
Hemen burada şunu da belirtmek gerekir ki; devlet bürokrasisinin üst kesimlerinde görev yapanlar sadece sistemle ideolojik bütünlükleri ve sistemin yürütücüleri olmaları yönüyle değil, esas olarak işgüçlerinin karşılığı olan ücretlerinin dışında toplumsal artı değerden pay aldıkları için işçi değildirler.
İşte bu durumlar, sınıfın kolektif toplumsal varoluşunu ve kolektif hareketini aşındırıyor. Sınıf içinde farklı çıkarlara sahip zümreler oluşuyor. Sermaye ise aldığı önlemlerle bu farklılaşmayı güçlendirecek ve hatta ciddi kopuşmalara sebep olacak bir düzeye çekmeye çalışıyor.
SINIFIN KENDİNİ YENİDEN KURMASI
“Kendisini yeniden kurması bakımından, işçi sınıfının yeni bileşiminin bazısı lehte bazısı ise şimdilik aleyhte bir rol oynayan belli başlı özellikleri işte bunlar. Yeni bileşim tarih sahnesine çıkmak, kendine denk düşen politik, örgütsel ve kültürel ifade biçimlerine kavuşmak, savunma konumundan sermayeyi püskürtme konumuna geçmek için denemeler yapıyor, şimdi sermayenin zayıf karınlarını bulmaya çalışıyor, deneyim biriktiriyor ve keşif hareketleri yapıyor.
Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki yeni tahakküm stratejisinin belirleyici unsurları olan esneklik ve güvencesizlik, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun var oluş hali artık. İşçiler zamansal ve mekânsal varoluş, sahip olunan vasıf ve çalışılan işkolu bakımından, bütün sabitlik ve sürekliliklerin yerinden edildiği tam bir istikrarsızlıkla kuşatılıyor. Sermaye işçiye aynı zamanda sabit sermaye muamelesi yapmakla kalmıyor; onun bedenine ve zihnine de sanki bir hamurmuş gibi yaklaşıyor. Ondan daimi bir yoğrulabilirlik, üretim ve çalışma koşullarındaki her türlü değişikliğe süratle uyum talep ediyor.
Bu hoyratlık, ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini, sermayenin sınır tanımaz keyfiliğine set çekilmesini işçi sınıfının büyük çoğunluğu bakımından bir kez daha çok yakıcı bir talep haline getiriyor. Emeğin pazarlık gücünü yükseltecek yaratıcı örgütlenme ve mücadele biçimlerinin geliştirilmesini şiddetli bir ihtiyaca dönüştürüyor.
Ancak, bu tablo işçi sınıfı lehine, fordist döneme has güvence ve sabitliklere basit bir geri dönüş yoluyla dönüştürülemez. Sadece emekle sermaye arasındaki “tarihsel uzlaşma” dönemi artık geride kaldığı için değil, emeği çevreleyen diğer koşullar kökten değiştiği için de bu mümkün değil. İşçi sınıfı taleplerini ve hedeflerini emek üretkenliğinin geldiği düzeye, emek süreçlerinin ve kapitalizmin geçirdiği başkalaşımlara, kendisinin yeni bileşiminin beklenti ve arayışlarına uyarlamak durumunda.
Günümüzde sermaye, aynı zamanda, işçiden bedensel, zihinsel, dilsel ve iletişimsel bütün kapasitelerini üretimin hizmetine koşmasını, işiyle, işyeriyle ve firmasıyla olabildiğince özdeşleşmesini istiyor. “Kalite çemberleri”, “toplam kalite yönetimi” vb uygulamalar bunun bir tezahürü. Bunu elde etmek için ona belirli bir “özerklik” tanımaya dünden razı. İşçinin kapitalist sömürünün ve sermaye hâkimiyetinin temellerini, mülkiyet ilişkilerini sorgulamama sınırını ihlal etmemesi koşuluyla belirli bir karar alma, inisiyatif kullanma, problem çözme, yenilik yapma, öngörüde bulunma, takım çalışmalarını ve bunun gerektirdiği işbirliğini ve elbirliğini kendi başına örgütleme vb özerkliği… Sermayenin bu yönelişi yeni bir çatışma ve mücadele alanı açıyor: İşçinin sermayeden gerçekten özerkleşme, üretim sürecindeki sermaye iktidarını kırma çaba ve arayışlarıyla, sermayenin bu arayışları kendi dinamiğine içerme girişimleri arasındaki çatışma.”(SYKP Programı)
İşçi sınıfının 19. yüzyılın İkinci yarısı ve 20. yüzyıldaki varoluşu ve onun ürettiği somut hareketinin günümüzde aynen kendini sürdürdüğünü iddia edenler ya da bir gün gelip de yine öyle olacağını bekleyenler, yanılıyorlar. Emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisi daha da derinleşerek ve toplumun neredeyse en ücra köşelerine dek nüfuz ederek devam ediyor. Bu devamın, onun görünüm biçimlerinin ya da yürütücüsü toplumsal güçlerin ve en çıplak haliyle de işçi sınıfı ve burjuvazinin, sürekli değiştiğini ve o değişimin 70’lerden bu yana şu anda yaşadığımız özgün biçimlere büründüğünü görmemizi engellememelidir.
