SYKP PM Sonuç Bildirgesi – Şubat 2016

Tayyip Erdoğan ve AKP totaliter ve otoriter bir yeni rejim inşası yolunda her gün daha da baskı ve şiddetini artırarak, 12 Eylül hukukunu bile yetersiz görüp anayasa ve yasaları yer yer askıya alarak, toplumda kutuplaşmayı büyütecek şekilde şovenist ve muhafazakar söylemini keskinleştirerek, Kürtlerle savaşı katliamlarla ve fiili olağanüstü hal uygulamalarını yaygınlaştırarak ilerliyor.

Erdoğan/AKP iktidarı, Suriye’ye yönelik tüm yeni-Osmanlıcı hayallerinin boşa çıkması, kullandığı tüm araçların (Selefi-cihatçı güçler, hayali Türkmen kartı, IŞİD’le petrol ticareti vb) elinden kayıp gitmesi, askeri açıdan Rusya tarafından elinin kolunun bağlanması, Rojava yönetimi ve PYD’nin uluslararası meşruiyetini artırması karşısında yenilgiyi kabul edip geri çekilmek yerine Türkiye’yi çok tehlikeli bir savaş oyununa doğru sürüklüyor. Sadece Suriye’de değil, Irak’ta da Başika kampına asker yığıp Musul’un IŞİD’den alınması durumunda oradan pay kapmaya hazırlanarak bir bölgesel savaş kışkırtıcısı konumunda ısrar ediyor.

Faşizme doğru adım adım

Tayyip Erdoğan ve partisi AKP, iktidarlarını korumak ve “Türk tipi başkanlık” sistemiyle güçlendirmek uğruna ülkeyi giderek daha koyu bir karanlığa doğru sürüklüyor. TSK ve Ergenekon cenahı ise, devletin bekaası, Kürt karşıtlığı ve üniter yapının bozulmaması kodları üzerinden Tayyip Erdoğan ve AKP ile girdikleri ittifakı sürdürüyor. Eski siyasal rejimin temel direği olan ama AKP/Cemaat ortaklığının ABD destekli operasyonlarıyla irtifa kaybeden TSK, Kürtlerle süren çatışmadan, Suriye ve Irak’taki savaş ortamından ve bölgesel savaş tehlikesinden, müttefikliğine muhtaç olan Erdoğan/AKP iktidarının zayıflıklarından yararlanarak güç topluyor ve siyasal iktidarda daha fazla söz sahibi olmaya yöneliyor.

Tekelci TÜSİAD sermayesi ise Erdoğan/AKP’nin kimi “kontrol-dışı” ve “irrasyonel” tutumlarından ve tek adam/tek partili, muhalefetsiz bir rejim kurma girişiminden rahatsız olsa da, AKP’nin fütursuz emek düşmanı ve sermaye hizmetkarı politikalarından alabildiğine yararlanıyor. TÜSİAD zaman zaman AKP’ye karşı sesini yükseltse de bugünkü AKP-Ordu ittifakının yanında yer alıyor.

Söz konusu ittifaktan güç alan ve halen geniş bir seçmen kitlesinin desteğini koruyan Erdoğan/AKP, halk düşmanı, faşizan politikalarını daha da derinleştiriyor. İktidarını koruyup güçlendirmek uğruna emekçilere, Kürtlere, Alevilere, kadınlara, demokrasi ve barış yanlılarına saldırılarını artıran Erdoğan/AKP, kendilerine yönelik öfkeyi de büyütüyor. Bu büyüyen öfke ve sertleşen muhalefet karşısında da iktidardan düşmeleri halinde işledikleri suçların (yolsuzluk, savaş ve insanlık suçları) hesabını vermekten duydukları korkuyla baskı ve terörü daha da şiddetlendiriyor ve daha fazla suça bulaşıyorlar.

Tayyip Erdoğan, kendisinin de dolaylı olarak itiraf ettiği gibi, anayasayı çiğneyerek, kendisine tanınmamış yetkileri kullanarak fiilen başkanlık yapıyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu bir figüran haline getirerek perde arkasından hem hükümeti hem AKP’yi kendisi yönetiyor. Yasama ve Yürütme erklerini kendi elinde toplamakla kalmıyor, verdiği gizli-açık talimatlarla Yargı’ya da yön veriyor. Kritik politik davalarda mahkemeler Erdoğan’ın yasa yorumlarını esas alarak karar veriyor.

Bununla yetinmeyen Erdoğan, sarayında topladığı kaymakamlara açık açık “mevzuatı (yasaları) bir kenara koyun, kendi bildiğinizi yapın” emrini veriyor. Keza Kürt şehirlerinde halka karşı her türlü suçu işleyen asker ve polislere “istediğinizi yapın, cezalandırılmayacaksınız” garantisi verildiği belgeleriyle ortaya çıktı. Suriye’de en vahşi ve insanlık dışı suçları işleyen IŞİD, Nusra gibi çetelere el altından silah gönderilmesi, IŞİD’le petrol ticareti yapılması gibi yasadışı ilişkiler de bir sır değil.

Erdoğan/AKP iktidarı, yükselen halk muhalefetine (Gezi İsyanında, Kobanê direnişinde), demokratik eylemlere, muhaliflere (6-7 Eylül 2015’te yaklaşık 200 HDP binasına, Kürtlerin ev ve işyerine) saldırılarda olduğu gibi, yasal kolluk kuvvetlerinin yetersiz kaldığı veya “uygun” görülmediği durumlarda faşist paramiliter güçleri devreye sokuyor. Bu “organize” saldırıların Özel Harp Dairesi/kontrgerillanın yönetiminde AKP’nin yanı sıra MHP ve BBP tabanındaki faşistler tarafından gerçekleştirildiği görülüyor. Diyarbakır mitingi, Suruç ve Ankara katliamlarında görüldüğü gibi AKP’nin işbirliği yaptığı, yol verdiği IŞİD’den de yararlanılıyor.

