Hakkâri’de DEM Partili Belediye Başkanı’nın görevden alınması ve yerine yapılan atama bağlamında “kayyım sorunu” ve çözümü

SYKP Merkez Yürütme Kurulu’nun Hakkari Belediyesi’ne kayyım atanması ve SYKP’nin yerel yönetim anlayışına ilişkin açıklaması:

Hakkâri’ye kayyım atanması: Rejim ve ana muhalefetin tutumu

  1. Olay: 3 Haziran 2024’te İçişleri Bakanlığınca Hakkâri Belediyesi’ne kayyım atandı. Karar, DEM Partili Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınması ve hakkında 10 yıl önce görülmeye başlayan bir davadan dolayı ceza alması gerekçesiyle verildi. Bakanlıktan yapılan açıklamada, “Mehmet Sıddık Akış’ın Anayasa’nın 127’nci maddesi ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 47’nci maddesi gereğince geçici bir tedbir olarak İçişleri Bakanlığı’nca görevden uzaklaştırılmıştır. 5393 sayılı Belediye Kanunun 45 ve 46’ncı maddeleri uyarınca Hakkâri Valisi Ali Çelik, Hakkâri Belediye Başkan Vekili olarak görevlendirilmiştir” denildi.
  2. Rejimin tutumu: AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 5 Haziran’da bu kararı şu gerekçelerle savundu: “Yargı burada kanunu değil hukuku konuşturmuş ve kararını da buna göre vermiştir. Bunlar ne yaptı? Hemen parlamentoyu ayağa kaldırmaya kalktılar. Kusura bakmayın burası hukukun işlediği Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosudur […] Muhalefet partileri koro halinde bilindik ezberleri tekrarlamak yerine terör-siyaset ilişkisini sorgulamalı, Kandil güdümlü siyasetin Türk demokrasisine verdiği zararların ortadan kaldırılmasına odaklanmalıdır. İlla bir tepki gösterilecekse hukuk çerçevesinde uygulanan idari tedbirlere değil, Kandil’in belediyelere çökme girişimlerine göstermelidir.

“Bazıları çıkmış, Meclis’te adeta terör estirerek belediyeler bizimdir naraları atıyor. Halkın olan belediyeleri kendilerinin tapulu mülkü gibi görüyor. Belediyeler ne onların ne de terör örgütünündür. Bağırıp çağırarak, Meclis’te nümayiş yaparak milletin temsilcilerini susturacaklarını zannedenlere şunu hatırlatmak durumundayım; belediyeler kimsenin arka bahçesi değildir. Eğer adaylarınız herhangi bir gayrimeşru işlemlere girmediyse, katılmadıysa söyleyecek sözümüz yok. Eğer yaptılarsa bizler de yasaları işletmek durumundayız. Hakkâri şimdi bunun ilk adımı olmuştur. Hukuk da bunun gereğini yapmıştır ve yapacaktır. Biz sadece terör belasıyla hukuk zemininde mücadele ediyoruz. Bu mücadeleyi bize tuzak kurmak isteyenlerle de yürüteceğiz.”

  • Ana muhalefetin tutumu: Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın gözaltına alınması ve yerine kayyım atanmasının ardından kenti ziyaret eden CHP Genel Başkan Yardımcısı Dr. Zeliha Aksaz Şahbaz, Parti Sözcüsü İzmir Milletvekili Deniz Yücel, Bursa Milletvekili Kayıhan Pala ve Antalya Milletvekili Cavit Arı’dan oluşan heyetin 5 Haziran’da CHP Hakkâri İl Başkanlığı’nda düzenlediği basın açıklamasında parti sözcüsü Yücel kente kayyım atamasına şu gerekçelerle karşı çıktı: “Hakkârili hemşerilerimiz daha iki ay önce iradelerini ortaya koyarak bir belediye başkanı seçmişlerdir. Görevine son verilerek gözaltına alınan belediye başkanı eğer seçilme yeterliliğine sahip değilse, hakkında bu kadar ağır ithamlar, suçlamalar ve deliller varsa neden aday olması ve seçilmesine izin verilmiştir? İkincisi. eğer hakkında seçilme yeterliliğini engelleyecek bir delil veya mahkûmiyet kararı yoksa o zaman seçilip belediye başkanı olduktan sonra neden görevden alınmaktadır? Bu durum anayasamızın 38. Maddesinde düzenlenen masumiyet karinesine aykırıdır. 31 Mart Yerel Seçimleri sandık sonuçları, AKP ve Cumhur İttifakı’na çok önemli mesajlar verdi ama hâlâ bu mesajları almakta, idrak etmekte direndiklerini görüyoruz. Türkiye’nin normalleşmesi, antidemokratik uygulamalardan vazgeçmesi gerekiyor.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Aksaz Şahbaz da kayyım atamasının Anayasa’ya aykırı olduğunu vurguladı. Uygulamanın 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında çıkarılan kanun hükmünde kararname ve yasaya dayandırılarak gerçekleştirildiğini söyledi.