Elbette, kapitalizm, Marksizmin işaret ettiği gibi, emek-sermaye çelişkisi üzerinde oluşur. Günümüzde bu uzlaşmaz çelişkinin derinleşip zenginleşerek yeryüzünün tümüne yayılması durumu yaşanıyor. Ancak nasıl sermayenin taşıyıcısı sınıfın durumunda farklılaşmalar yaşandıysa, emeğin sahibi sınıfta da farklılaşmalar var.
İŞÇİ SINIFINA SOLDAN YANLIŞ BAKIŞLAR
Kapitalizmin uzun dalga krizini yaşamaya başladığı 1970’ler sonrası, krizden çıkmak amacıyla yapılan değişimlere paralel olarak, işçi sınıfıyla ilgili tartışmalar da önemli bir gündem teşkil etti. Kapitalizmdeki dönüşümlerle beraber yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı ve bunların siyasal-toplumsal alanda bir meşruluk kazanarak kendilerine yer açması ve ardından sosyalizmin bir döneminin yenilgiyle kapanması da, işçi sınıfıyla ilgili tartışmaların siyasî öznelerin gündeminin başına yazılmasına neden oldu.
İşçi sınıfı var mıydı, yok muydu; halen kolektif bir kimliği kalmış mıydı; sistemi yıkıcı bir devrimci potansiyele halen sahip miydi; sistemden kopuşabilme ve buna bağlı olarak sistem karşıtı yıkıcı-devrimci bir toplumsal güç oluşturabilme kapasitesine hala sahip miydi?
Bu sorular etrafında ciddi tartışmalar yaşandı. Bizlerin, işçi sınıfıyla ilgili bu tür tartışmalardan rahatsızlık duymaması gerekir. Gerçekten de, sistemin yaşadığı dönüşümler, sınıfta da ciddi dönüşümler oluşturuyor. Yeni durumun bütün yönleriyle kavranabilmesi için bir tartışma gerekliydi.
Ama solda yaygın olan kimi sınıfa bakış biçimleriyle aramıza sınır çizmemiz gerekir.
İlk olarak, kimi siyasetler işçi sınıfıyla ilişkiyi sendikal bürokrasi içinde mevzi kazanmaya indirgedi. Tabii bu ilişkilenmenin ardında yatan esas neden işçi sınıfını, modernleştirmeye soyunulan ulusun ilerici bir öğesi olarak ele alma bakışının dolaysız sonucudur.
Ufku modernleşme ile sınırlanmış, hapsedilmiş bilinçler için işçi sınıfı, o süreçte kullanılacak bir araçtır.Bütün modernleşmeye açık öğelere eşit anlam ve önem yükleyen bu unsurların işçiler içinde çalışmayı/ aşağıdan yukarıya örgütlenme yaratmayı temel hedef olarak görmesi de mümkün olmuyor/ olamıyor
İkinci olarak, işçi sınıfının anti-kapitalist mücadele dinamikleri ve direnişçi konumlanmalar içinde bir merkez olarak kabul edilmeyişi, diğer öznelerle (kadın, ekoloji, savaş karşıtları) eşitlenişi post-Marksist bir çarpıtmaya yol açmaktadır.
“ (…) Daha da esaslı bir soru: İnsanların toplumsal örgütlenmesinin ve tarihsel sürecin temelinde yatan,üretim ve sömürü ilişkileri değilse, başka hangi toplumsal ilişkilerdir? “Dip çizgisi”, yaşamı sürdürmek için gerekli maddi koşullar değilse nedir?
Sosyalizmin hedefi, sınıfların ortadan kaldırılması ise, bu kimin için, soyut bir iyilik değil, gerçek bir hedef olabilir, kimin yaşam durumu üzerine temellenmiş bir hedef olabilir? Kapitalist sömürünün ortadan kaldırılmasında “çıkarı” olanlar, doğrudan doğruya kapitalist sömürüye uğrayanlar değilse, kimler olabilir? Bunu başarmak için gerekli toplumsal yeteneğe sahip olanlar, stratejik bakımdan kapitalist üretimin ve sömürünün göbeğinde bulunanlar değilse değilse kimler, olabilir ? Sosyalizm mücadelesinde kolektif bir aktör (agent) oluşturabilecek olanlar kimlerdir?”(Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış syf. 108)
Post-kapitalist post-modernist basıncın Türkiye’de bilinçler üzerinde yol aldığını kabul etmemiz gerekiyor. İşçi sınıfının kolektif bir kimliğinin olup olmadığı, devrimci bir potansiyelinin varlığı-yokluğu tartışmaları konjonktürel sınıf hareketindeki gerilemeyle de birleşince solun bir kısmında işçi sınıfından kaçışa, proleterya öldü noktalarına varmaktadır.