Özyönetim ilan eden ve saldırılar karşısında özsavunmaya geçen Kürt şehirlerinde uygulanan devlet terörü de tırmanan faşizmin bir başka yüzünü gösteriyor. Son altı ayda 7 ilin 20 ilçesinde onlarca mahalleyi kapsayacak şekilde 56 kez ilan edilen sokağa çıkma yasakları toplamda 377 günü buldu. Yasal olarak ancak olağanüstü hal kapsamında kullanılabilecek olan sokağa çıkma yasakları, yasadışı biçimde vali emriyle yürürlüğe sokuldu. Bu şehirlerde yüzbinlerce insan açlığa, susuzluğa, sağlık hizmetlerinden yoksunluğa mahkum edildi ve evlerini terk etmeye zorlandı. Şehirlerini savunan halktan yüzlercesi öldürüldü, ki bunların büyük bir bölümünü çocuklar, kadınlar, yaşlılar oluşturuyor. En son Cizre’de yaşanan ambulans olayı ve ardından bodrumlarda aç susuz kalan yüze yakın silahsız yaralının katledilmesi her türlü ahlak kuralı ve yasanın alenen çiğnenmesinin en somut örnekleridir. Buna, insan ölülerinin kasten günlerce sokakta çürümeye terk edilmesi, gömülmelerine izin verilmemesi, ölü bedenlerin polis araçlarınca sürüklenmesi, kadınların cesetlerinin çıplak halde teşhir edilmesi vb eklenebilir.

Saray-AKP’nin bu ve benzeri politikalarına rıza göstermeyen toplum kesimlerinin talepleri silahla, baskı ve zulümle, tehdit ve korku imparatorluğu büyütülerek bastırılmaya çalışılıyor. İfade, düşünce ve basın özgürlüğü için mücadele edenlerin, ‘çocuklar ölmesin’ diyen futbol takımlarının, ‘bu suça ortak olmayacağız’ diyen akademisyen, sinemacı ve edebiyatçıların yaşadıkları baskılar, yandaş medyanın linççi kara propaganda kampanyaları buna dair sadece bazı örneklerdir.

Saray-AKP iktidarı, dinci-muhafazakar/sermayeci ideolojisini topluma dayatıyor. On milyonlarca insanın yaşam tarzını tehdit ediyor. “Kadın-erkek eşit olamaz” söylemiyle kadınları “doğum makinesi”ne çevirmeye, eve ve annelik rolüne hapsetmeye çalışıyor. Kadın cinayetlerini önlemeye yönelik hiçbir ciddi adım atmıyor. Kadına kocasına itaat etmenin faziletlerini anlatan bu gerici İslam yorumcularından başka bir şey beklemek zaten mümkün değildir. LGBTİ’lere yönelik nefret söylemi yaygınlaştırılıyor. Diyanet fetvalarıyla Aleviler “Müslümanların evlenemeyeceği kişiler” sınıfına sokuluyor, Cemevlerinin ibadet yeri olduğunun kabulü “kırmızı çizgi” ilan ediliyor. Arap Aleviler yaşadıkları mahalleler ilan edilerek ve “Müslümanları yok etmek istiyorlar” yalanı yayılarak hedef gösteriliyor. Pek çok ilden Alevilerin evlerinin işaretlenmesi haberleri geliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, Şeyhülislamlık kurumu gibi çalıştırılarak toplumsal yaşamın her alanının, özellikle günlük yaşamın dini esaslara göre yeniden şekillendirilmesi için bir “fetva makamı” olarak gün be gün etkisini artırıyor.

Saray-AKP iktidarı, bu türden politikalar ve uygulamalarla “tek adam-tek parti” rejimini Anayasa ile güvence altına almak için kendi seçmen kitlesini konsolide ederken, toplumun diğer yarısında öfkeyi büyütüyor. Toplum giderek daha da fazla kutuplaşıyor, gerilim yükseliyor. Bu durum emek-sermaye, halk-tekelci oligarşi çelişkilerinin üzerini örterek Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-dindar gibi kimlik çelişkileri temelinde ülkeyi felakete sürükleyecek bir iç savaşın zeminini oluşturuyor.

Yeni rejim, AKP ve Tekelci sermaye

AKP’nin kurmakta olduğu yeni rejim, esas olarak günümüz Türkiyesindeki ve dünyasındaki sınıfların ilişkilerinin, çatışma ve uzlaşmalarının damgasını yiyecektir. Elbette AKP, bir burjuva partisi olarak günümüzdeki burjuvazinin omurgasını ve beynini oluşturan tekelci oligarşinin çıkarlarını gözetmekle, o doğrultuda davranmakla yükümlüdür. Nitekim AKP kuruluşundan itibaren küresel ve yerel sermayenin desteğini almış ve sermayenin çıkarlarını savunmuştur. AKP açıkça sermayenin siyasi temsilcisi olan bir partidir (diğer sermaye partilerinin yanı sıra).

Ancak ekonomik alt yapı ile siyaset düzeyinin, egemen sınıf ile siyasi temsilcilerinin ilişkisi, birincilerin son tahlilde belirleyici konumda olduğunu not etmekle birlikte, asla basit bir emreden-uygulayan ilişkisi şeklinde, mekanik tarzda gerçekleşmez. Kaldı ki, egemen sınıf da kendi içinde çıkar çelişkileri olan çeşitli katman ve bölüklerden oluşur. Bir yandan da seçmen kitlesinin desteğini ve oyunu alma zorunluluğunun, yani halkın çeşitli kesimlerinin taleplerinin etkisi altında davranan düzen partileri, ana doğrultudan (genel olarak sermaye sınıfının, özel olarak tekelci oligarşinin çıkarları) sapmaksızın, egemen sınıfın çeşitli kesimleri karşısında genişçe bir manevra alanına sahip olabilir.