Şahbaz, “Kayyım ataması Hakkâri halkının iradesini yok sayarak adeta belediyeye çökme operasyonudur. Bunun çok fazla gerekçeleri dillendirilebilir; fakat biz biliyoruz ki bu bölgede yaklaşık üç dönemdir seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım ataması yoluyla, halkın iradesi yok sayılarak belediyelere el koyma operasyonu gerçekleşmekte. Hakkâri’de de 2014 yılından beri belediyeye böyle bir kayyım atama uygulaması var. Bu AKP iktidarının ne kadar baskıcı ve antidemokratik bir yönetim anlayışında olduğunu ortaya koyuyor. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak dün Van’da olduğu gibi bugün de Hakkâri’de kayyımlara karşıyız. Tüm bölgede, tüm Türkiye’de kayyım değil, halkımızın iradesi ile seçilen yöneticilerle belediyelerimizin yönetilmesini, demokratik bir yönetim anlayışını destekliyoruz ve yanında duruyoruz. Belediye başkanını görevden alma durumu tüm belediyelerde olabilir; fakat demokratik olan belediye meclisinden belediye başkanı vekili ya da başkanının seçilmesidir.”

“Bugün burada sadece belediye başkanı değil, aynı zamanda belediye meclis üyeleri de cezalandırılmaktadır, Hakkâri halkı cezalandırılmaktadır. Belediye meclisinin iradesi de seçilmişliği de yok sayılmaktadır. Onun için biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak demokrasi mücadelemizi sürdürüyoruz. Hakkâri halkının iradesinin yanında, kayyımla yönetim tarzının tüm Türkiye’de karşısında duruyoruz.”

SYKP’nin tutumu

  1. Türkiye’de yerel yönetimler ve merkezi yönetim arasındaki politik ve hukuki vesayet ilişkisinin doğasından kaynaklanan sorunlar

Sonuçta “kayyım” kavramı çevresinde dile gelen çatışma ve tartışmanın politik temeli “Kürt Sorunu”nun “tekçi” (üniter) devlet kalıbı içindeki çözümsüzlüğünde yatmakla birlikte, yerel yönetimlerin hukuksuzca merkezi yönetim vesayeti altında bulundurulmasını esas alan egemen anayasal “yerinden yönetim” modeli bir “Demokles kılıcı” olarak yerel yönetimlerin tepesinde sallanagelen müzmin, yapısal sorun kaynağıdır.

Günümüzde hükümetin Kürt belediyelere “kayyım” tayiniyle açığa çıkan kriz, esasen 7 Kasım 1982’de halk oylamasıyla kabul edilen ve bugüne kadar değişmeksizin gelen Anayasa’nın yerel yönetimlerle ilgili 27. Maddesinin aşağıdaki kurgusunda içkindir:

“Mahalli idareler; il, belediye ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları gene kanunda gösterilen seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. Mahalli idarelerin seçimleri, Anayasa’nın 67. maddesindeki esaslara göre beş yılda bir yapılır. Kanun, büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir. Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı geçici bir tedbir olarak kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.”

Oysa 1961 Anayasası’nın yerel yönetimleri tanımlayan 116. Maddesi merkezi yönetime böyle bir istisnai yetki tanımıyordu: 1961 Anayasası’nda Yerel Yönetimlerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetim “ancak yargı yolu ile olur” hükmüyle en önemli ve etkili organlar merkezi yönetimin müdahalesi dışında tutulmuşken, 1982 Anayasası’yla bu maddeye getirilen istisna sonucunda siyasal gücü elinde bulunduranlar yerel yönetimlerin organları ve bu organların üyelerini görevden uzaklaştırmalarına yönelik anayasal müdahale yolu ve gücüne kavuşturulmuş oldular.