Sınıf mücadelesinin bir kazanımı olarak genel olarak proletaryanın, özelde kapitalist bölüşümden görece daha iyi pay alan kısmının edindiği mal, mülk ve kimi imtiyazlar Marks’ın işçi sınıfını tanımlarken kullandığı ünlü sözü “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar” tanımlamasını boşa düşürmez. Zira burada kastedilen işçinin edin(ebil)diği mülkün miktarı değil üretim araçlarına sahip olup olmadığıdır. Sayıları işçi sınıfının genel sayısı içerisinde binde birlere dahi tekabül etmeyen aristokrat kesim dahi emeğini satmak zorundadır ve bundan bir dönem mahrum kalması tüm yaşam standardını alt üst etmeye yetecektir. Kaldı ki işçi sınıfının ezici çoğunluğu günlük ihtiyacını karşılayamaz, ayın sonunu getiremez durumdadır. Hal böyle olunca da “artık işçi sınıfının kaybedecek şeyleri var” söylemi sınıf mücadelesini kapitalizmin sınırları içerisinde tutmaya, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü yadsımaya yönelik bir demagojiden başka bir anlam ifade etmemektedir.
Proleter devrimcilerine göre işçi sınıfının tarihsel ömrü kapitalist sistemle özdeşleşmiştir. Üretimin merkezindeki belirleyici rolü, üretimdeki alışkanlıklarıyla, kolektif davranma yeteneği, bu yeteneği ile kazandığı toplumsal güçten, kapitalist kârının temelindeki artı-değerin yaratıcısı olma durumundan kaynaklı olarak işçi sınıfının devrimci hareketteki merkezi rolünün sürdüğünü benimsiyoruz. Ve bu zemine yerleşen siyasi hareketimizi bu konumda derinleştirmeye ve yerleşikleştirmeye uğraşıyoruz.
İşçi sınıfı, esasta bizim için tarihsel/ toplumsal dayanak olarak bütünleşmemiz gereken ve süreç içinde onun şekle bürünmüş iradesi olmamız gereken yegane sınıftır. Bizim komünist siyasallaşmamız ancak ve ancak kendimizi sınıfın siyasallaşmış hali olarak ideolojik, politik ve örgütsel düzeylerde konumlandırabilirsek mümkün olabilecektir.
Aksi siyasallaşmaların bizim istediğimiz türden bir siyasallaşma olmadığı açıktır. İşçi sınıfının siyasallaşmış hali, şekle bürünmüş iradesi olarak kendini kurma dışındaki ideolojik-politik konseptler ilerici veya devrimci olabilirler ama komünist olamazlar.
Hizmet sektörünün görece artışı, kitlesel göçler, tüketim ve bireysel ideolojinin yaygınlığı da işçi sınıfı bilincini ve dayanışmasını zayıflatıyor.
Sermayenin hareket serbestliği, artan işsizlik ve işçilerin her ekonomik veya demokratik talebinde gündeme getirdikleri başka ülkelere gitme tehdidi işçi sınıfı militanlığını olumsuz yönde etkiliyor.
Sınıfın içinde ortaya çıkan beyaz işçiler zümresi, esnek üretimin çekirdek işçileri türünden farklılaşmaların, bölünmelerin varlığını kabul etmeliyiz..
Çünkü siyasetimiz var olan durumları gören, gözeten ancak esas olarak işçi sınıfının bütünselliğini korumasına ve geliştirmesine çalışmalıdır. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olma özelliğini destekleyecek pratikleri hayata geçirebilmelidir.
Hayat bu, işçi sınıfı bu, koşullar bu kadarına izin veriyor cin fikirli reel politikerliği yerine bizlerin her gün yeniden ve yeniden sistemin sınıfı parçalayıcı pratiklerine uygun savunma tedbirleri almaya, sınıfın saflarına yeni katılan işçileri de kapsayacak pratik adımlar atmaya ihtiyacımız var.
Unutmayalım ki sistemin çekirdeğindeki mezar kazıcılarıyla kuracağımız ilişkinin ciddiyeti, özeni aslında bizim yaptığımız işi ne kadar yapmayı istediğimizi ve nefesimizin nelere yettiğini gösterecektir.
Programımızda belirtildiği gibi “… Neo-liberalizmin hâkimiyetini sona erdirmek için, işçi sınıfının yeni bileşimiyle siyasallaşarak tarih sahnesine çıkması gerekiyor.”
Bu görevi başarabilmek için yapmamız gerekenlere dair emek konferans kararlarımız oldukça açıklayıcı ve hayata geçirilmeyi bekliyorlar.