Nitekim AKP, neo-liberal politikaların en vahşi uygulayıcısı; işçi sınıfının örgütlenmesinin ve hak mücadelesinin düşmanı; doğanın, kentlerin talanının planlayıcı ve kolaylaştırıcısı olarak bugün TÜSİAD’da somutlaşan tekelci oligarşinin (Cumhuriyet burjuvazisinin) desteğini alırken, aynı zamanda 1960’lardan beri adım adım büyüyen, Özal döneminde palazlanan ve bugün tekelci oligarşide kendisine yer açmaya çalışan bir sermaye kesiminin (Anadolu burjuvazisi) organik temsilciliğini yapıyor. AKP, iktidarda olmanın olanaklarıyla bu “yükselen Anadolu sermayesi”ne devlet (kamu) kaynaklarını aktararak kendi iktidarını güçlendirirken, kamu kaynaklarının kendilerine akmasına alışkın olan TÜSİAD sermayesiyle gerginlikler yaşıyor. İşte TÜSİAD-AKP ilişkilerinin arka planında bu çıkar çatışması/ortaklaşması yatıyor.

Erdoğan’ın liderliğindeki AKP iktidarı, geniş bir seçmen kitlesine dayanarak Hükümet olmanın gücüyle zaman zaman çeşitli tekelci sermaye gruplarına saldırarak onları sindirebiliyor, kendi yanına çekebiliyor. Örneğin Doğuş Grubu yanına çektiği gruplardandır; Doğan Grubu ise epeyce direndikten sonra hizaya girdi. Erdoğan zaman zaman, en büyük sermaye sahibi olan Koç Grubu’nu bile hedef tahtasına koyabiliyor. Ama aynı zamanda Koç Grubu’yla “milli tank” projesine girişmekten de geri durmuyor. Dolayısıyla AKP’nin tekelci sermaye (ve tek tek tekelci gruplar) ile ilişkileri çatışan ve uzlaşan çıkarlar temelinde dalgalı bir seyir izliyor.

AKP’nin kurmakta olduğu yeni rejime tekelci sermayenin yaklaşımını da bu çerçeveye oturtmak gerekiyor. Eğer halk güçleri bu gidişata son verip kendi demokratik siyasetini üstün kılamazsa, AKP’nin kuracağı (kurmak istediği) rejim, eski rejimin emek ve halk düşmanı, ceberut, tekçi niteliklerini miras alan, dinci-muhafazakarlığın toplumun bütününe dayatıldığı otoriter ve totaliter bir rejim olacaktır. Ve bu rejimin merkezinde AKP bulunacak, görünüşü “demokratik” olsa bile, esasen “tek adam/tek parti” rejimi kurulacaktır.

Belirli koşullar altında “otoriterlik”in ötesine geçip faşist diktatörlük niteliği kazanabilecek olan bu yeni rejimi tekelci sermaye destekler mi?

Kimi zamanlarda finans kapital siyasi iktidarı “tek adam/tek parti”ye devredebilir, açık diktatörlüğü tercih edebilir. Örneğin toplumda güçlü bir devrimci kalkışma hareketinin olması ve mevcut yasallık ile resmi devlet kurumlarının bunu bastıramaması bu tercihi yaptırabilir. Ya da özgül durumlarda ulusal sınırlar içinde kâr oranlarını artıramayan ve yayılmacılığa yönelen sermaye, yeni pazarlar elde etmek, enerji kaynaklarına ulaşmak, savaş ekonomisinden beslenmek, nüfuz alanını genişletmek amacıyla iç ve dış savaşları göze alabilir. Bununla ilişkili olarak faşizm tercihinde bulunabilir.

Ancak sermaye sınıfının, “özel” koşullar oluşmadığı sürece siyasi iktidarı bir “tek adam/tek parti”ye devretmeye yanaşmayacağı, birden fazla burjuva partinin birbirinin yedeği olarak sistemde var olmasını tercih edeceği de açıktır. Kaldı ki Erdoğan, hem “kontrol dışı” kişiliği, hem asıl önemlisi yeni yükselen sermaye kesiminin müesses TÜSİAD’cı sermayenin aleyhine büyümesine açıkça destek vermesi nedeniyle TÜSİAD burjuvazisi tarafından zorunlu olarak katlanılan bir siyasi figürdür.

Öte yandan yerel tekelci sermaye, küresel sermayenin bir parçası, küçük ortağıdır; Türkiye de dünya kapitalist sisteminin Atlantik ekseninin bir parçası, NATO’nun üyesi, AB’nin aday üyesi, ABD’ye göbekten bağımlı bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye’de yeni rejimin nasıl şekilleneceği, hangi nitelikleri taşıyacağı, doğrudan ABD ve küresel sermayeyi ilgilendiriyor. Kapitalist sistem içinde kalındığı sürece küresel sermaye (ve elbette ABD) Türkiye’de rejimin şekillenmesinde belirleyici aktörlerden biri olmaya devam edecektir. Erdoğan’ın ABD ve AB siyasi eliti içinde artık pek de makbul ve muteber olmadığı ise bir sır değil.