Özetle, karşı karşıya bulunduğumuz mesele, 1982 Anayasasının yürütmeye, 12 Eylül rejiminin iktidarda bir askeri cunta olmaksızın süregitmesini sağlayacak şekilde hukuksuzca kuvvet aktaran antidemokratik kurgusundan kaynaklanan yapısal bir meseledir. Mevcut hüküm Anayasa’daki varlığını koruduğu sürece, iktidardaki her parti yerelde kendi hâkimiyetine engel gördüğü yönetimleri işbaşından uzaklaştırma yetkisine sahip kılınmış olduğundan emin olabilir ve şu ya da bu vesileyle bu hükmü işleterek uygulamasının meşruiyetini iddia edebilir.

Nitekim yukarıda ana muhalefet partisi sözcülerinin Hakkâri’ye kayyım atanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı kararını eleştirmekle birlikte eleştirilerinin, kayyım atama uygulamasının biçim ve usulüne ilişkin olduğunu, ancak merkezin yerel üzerindeki Anayasayla tanınmış mutlak vesayetini ise eleştiri dışında tutmaya devam ettiklerini, kendileri işbaşında olduklarında bu vesayeti işletmekten imtina etmeyeceklerini gözden kaçırmamak gerekir.

CHP sözcüsü, “Belediye başkanını görevden alma durumu tüm belediyelerde olabilir” diyerek Belediye Başkanları ve/veya belediye organlarının bir yargı kararı olmaksızın İçişleri Bakanı tarafından görevlerinden alınmalarında bir sorun görmediklerini açıkça ifade ediyor. Ana muhalefete göre antidemokratik olan, seçimle işbaşına gelen belediye başkanının idari/siyasi kararla görevinden uzaklaştırılması değil, görevden alınan başkanın yerine belediye meclisinden belediye başkanı vekili ya da başkanı seçilmeyip kayyım atanmasıdır.

Yürürlükteki 1982 Anayasa’nın 27. Maddesi’yle merkezi yönetime DEM Partili olsun olmasın tüm belediyeler üzerinde tanınan vesayet yetkisi varlığını sürdürdükçe yerel yönetimlerin “özerkliği” bir yanılsamadan ibaret kalmaya devam edecektir. Sorunun köklü çözümü, Anayasa’nın 27. Maddesi değiştirilerek İçişleri Bakanı’na tanınan belediye başkanları, organları ve organların üyelerinin görevden alınması yetkisinin kategorik olarak iptalini gerektirmektedir.

  • Türkiye’de yerel yönetimler üzerindeki çoklu ve geniş vesayetten kaynaklanan diğer sorunlar

Türkiye’de ve dolayısıyla Kürdistan’da belediye örgütlenmeleri -daha genel bir ifadeyle yerel yönetimler- doğal ve kendiliğinden oluşmuş toplumsal kurumlar değil, modernleşme ve Batılılaşma dalgaları üzerinde, kanun zoruyla toplumsal örgütlenmeye dâhil edilmiş yapılar olduklarından, Batı’daki kent devletleri tecrübesinde olduğu gibi merkezi devlete kendi organik niteliklerini empoze etmekten çok merkezi yönetimin toplum içindeki kolu ve uzantısı halinde iş göregeldiler. Yerel yönetimlerin bir demokratik yerinden yönetim organı olarak toplumsal tahayyüle dâhil olması, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine başvurusuyla birlikte Avrupa mevzuatı bağlamındaki kimi düzenlemeler dolayısıyladır.

Bu husus Anayasa’nın 126. Maddesi’nde şu şekilde kayıt altına alınmıştır: “Merkezî idare mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.” fıkrasıyla kayıt altına alınmıştır.

Yerli mevzuat bu anayasal dayanaktan da hareket ederek merkezi idarenin yönetim ve gözetim yetkilerinin il özel idareleri ve belediyeleri dört bir yandan kuşatmasıyla belirlenir.

Belediyeler üzerindeki vesayet denetimi Belediyenin kuruluşundan itibaren başlar ve Belediyenin faaliyete geçmesiyle devam eder. Belediye üzerindeki vesayet yetkileri çeşitli yasalarla düzenlenmiş olmakla beraber temel yasa 1580 sayılı Belediye Kanunudur. 3030 sayılı Büyükşehir belediyelerinin Yönetimi Hakkındaki Kanunun 21. maddesi de, bu Kanuna aykırı olmayan 1580 sayılı Kanun ve diğer mevzuat hükümlerinin Büyüksehir ve ilçe belediyeleri için de uygulanacağını kabul ederek diğer belediyeler üzerindeki vesayet yetkilerini büyük ölçüde Büyükşehir Belediyeleri için de geçerli kılmıştır.