Nitekim yerel ve küresel sermaye içinde Erdoğan’sız bir AKP isteyen bir eğilim giderek güçleniyor. AKP’nin kurucularından Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Nihat Ergün ve Sadullah Ergin’in ortak çıkışları; kararlılıkları ve AKP’de ne kadar etki yaratacakları konusu tartışmalı olsa da, yerel ve küresel sermayenin içerisinde mevcut gidişata ilişkin hoşnutsuzlukların bir göstergesi sayılabilir.

Faşizme ve iç savaşa gidiş nasıl durdurulabilir?

Her şeye rağmen, siyaset düzeyinin görece özerkliği, egemenler arası çıkar pazarlıkları ve uzlaşma olasılıkları, Tayyip Erdoğan’ın irrasyonel davranma eğilimi vb. göz önünde bulundurulduğunda bir iç-dış savaş ortamında faşist bir açık diktatörlüğe gidiş olasılığını ciddiye almak gerekir.

Faşizme ve iç savaşa gidişi durduracak tek gerçek güç, halkın mücadelesidir. Ancak işçi ve emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, gençlerin, LGBTİ’lerin ve tüm ezilenlerin direnişi, Saray-AKP iktidarının memleketi uçuruma sürüklemesini engelleyebilir.

Türkiye bugün bir yol ayrımındadır. Ya muktedirlerin çıkarları uğruna kana ve vahşete bulanacak ya da demokratikleşecek ve özgürleşecek.

Bugün halk saflarındaki faşist tırmanışa karşı en örgütlü ve büyük güç, Kürt Halk Hareketidir. Kürdistan şehirlerinde devlet terörüne karşı kahramanca direnen örgütlü Kürt halkının mücadelesi, muktedirlerin oyunlarını bozuyor ve tahtlarını sarsıyor. Fırat’ın batısındaki emek ve demokrasi güçlerine cesaret ve umut aşılıyor. Rojava’da yaratılan özyönetimci, demokratik, laik, kadın özgürlükçü toplum modeli Ortadoğu halklarına örnek oluyor.

Kürt Halk Hareketinin en etkin bileşeni olduğu HDK-HDP de Türkiye’nin demokratikleştirilmesi mücadelesinin ana politik gücüdür. Ocak ayı içinde konferans ve genel kurullarını yaparak güç tazeleyen HDK ve HDP’nin “Yeni Yaşam Çağrısı”, barış ve demokrasi talepleri doğrultusundaki mücadelesine omuz vermek en önemli görevlerimizdendir.

SYKP olarak 26-27 Aralık’ta yaptığımız Parti Danışma Meclisimizde HDK ve HDP’nin faaliyetlerini değerlendirdik ve bu örgütlere katkımızı daha örgütlü, daha etkin hale getirmeyi kararlaştırdık. Nitekim konferans ve genel kurullara daha organize biçimde katıldık, HDK Genel Meclisi ve HDP Parti Meclisi’nde daha fazla kadromuzla yer aldık. HDK’nin yeniden yapılanması ve HDP’nin güçlendirilmesi doğrultusundaki çabalarımızı sürdüreceğiz.

Geniş Barış ve Demokrasi Cephesi

Erdoğan/AKP iktidarının “tek adam-tek parti”li emek ve halk düşmanı bir rejim kurma girişimine karşı muhalefette HDK ve HDP belirleyici bir rol üstlense de, muhalefetin zemini çok daha geniştir. Tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini (Aleviler, kadın örgütleri, ekoloji hareketleri vb), HDK-HDP’de yer almayan sosyalistleri, en geniş demokrasi güçlerini, barış savunucularını kapsayan en geniş barış ve demokrasi cephesini örmek, günümüzün en acil görevidir.CHP tabanındaki geniş demokratik güçlerin bu cepheye katılmasını sağlamak için her türlü çaba sarf edilmelidir.

Bir düzen partisi ve cumhuriyet devletinin kurucusu olmasından kaynaklı olarak temel demokrasi sorunlarında bile tutarlı bir tutum alamayan CHP Kürt sorununa da özgürlükçü değil devletçi/güvenlikçi bir konsept içinden bakıyor. Bu bakışıyla da sıklıkla AKP’nin politikalarıyla üst üste düşüyor, iktidarın peşine takılıyor. Bununla birlikte CHP tabanında geniş bir kesim hak ve özgürlüklerin gelişmesini, Kürt sorununun siyasal yöntemlerle çözülmesini öncelikli görüyor. CHP Genel Merkezi de bir yandan tabandaki bu demokratik dalganın, diğer yandan devletçi geleneklerin karşıt etki güçleri nedeniyle yalpalayıp duruyor.

Bu özelliklerinden dolayı CHP’nin de kurumsal olarak bu cepheye çekilmesi için basınç uygulanmalıdır. Bu partiye yapılacak basınçla, CHP kurumsal olarak çekilemese de en azından tabanındaki demokrat kitlelerin demokrasi cephesinde yer almasına engel olmaması sağlanabilir. CHP’yi Demokrasi Cephesine çekme çabaları hem merkezi düzeyde, hem de tüm yerellerde yürütülmeli; tabanından doğru CHP merkezi baskı altına alınmalıdır. Bu çabalarda, CHP’nin pek çok yerel örgütünün Genel Merkez’e göre daha tutarlı bir demokrat kimliğine sahip olduğu ve bu örgütlerle daha yakın bir işbirliği/ortaklaşma olanaklarının bulunduğu dikkate alınmalıdır.

Bir geniş demokrasi cephesinin kurulması yönünde umut verici işaretler bulunuyor. HDK-HDP ile birlikte dört büyük emek örgütünün (KESK, DİSK, TMMOB, TTB), çeşitli sosyalist örgütlerin ve demokratik örgütlenmelerin katılımıyla kurulan İstanbul Emek ve Demokrasi Bloğu bu yönde atılan olumlu adımlardan biridir. Bu yapılanmanın benzerlerinin hem merkezi düzeyde hem de tüm yerellerde kurulması için etkin bir tutum almalı, bu tür blokların canlı muhalefet odakları haline gelmesi, gerçek muhalefet potansiyelini harekete geçirmesi için çalışmalıyız.