Türkiye’de yerel yönetimler üzerinde yetki sahibi kurumlar ve yetkileri şöyledir:

1. İdari Vesayet:

İçişleri Bakanlığı: 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu gibi yasalara dayanarak, il özel idareleri ve belediyeler üzerinde idari vesayet yetkisini kullanır. Bu yetki kapsamında, yerel yönetimlerin kararlarını ve işlemlerini denetleyebilir, iptal edebilir veya düzeltebilir. Ayrıca bütçelerini onaylayabilir ve mali denetimler yapabilir.

Valilikler: Vali, ildeki tüm kamu kurum ve kuruluşları üzerinde amirlik yetkisini kullanır. 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanununa dayanarak il özel idareleri ve belediyelerin kararlarını ve işlemlerini denetleyebilir, iptal edebilir veya düzeltebilir. Ayrıca bütçelerini onaylayabilir ve mali denetimler yapabilir.

Kaymakamlıklar: Kaymakam, ilçedeki tüm kamu kurum ve kuruluşları üzerinde amirlik yetkisini kullanır. 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanununa dayanarak belediyelerin kararlarını ve işlemlerini denetleyebilir, iptal edebilir veya düzeltebilir. Ayrıca bütçelerini onaylayabilir ve mali denetimler yapabilir.

2. Mali Denetim:

Sayıştay: 831 sayılı Sayıştay Kanunu’na dayanarak yerel yönetimlerin gelir ve gider hesaplarını denetler. Sayıştay denetimleri, yerel yönetimlerin mali disiplinini sağlamayı ve kaynakların etkin ve verimli kullanılmasını amaçlar.

Maliye Bakanlığı: Maliye Bakanlığı, yerel yönetimlerin mali durumlarını denetlemek ve mali disiplinlerini sağlamak için çeşitli birimler aracılığıyla çalışmalar yürütür.

3. Yargısal Denetim:

İdare Mahkemeleri: Yerel yönetimlerin karar ve işlemlerine karşı açılan davaları inceleyip karara bağlar. İdare mahkemeleri, yerel yönetimlerin hukuka uygun hareket etmesini sağlamayı amaçlar.

Danıştay: İdare mahkemelerinin kararlarına karşı yapılan itirazları inceleyip karara bağlar. Danıştay, idari yargının en üst kurumu olarak yerel yönetimlerin hukuka uygun hareket etmesini sağlamayı amaçlar.

Bu denetim ağları toplamının yanıt verdiği temel kaygı kaynağı yerel yönetimlere tanınan özerkliğin egemenlik tekelini merkezi yönetimle paylaşmaya, merkezin yetkilerini devralmaya yönelme eğilimidir. Başka bir deyişle, yerel yönetimlerin özyönetim organları olarak, merkezi yönetim tekelinde bulunduğu kabul edilen egemenlik alan ve düzeylerine eş koşma riskidir.

Egemenliği kullanmaya yetkili birimlerin, ancak devletler ve yarı egemen birimler grubuna giren federe devletler ya da eyaletler olduğu kabulüyle, yerel yönetimler, üniter devletlerde de federal devletlerde de egemenlik kullanan birimler olarak görülmez ve öyle olma eğilimlerinin sürekli denetim altında tutulmaları gerekir. Yerel yönetimin yetkisi, siyasal gücün belli bir ölçüde merkezi yönetimle yerel yönetimler arasında paylaşılmasından doğar. Bu paylaşmada merkezi (veya federal) devlet, yerel yönetimlerin hem genel hem de yerel yararlara uymadığına hükmettiği karar ve eylemlerine engel olma hakkını bir mutlak hak olarak elinde bulundurmayı gözetir.

Türkiye’deki, yerel yönetimleri nihayetinde Ankara’nın kolonisi konumuna indirgeyecek ölçüde araçsallaştıran merkezi devletin “yetki/egemenlik” iddiasından doğan “kayyım” sorunu, esasen bir yerel yönetim sorunu değil, yerel yönetim düzleminde kendisini açığa vuran bir rejim tartışması sorunudur.

Ulusal uyanış halindeki Kürt halkının yerel yönetim seçimlerini ve yerel yönetim kurumlarını, dışlanan Kürt kimliğinin ve özyönetim iddiasının dışavurum anı olarak değerlendirmesi ve yerel yönetimdeki DEM Partili belediyelerin hizmetlerin gerçekleştirilmesi ve dağıtımında merkezin tekçi ve despotik tavrını sorgulayan -ana dilinde hizmet, kadın sığınma evleri, yoksulluğun telafisi- uygulamaları Ankara’yı, yerel yönetim zeminlerinde bir egemenlik kavgası yürütmek üzere bu kısıtlayıcı mevzuatı dahi bükmek zorunda bırakıyor.

Yerel yönetimleri, ‘çöktürme planı’ doğrultusunda Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesinin zeminleri olarak işletmeyi hedefleyen Ankara, ‘ayaklanma bastırma’ önlemlerini yerel yönetim mevzuatı içine sıkıştırma telaşı içinde, Anayasa’nın merkezi yönetime bağışladığı keyfi yönetim yetkilerini, yargının araçsallaştırılmasının süregittiği bir dönemde hoyratça kullanmaya girişiyor.

  • Yerel yönetim krizinden çıkış ve Kürt halkının haklarının güvenceye kavuşturulmasının olanakları nerede?

Yukarıda genel çerçevesi çizilmeye çalışıldığı şekilde, mukabil güçle caydırılmadığı takdirde AKP-MHP rejiminin Kürdistan belediyelerini kolonileştirme ve kayyımlarla ikame eğiliminden ‘demokratik’ eleştiri ve ‘hukuksal’ itirazlar yoluyla vazgeçirilmesinin söz konusu olmadığının kabul edilmesi gerekir.

Bu iki nedenle böyledir: İktidar partisinin yürürlükteki Anayasa ve yerel yönetim mevzuatının iktidar partisine, yerel yönetimler üzerinde bahşettiği tiran yetkisinden vazgeçmesi “eşyanın tabiatı”na aykırıdır. Devletin yerel birimlere bir takım yetkiler vermesinin dayandığı mantık, yerelin özyönetim hakkının tanımasıyla değil, merkezin üzerindeki hizmet yükünün aktarılmasıyla ilgilidir. Merkezi devletin bazı kamu hizmetlerini yerel birimlere bırakması bir yandan hizmetlerin ülkenin tümünde “uyum ve birlik içinde” yürütülmesi sorumluluğunun devletin üzerinden kalktığı anlamına gelmez. Öte yandan devlet, yerel yönetimlerin devletin birliği ve ülkenin genel çıkarlarına aykırı eylem ve işlemlerde bulunabilmelerinin mümkün olduğundan kuşkulanmakla kendisini görevli saymaya, yerel yönetimler, başka bir yönetim modeli kuruluncaya kadar merkezi devletin ‘olağan şüphelisi’ olmaya devam edecektir.

Ancak birlikte işleyecek iki dinamik mevcut gidişatın yerel yönetimler lehine, merkezi devlet aleyhine yeni bir dengeye oturmasını sağlayabilir:

Birincisi, “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı”nı inkâr etmeksizin, egemen devletin topluma zerk ettiği “bölünme” paranoyasının akıl dışılığını sergileyen, genişleyen yerel özerkliğin, merkezi devletin masraf ve tahakkümünü daraltarak ülkenin tamamına bir özgürlük ve refah dinamiği olarak geri döneceğini ortaya koyan bir aydınlatma seferberliğine girişmek.

İkincisi, kazanılmış Kürdistan Belediyeleri’nde işbaşındaki DEM yönetimlerinin ana dilinde belediyecilik, halkçı belediyecilik, kadın belediyeciliği vb. dönüştürücü icraata hiç zaman kaybetmeksizin girişmesi, belediyeleri şeffaflaştırması, istihdam ve yatırım olanaklarını hakkaniyetle değerlendirmesi. Özetle “yap da görelim” diyenlere yapabileceklerini göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmaksızın güçlü ve süreğen bir açıklama, propaganda, halkla ilişkiler kampanyası yürütmesi.

SYKP bu bakımdan hiçbir karşılık beklemeksizin, bu doğrultuda yürütülecek eylemlere ve programlara ortak olmak, bu düzeylerde elde edilen kazanımları, batıdaki AKP ve CHP belediyelerinin rantı merkeze alan, çok ulusluluğu ve çok kimlikliliği inkâr eden uygulamalarının eylemli bir eleştirisi olarak kamusal tartışma gündemine taşıyabilir.  