Söz konusu Barış ve Demokrasi Cephesi girişimi Demokratik Cumhuriyet programı çerçevesinde gerçekliğe kavuşabilir.

Barış ve Demokrasi Cephesi şu temellerde kurulabilir:

 

  • Bu cephe, devletleşen ve otoriter-totaliter bir rejimi kurmaya girişen AKP iktidarına, lideri Erdoğan’ın “tek adam”lık ve sultanlık planlarına son vermeye odaklanmalıdır.
  • Bu cephe, faşist diktatörlüğe gidişin önünde barikat kurmalıdır.
  • Bu cephe, gerek içerde Kürt halkının özgürlük mücadelesine yönelik yürütülen kirli savaşa, gerekse Türkiye’nin Suriye’de bir bölgesel hatta küresel savaş çıkarma riski taşıyan maceracı politikalarına karşı direnişi örgütlemelidir.
  • Bu cephe, güncel merkeziyetçi başkanlık sistemi ile özyönetim (adem-i merkeziyetçilik) çatışmasında ikinci seçenekten yana net bir tutum almalıdır.
  • Bu cephe, dinci-muhafazakar yaşam tarzının topluma dayatılmasına karşı ve dinin devletle ilişkisinin tamamen kesilmesi, inanç ve inanmama özgürlüğü temelindeki özgürlükçü laikliğin kurulması için mücadele etmelidir.
  • Bu cephe, işçi ve emekçilere yönelik “esnek çalışma”, taşeron çalışma,kiralık-köle işçilik, kıdem tazminatının kaldırılması girişimi gibi halen sürdürülen veya önümüzdeki dönemde gündeme getirilecek saldırılara karşı durmalıdır.

Bu cephe girişiminin başarıya ulaşmasında HDK ve HDP’ye önemli roller düşüyor. HDK ve HDP’nin, bu girişimlerinde bire bir kendi programını ve taleplerini dayatmaktan kaçınması, en geniş birlikteliği yakalamak için hedefi daraltması, esnek ve yaratıcı politikalar geliştirmesi gerekiyor.

Erdoğan/AKP iktidarının otoriter ve totaliter bir rejim kurma planlarına karşı güçlü bir toplumsal muhalefet zemini bulunuyor. Siyasi iktidarın ülkeyi bir karanlığa doğru sürüklemekte olduğuna ilişkin bilinç berraklığı ve buna karşı direnme kararlılığı görülüyor. Gerek HDK-HDP dışındaki sosyalistlerde gerekse geniş demokrat kesimlerde şimdiye kadar Kürt Halk Hareketine karşı gösterilen mesafeli tutum zayıflıyor ve dayanışmacı yaklaşım güçleniyor. Kadın örgütlerinin, Alevilerin, hatta kimi CHP’li grupların ve milletvekillerinin Kürt şehirlerinde direnen halkla dayanışma eylemleri, açıklamaları da bunu gösteriyor.

Barış İçin Akademisyenler Girişimi’nin 1128 imzalı açıklamasıyla başlayan süreç, başta Erdoğan olmak üzere AKP cenahından gelen tehditler, yıldırma ve linç çabalarına rağmengüçlenerek devam etti. Akademisyenler hakkında açılan davalar, gözaltılı, ev aramalı soruşturmalar, işten atmalar bile onlara geri adım attıramadı. Tam tersine birbiri ardına binlerce aydın, sanatçı, akademisyen bu girişime ve imzacılarına destek veren açıklamalarda bulundu. Saray’ın saldırıları onurlu aydınlarımızı sindiremedi; aksine direniş ruhunu güçlendirdi.

İşte bu kararlılık, tırmanan faşizme karşı geniş demokrasi cephesinin zeminini oluşturuyor.

Kürt Halkına karşı savaşı yürüten AKP-TSK ittifakı Fırat’ın batısını bir “cephe gerisi” olarak ele alıyor ve buradaki muhalefeti engellemek için, en ufak bir çatlak sesi hain ilan etme, yandaş medya eliyle karalama ve demokratik eylemleri şiddetle bastırma politikası güdüyor. Bu yüzden, “Batıdan ses gelmiyor” söylemini bir kenara bırakarak Batıda ortaya çıkartılabilecek savaş karşıtı, bulaşıcı ve kitleler tarafından sahiplenilmeye uygun, simgesel değeri yüksek, yankıları fazla olacak yeni eylem biçimleri bulmak hem bu ablukayı dağıtmak, hem de iktidarı cephe gerisinde bozguna uğratmak için gerekli bir görev olarak önümüzde duruyor.

Anayasa tartışmaları

Türkiye’de uzun zamandır yeni bir anayasa yapılması konusunda siyasi partiler görüş birliğindeler. Ama HDP ve demokratik güçler 12 Eylül Anayasasını kaldırıp özgürlükleri ve emeğin haklarını genişleten bir anayasa isterken, Tayyip Erdoğan ve partisi kurmakta oldukları emek ve halk düşmanı rejime anayasal güvence sağlamak, tüm iktidarı “tek adam”da toplayan bir başkanlık sistemini kabul ettirmek için uğraşıyor. Erdoğan’ın toplumsal kutuplaşmayı keskinleştirme, muhalefete yönelik baskı ve şiddeti, Kürtlere yönelik savaşı gün be gün yükseltme, hatta “gerekirse” ülkeyi bir savaşa sokma risklerine girmesinin önemli bir nedeni, olası bir referandumda kazanabilmesi için kendi tabanını şovenizmle, muhafazakarlıkla kendi arkasında toplama niyetidir.