Üçüncüsü, AKP ve CHP’nin gereğini yerine getirmemekle birlikte teorik olarak inkâr da etmedikleri Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın hem merkezi hükümet hem yerel yönetim uygulamaları düzeyinde yansıtılmasına yönelik uygulama kararları alınması doğrultusunda eleştiri ve tartışma kampanyaları yürütmek.

Türkiye, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartını bazı çekincelerle imzalamıştır. Şart, imzacı devletleri özerk yerel yönetim kurumunun içinde yer alması gereken demokratik anayasal ve yasal zemini esas alarak merkezi yönetimin rolünün azaltılmasına ve bu bağlamda merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimin en az seviyeye indirmeye çağırmakta, bununla birlikte yerel yönetimlerin yetki ve görev alanındaki ölçütleri belirterek verilen görevin önemiyle orantılı gelir kaynakları sağlanması gerektiğini kayıt altına almaktadır.

Ayrıca imzacı ülkelerin yükümlülükleri, Şart’ın kapsayacağı makamlar ve her akit tarafın Şart’ın hükümlerine uygunluk sağlamak amacıyla mevzuatında yaptığı değişiklik ve aldığı önlemler konusunda Avrupa Konseyi’ne bilgi vermesi zorunluluğunu içermektedir

Türkiye’nin çekince koyduğu madde ve paragraflar sırasıyla şunlardır: Yerel makamları doğrudan ilgilendirilen planlama ve karar süreçlerinde kendilerine danışılması (Madde 4, Paragraf 6). Yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerin kendilerince belirlenmesi (Madde 6, Paragraf 1). Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdamayacak işlev ve faaliyetlerinin kanun ve temel hukuk ilkelerine göre belirlenmesi (Madde 7, Paragraf 3). Vesayet denetimine ancak, vesayetle korunmak istenen yararlarla orantılı olması durumunda izin verilmesi (Madde 8, Paragraf 3). Yerel yönetimlere kaynak sağlanmasında hizmet maliyetlerindeki artışların mümkün olduğunca hesaba katılması (Madde 9, Paragraf 4). Yeniden dağıtılacak mali kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, yerel yönetimlere önceden danışılması (Madde 9, Paragraf 6). Yapılacak mali yardımların, yerel yönetimlerin kendi politikalarını uygulama konusundaki temel özgürlüklerini mümkün olduğu ölçüde ortadan kaldırmaması (Madde 9, Paragraf 7). Yerel yönetimlerin haklarını savunabilmeleri için uluslararası yerel yönetim birimleriyle işbirliği yapabilmeleri, uluslararası birliklere katılabilmeleri (Madde 10, Paragraf 2 ve 3). Yerel yönetimlerin iç hukukta kendilerine tanınmış olan yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmeleri (madde 11),

Şart’ın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanun maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, Türkiye’nin Bakanlar Kurulu (bugün Cumhurbaşkanı) kararıyla bütün çekincelerin kaldırılması mümkündür.

Dördüncüsü, rejimin akıl dışı hezeyan ve paranoyaları topluma zerk etmek üzere istismar edegeldiği çatışma ikliminden mümkün mertebe çıkabilmek üzere barış ve demokrasi eksenli bir ortak sivil mücadele cephesi inşası için seferberlik yürütmek. Yerel yönetimlere yönelik kayyım saldırısını, demokrasi kampını Kürt Sorunu’nun SYKP’nin demokratik ve sosyal cumhuriyet hedefi doğrultusunda birleştirerek göğüslemek üzere daimi bir kampanya yürütmek.

  • Sonuç

Hakkâri’ye kayyım atanması “Demokratik Kürt Belediyeleri”ni tasfiye atağının üçüncü evresinin başlangıç saldırısını oluşturuyor. Van Belediyesi’ne çökme denemesinin başarılı bir halk direnişiyle püskürtülmesi sonrasında, Hakkâri’deki “kayyım” uygulaması rejim açısından yıkılan dengeyi onaran bir karşı saldırı olarak okunmalıdır.

Kayyım saldırısı AKP-MHP yönetimine özgü, istisnai bir “sağcılık” eseri değil; 12 Eylül Anayasası’nın merkezi hükümetlere, “onaylanmayan yerel yönetimler”den yargı kararı ve denetimi olmaksızın kurtulmak üzere tanımış olduğu hukuk dışı tiranlık yetkisinin özgül koşullarda gerçekleştirilmesinin ifadesidir.

Nitekim ana muhalefet partisinin Hakkâri’ye yolladığı gözlem heyeti incelemelerini tamamladıktan sonra yaptığı açıklamada, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de iktidar kanadı gibi Anayasa’nın 27. Maddesi’nde yer alan “[…] görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, içişleri Bakanı geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir” hükmünü doğal karşıladığını ifade etmiştir.

Bu koşullar altında ana muhalefetin de desteğine sahip olan iktidar blokunun dilediği zaman ve yerde dilediği DEM Partili Belediye Başkanı’nı -hatta dilediği CHP’li Belediye Başkanını- “görülen lüzum üzerine” görevden alması önünde hiçbir siyasi engel kalmıyor. Yerine Belediye Meclisi seçim yaptıktan sonra 12 Eylül standartlarında bir demokrasiye rıza gösterilmesi; “kayyım” sorununun ortadan kaldırılmasının değil, ebediyete kadar süregitmesinin siyasal güvencesi olabilir.

Öte yandan, yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasındaki yetki ve güç çatışması, yalnızca İçişleri Bakanı’yla DEM Parti Belediyeleri arasındaki eşitsizlikten ibaret değildir. Türkiye’de esasen ceberut merkezi devletin kolu olarak teşekkül etmiş olan yerel yönetimler, daimi olarak merkezi devletin egemenlik yetkisine eş koşmak, “devlet içinde devlet olmak” paranoyasıyla kuşatılmış, yargısal, mali ve idari denetim ve vesayet ağlarıyla sarmalanmış olarak yerelin kendisini yönetiminin değil, merkezin sırtındaki hizmet yüklerinin yerele aktarımın aracı olmaya devam etmektedir.

Kürt halkının kendi kimliğinin ve haklarının idrakine vardığı son 20 yıl boyunca yerel yönetimlere kendi tarihsel hak ve taleplerini yansıtarak kimliğini pekiştirmesi, merkezi devleti nasıl karşı koyacağını bilemediği bir meydan okumayla yüz yüze bıraktı. Özellikle 2015 sonbaharında çözüm süreci sona erdirilip savaşın yeniden başlatılması sonrasında yürürlüğe koyduğu “ayaklanma bastırma” önlemleri çerçevesinde HDP/DEM Belediyelerine el koyarak Kürt yerel yönetimlerini kolonilerine dönüştürmeye giriştiğinden beri Ankara yerel yönetim mücadelesini bir siyasal süreç olarak değil bir “örtülü savaş” olarak görüyor. Yerel yönetimleri müstahkem mevkiler, Kürt Belediyeciliğini düşman olarak okumaya dayalı bu anlayış, mevcut Anayasa’da merkezi hükümetlere tanınan keyfi hükmetme yetkilerini son hadde kadar kullanarak bu gayri meşru ve kirli savaşın araçları haline getiriyor.

Bu gidişata, AKP-MHP iktidarının yozlaşmış anayasal rejimin kendisine tanıdığı tiran yetkilerinden “demokrasi” yüzü suyu hürmetine vazgeçmesini bekleyerek ya da Anayasa Mahkemesi, Danıştay veya AİHM’e başvurular yoluyla sonuç almayı umarak son verilemez. Hiçbir tiranlık, kendisine bahşedilmiş kahredici yetkileri insafa gelerek terk etmez, yargıyı doğrudan doğruya kendi egemenliğine eklemlemiş olan bir iktidarın temel meselelerde yargı yoluyla hizaya getirilmesini beklemek ise Atalay, Demirtaş ve Kavala davalarının sonuçlarının da gösterdiği gibi beyhudedir.

Yasa tanımaz AKP-MHP rejimi, 31 Mart darbesinden bu yana sürekli olarak güç, itibar ve nüfuz kaybı içindedir. Topluma sunacağı bir kazanım, kuracağı bir hayalden yoksundur. Demokratik ve sosyal kurtuluş hedeflerine sımsıkı tutunarak sebatla sürdürülecek, akılcı, tutarlı ve çoğul bir direniş, Hakkâri’deki kayyımın ilk değil sonuncu kayyım olduğunu gösterecek, kayyımlar gidecek halk kendi kendisini yönetmek üzere yerel ve merkezi yönetim organlarına yürüyüşünü başarıyla tamamlayacaktır.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Merkez Yürütme Kurulu