Tayyip Erdoğan, yasal zorunluluk olan Anayasa Uzlaşma Kurulu’nu göstermelik olarak işlettikten hemen sonra kendi anayasa taslağını devreye sokup bunu referanduma götürmeyi planlıyor. Referanduma gitmek için eksik olan 14 milletvekilini “Güneş Motel” usulü satın alabileceğini hesap ediyor.

Eğer bu yoldan gidemezse, Erdoğan bir erken seçimi zorlayabilir. Yapılacak bir erken seçimde de HDP ve/veya MHP’nin baraj altına itilmesinin sağlanması, Saray’ın sultanlık hayalinin kolayca gerçekleşmesinin yolunu açar.

HDP ve demokrasi güçleri olarak bu olasılığı göz önünde bulundurup baskın seçime karşı hazırlıklı olmalıyız.

Diğer yandan, Barış ve Demokrasi Cephesi girişimiyle bağlantılı olarak bir “Demokratik Anayasa Hareketi” yaratılabilir. Bu Hareket, işçi ve emekçilerin, kadınların, Kürtler ve diğer halkların, Aleviler ve diğer inanç topluluklarının, dini inancı olmayanların, engellilerin, LGBTİ’lerin, gençlerin, emekli ve yaşlıların, çocukların insanca yaşam koşullarını sağlayacak, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa taslağını hazırlamalı ve Erdoğan/AKP’nin “tek adam-tek parti” rejimini yasallaştıracak anayasasına karşı mücadele edecektir.

Emeğe saldırı planları

AKP sermaye sınıfının 24 Ocak 1980’den bu yana rüyalarını süsleyen hedefini,  36 yıllık hayalini gerçekleştirmek için harekete geçti. AKP, kıdem tazminatını kaldırmak, mevcut kıdem primlerini oluşturulacak Kıdem Tazminatı Fonuna devretmek (daha önceki fonların akıbeti düşünüldüğünde, esasında patronlara yeni bir fon aktarmak), esnek çalışmayı yasalaştırmak, kamu emekçilerine sınırlı da olsa iş güvencesi sağlayan 657 sayılı yasayı değiştirerek iş güvencesini ortadan kaldırmak şeklinde planladığı saldırısını önümüzdeki aylar içinde sonuçlandırmak istiyor.

Erdoğan “Bu paralel yapı ülkemizde devletin içerisinde sızmış bir virüs gibi. İstihbaratta da var, emniyet teşkilatı, silahlı kuvvetlerimiz bütün bu yerlerin hepsinde bunlar var ve ciddi iletişim sağlamaya çalışıyorlar. 657 değiştirilmediği sürece bu iş çözülmez” diyerek kamu emekçilerine yapılacak saldırının kılıfını hazırladı: Paralel yapıyla mücadele…

AKP’nin bugün tartışmaya açtığı bu saldırı, esas olarak sermayenin işçi sınıfına dönük güvencesiz, esnek çalışma saldırılarının bir parçasıdır ve bundan bağımsız olarak ele alınamaz.

AKP’nin önümüzdeki dönemde hazırlığını yaptığı saldırılardan biri de, Özel İstihdam Bürolarının, yani kiralık işçiliğin devreye sokulmasıdır. Kiralık işçilik, işçi sınıfının bugüne kadar elde ettiği kazanımların çoğunu geri alacak, işçilikle kölelik arasındaki sınırları kaldıracaktır. Çünkü artık büyük şirketlerin işçilerine karşı toplu sözleşme yapma, kıdem tazminatı ödeme, yıllık izin kullandırma ve izin parası verme vb yükümlülükleri ortadan kalkacaktır. Elbette arada sendika diye bir şey de olmayacaktır.

AKP, işçi sınıfına karşı girişeceği bu en kapsamlı saldırı dalgasında sendikal bürokrasi içindeki ajanlarına güveniyor. Üç büyük konfederasyon (Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen) deyim yerindeyse AKP’li kayyum tarafından yönetiliyor. Başbakan Yardımcısı Lütfi Elvan’ın “Ocak ayı içinde kıdem tazminatı ile ilgili çalışmaları tamamlayıp, taraflar arasında bir görüş birliği sağlayarak, Şubat ayı sonuna kadar yasal düzenlemeyi çıkaracaklarını” söylemesinin üzerinden haftalar geçmesine rağmen sendika yöneticilerinden ciddi bir açıklama gelmedi. AKP’nin parti örgütleri gibi hareket eden Hak-İş ve Memur-Sen’den zaten bir girişim beklememek gerekir, ama genel kongre kararlarında “Kıdem Tazminatına dokunulması bizim için genel grev sebebidir” diye yazan en büyük konfederasyon Türk-İş’ten henüz ses çıkmaması dikkat çekici. Yine de işçi sınıfının bu konuyu “öylece geçiştireceğini” düşünmemek gerekir.

Siyasi stratejisini iş güvencesini ve sosyal hakları tamamen ortadan kaldırarak işçi sınıfına karşı ölümcül bir darbe vurmak üzerine şekillendiren AKP’nin bu planına karşı işçi sınıfının, mücadeleci örgütleri DİSK, KESK başta olmak üzere sert bir mücadele vereceğini göz önünde bulundurarak SYKP’nin de siyasal faaliyetini bu mücadeleye hizmet edecek tarzda örgütlemesi gerekiyor. SYKP olarak işçi sınıfına yönelik bu saldırılara gerek emek örgütlerinin mücadelesine destek vererek gerekse bağımsız eylem ve etkinliklerimizle karşı koyacağız.

Ortadoğu ve dış politika

Bir dönem ABD’nin himayesinde Ortadoğu’da inisiyatif almayı yanlış yorumlayıp yeni-Osmanlıcı hayallere kapılan Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, kendileriyle birlikte Türkiye dış politikasının da başını duvardan duvara vuruyorlar. Ama yine de akıllanmıyorlar.

“Komşularla sıfır sorun politikası” dediler; birkaç yıl bunu tutturmuşlar gibi görünüyordu. Hatta vizesiz, gümrüksüz bir “Şamgen” bölgesi kuracak gibiydiler. Gelinen noktada ise neredeyse su isteyecek bir komşuları kalmadı. “Kuzey Irak’ta Kürt yönetimi kurulması kırmızı çizgimizdir” dediler; şimdi orada bağımsız Kürdistan devleti kurulmasına yeşil ışık yakıyorlar. Libya’da Kaddafi’ye karşı ayaklanma başladığında “orada NATO’nun ne işi var” dediler, 15 gün geçmeden NATO’yla ortak operasyonlara katıldılar. Mısır’da Müslüman Kardeşler üyesi Muhammet Mursi Suudi Arabistan’ın açık desteğiyle askerler tarafından devrilince General Sisi’ye karşı neredeyse savaş açacaklardı; şimdi arayı düzeltiyorlar. Suudi Arabistan ise Katar’la birlikte Türkiye’nin bölgedeki en yakın dostu haline geldi. “Oneminute” çıkışıyla ve Gazze’ye sahip çıkarak İsrail’e karşı İslam aleminin lideri pozunda saldırıya geçmişlerdi; bir süre gerçekten de bölge ülkelerinde saygınlık kazandılar ama bugün İsrail’le aşklarını tazeliyorlar. Arap-İslam dünyası sokaklarında artık lanetle anılıyorlar.

AKP iktidarı en büyük hüsranlarını ise Suriye’de yaşıyor. Önce Esat ailesiyle can ciğer kuzu sarması oldular, ortak hükümet toplantıları yapmaya başladılar, vizeleri kaldırdılar; sonra birden bire Esat yönetiminin ne kadar katliamcı, “Alevi” ve “Sünni düşmanı” olduğunu fark edip Baas iktidarın devirmek için kelle kesici-kan içici cihatçı çetelere kucak açıp onları her türlü olanağı sunarak desteklediler. Çatışmaların ilk dönemlerinde birkaç hafta içinde Baas iktidarını devirip Şam’da Emevi Camii’nde şükür namazı kılacaklardı; Şam’ı geçtik, “İstanbul neyse Halep de odur” dedikleri şehrin de,  “Türkmen Dağı”nın da rejim güçlerinin eline geçmesini oturup seyretmek zorunda kaldılar. Şimdi ise Türkiye sınırına 5 km uzaklıktaki Azez’i “vermeyiz de vermeyiz” naraları atıyorlar. Kim inanır?

Erdoğan-Davutoğlu dış politikası tam bir iflas halinde, yerlerde sürünüyor. Ama bir türlü rüyalarından uyanıp gerçeklerle yüzleşmeyi beceremiyorlar.

Rusya’nın Suriye’deki savaşa doğrudan dahil olması, sadece bu ülkeyi ve bölgeyi ilgilendiren bir konu değil, stratejik bir hamledir. ABD’nin stratejik yığınağını Çin’i kuşatmak üzere Güneydoğu Asya’ya yapması ve Ortadoğu’da -kara gücü olarak- askeri operasyonlardan uzak durma tutumu, Rusya’nın bölgeye yerleşmesinin yolunu açtı. Türkiye’nin 24 Kasım’da bir Rus savaş uçağını düşürmesini de bahane eden Rusya, Suriye’ye 400 km menzilli Sam füzelerini yerleştirerek sadece bu ülkenin hava sahasını değil, çok daha geniş bir bölgeyi kontrol altına aldı. Ayrıca uçak ve savaş gemilerini Suriye açıklarında topladı.

Rusya’nın hava saldırılarının, balistik füzelerinin desteğiyle Suriye Ordusu beş yıldır süren savaşta kaybettiği toprakların önemli bir bölümünü ve stratejik noktaları ele geçirdi. Türkmen Dağı’nın cihatçılardan geri alınması, Halep’in büyük ölçüde kuşatılması, öte yandan PYD-YPG güçlerinin Türkiye sınırının büyük bölümünü IŞİD ve diğer cihatçı çetelerden temizleyip alması, Türkiye’nin yıllardır beslediği çetelere silah ve lojistik destek yollarını kesti. Azez’in de PYD’nin eline düşmesi halinde Türkiye neredeyse tümüyle oyunun dışında kalacak.

Suriye’nin bütününü kontrol altına alıp arka bahçesi yapma hayalleriyle oyuna giren Türkiye, şimdi güney sınırlarının tamamında bir Kürdistan özerk bölgesi kurulması kabusunu görüyor ve savaşı bile göze alarak bunu engellemeye çalışıyor. Erdoğan’ın “kırmızı çizgim” dediği birleşik Rojava’nın büyük ölçüde hayata geçmesi ve geniş bir uluslararası meşruiyet kazanması, “müzakere masası”nı devirmesinin de en önemli nedenlerinden birini oluşturuyordu. Çünkü sınırın Rojava şeridiyle kapanması, kısa vadede Türkiye’nin Suriye’de beslediği çetelerle bağını koparacak; İran’a karşı stratejik müttefik olarak gördüğü Sünni Arap kitlesiyle doğrudan temasını kesecek; ve elbette en önemlisi Kuzey Kürdistan halkının demokratik özerklik/özyönetim talebinin gerçekleşmesini, konfederalizm modelinin hayata geçmesini kolaylaştıracaktır.

İşte bir yandan Erdoğan’ın İran’a/Şiiliğe karşı Sünni Arap/İslam aleminin lideri olma hayalleri ve stratejik hesapları, bir yandan TSK ile paylaştığı Kürt fobisi ve bölünme korkusu bugün Türkiye’yi bir savaşın eşiğine getirmiş durumda. Biraz olsun rasyonel düşünme yeteneği kaldıysa iktidar sahiplerinin böylesi bir maceradan uzak durması gerekir. Çünkü Suriye’deki savaşa dahil olmak demek, doğrudan bir küresel güç olan Rusya’yla çatışma anlamına gelecektir ve sonucu apaçık ortadadır. (Böylesi bir çatışmada ABD ve NATO’nun Türkiye’ye fiili ve gerçek bir destek vermeyeceği besbellidir.)

Gerçi TSK, BM ve NATO onayı olmadan Suriye’ye girmeyeceğini Hürriyet’e “bir askeri yetkili”nin ağzından verilen demeçle açıklamış oldu. Ama sınırda yaşanan gerginlikler ve YPG güçlerine yönelik obüs bombardımanı gibi gelişmelerin yarattığı bir kıvılcım istemeden de olsa bir savaşa yol açabilir. Öte yandan Saray’ın provokatif davranma kabiliyeti ve “irrasyonel” davranışları da bir savaş çıkarma potansiyelini taşıyor.

Böylesi olası bir savaş, kuşkusuz Türkiye ve bölge halkları için bir felaket demektir. Saray-AKP iktidarının yayılmacı, maceracı, provokatif dış politikasına karşı barışı savunmak şimdi her zamankinden daha acil bir görev haline gelmiştir. Erdoğan-AKP iktidarının içerde otoriter ve totaliter bir rejimi yerleştirme tehlikesine karşı mücadele, bugün bir bölge savaşı çıkarma tehlikesine karşı mücadeleyle birleşmiştir.

“İç” ve “dış” artık çok daha iç içe

Dış politika her zamankinden daha fazla iç politikayla iç içe geçmiş durumdadır. Özellikle AKP’nin cihatçı çetelerin Türkiye’de politik faaliyet göstermesine,üslenmesine, geçişlerine izin vermesi ve kolaylık göstermesi bu çetelerin Türkiye’deki örgütlenme ve etki ağını büyütüyor. Şimdi ülkenin dört bir yanında IŞİD’çiler, El Kaideciler cirit atıyor ve asker/kadro devşiriyor.

Cihatçı çetelerin Suriye’de yenilgiye uğraması ise Türkiye için ayrı bir tehlike kaynağı oluşturuyor. Rejim ve Demokratik Suriye Kuvvetleri’nin önünden kaçan cihatçılar Türkiye’ye geçip yerleşiyor. Bu kesimlerin AKP’nin tabanını oluşturacağını ve paramiliter güçlerinde yer alacaklarını tahmin etmek hiç de zor değildir. Bu eli kanlı canilerin bir iç savaşta ve faşist bir rejimde nasıl roller oynayacağını tahmin etmek de öyle… Kaldı ki, Diyarbakır HDP mitingi, Suruç, Ankara ve İstanbul’da patlayan bombaların faillerinin Suriye bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Yine bu katliamların (İstanbul’daki dışında) sadece muhalifleri hedef alması, ayrıca faillere kolluk kuvvetlerinin göz yumduğunun açığa çıkması, AKP’nin bu cihatçı çetelerden şu veya bu biçimde yararlandığını gösteriyor. Bir başka olasılık ise, bugün AKP’nin himayesine müteşekkir olan cihatçı çetelerin, yarın her hangi bir biçimde AKP’yle ters düşmesidir; şu anda AKP’yle araları iyi olduğu için sessiz kalan çetelerin böyle bir durumda ülkeyi kana bulayacakları açıktır.

Öte yandan Suriye’deki savaşın mağduru olan, evini, işini, yaşam düzenini kaybedip, canını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan iki milyonu aşkın (ve giderek büyüyen) bir mülteci kitlesi söz konusudur. Artık Türkiye bir mülteci ülkesidir. Gelenlerin çok büyük bölümünün geri dönmeyeceği, dönemeyeceği ortadadır. Suriye’de savaş bugün bitse bile uzun yıllar maddi ve manevi tahribatın giderilmesi mümkün olamayacak, sürgüne gidenlerin geri dönmesi için gereken asgari yaşam koşulları ve güven ortamının yaratılması yıllar alacaktır. Bu süre içinde Türkiye’deki ekonomik ve sosyal yaşamla bağlar kuran (girilen işler, çocukların okulları, görece daha yüksek yaşam koşulları vb.) mülteci kitlelerin büyük bölümü artık burada kalmayı tercih edecektir. Bu ise sosyolojik ve demografik sorunlar yaratacaktır.

Canını kurtarmak için ülkemize gelenlere insanca yaşam koşulları, barınma, sağlık ve eğitim olanakları sağlamak insanlık görevidir. AKP Hükümeti, mültecilere kucak açmış görünürken onları “mülteci” bile kabul etmiyor; sığınmacı, misafir gibi adlarla niteleyerek uluslararası yasaların koyduğu yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınıyor. En kötüsü, mültecileri Avrupa ülkelerinden para koparmanın bir aracı gibi görüyor. Bu ahlaksızca yaklaşıma karşı sosyalistler olarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilere (ve tüm diğer halklardan insanlara) onurlu bir yaşam sürdürmenin koşullarının sağlanmasını, isterlerse yurttaşlık hakkı verilmesini savunuyor, bunun için mücadele ediyoruz.