SYKP MYK: Yeni bir Ortadoğu’ya doğru

Kobane’de iki ayı aşkın süredir direnen sadece bir halk değil, aynı zamanda yeni bir uygarlık projesidir. Bu kavranmadan neler olup bittiğini anlamak, kimin kiminle neden savaştığını, bir sonraki adımın neler olabileceğini öngörmek neredeyse imkansız.

Her ne kadar IŞİD’in önce Musul ve Şengal’e sonra Kobane’ye saldırısıyla ülke gündemi Ortadoğu’daki gelişmelere dikkat kesilse de yaşananlar yeni değil ve asla birbirinden bağımsız değil. Afganistan, Irak, Kuzey Afrika, Bahreyn, Suriye, Irak, Rojava, Kobane, Müslüman Kardeşler, Selefiler, El Kaide, El Nusra, ÖSO, IŞİD… Bu bölgedeki gelişmelerin birbirlerinden bağımsız olduğunu kim iddia edebilir?

Öyleyse aradaki bağ ne? Kim, neden saldırıyor? Kim kimi neden destekliyor? Kim haklı, kim haksız? Gerçekte kim ne istiyor?

Bütün bu sorulara kapsamlı bir cevap bulabilmek için güncel olanın baskılanımından biraz sıyrılmaya ve olana bitene daha geniş bir perspektiften bakmaya ihtiyaç var.

***

Küresel kapitalizm büyük bir uygarlık krizi içerisinde. Reel sosyalizmin yıkılmasıyla mutlak ve kalıcı iktidarını ilan etmesinin üzerinden fazla geçmeden kapitalizm çok yönlü büyük bir krizin içerisine yuvarlanmış durumda. Ekonomik ve politik açıdan belki de tarihinin en derin krizini yaşıyor olsa da içinde bulunduğu durumun asıl sarsıcı yönü dünya halkları nezdinde ikna edici özelliğini yitirmiş olması. Dünya nüfusunun ezici bir kısmı kapitalizm içerisindeki geleceğini artık karanlık görüyor. Mevcut sistemin, türlü hamlelerine rağmen kendilerine bir gelecek sunamadığını fark etmiş durumdalar. Sadece geri bıraktırılmış. bağımlı ülkeler içerisinde az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşayanlar açısından değil, kapitalist metropollerde yaşayanlar açısından da bu güvensizlik duygusu hakim.

Bu durum, kapitalistleri sistemlerini garantiye almak için daha saldırgan bir pozisyona iterken, dünya emekçilerini, halklarını yeni bir düzen arayışına doğru zorluyor. İşte asıl soru bu güçlü değişim ihtiyacı dalgasından hangi dünya görüşünün/sisteminin yararlanacağıdır.

Başımızdan aşağı boca edilircesine yaşanan anlık gelişmelerin, her an yeniden yeniden kurulan/bozulan ittifakların, güncel taktiklerin, konjonktürel pozisyonların içerisinden yolumuzu, yönümüzü, yerimizi şaşırmamak için güçlü kerterizlere, işaret noktalarına ihtiyacımız var. Sağlam ekonomik, politik, tarihsel referanslarla beslenmeden alınacak pozisyonların bizleri murat ettiğimizden bambaşka sonuçlarla yüz yüze bırakması hiç de olasılık dışı değil.

Kimden yanasın?

Kimilerine “arkaik” geliyor olsa da önümüze sunulan uygarlık modellerinden hangisinin safında yer aldığımızı belirlemedeki en temel soru hala John Reed’in “Dünyayı sarsan on gün” kitabında bir işçinin sorduğu basit ama tarihsel sorudur: “proletaryadan mı yanasın, burjuvaziden mi?”. Yani emeğiyle geçinenden mi yanasın, emeği sömürenden mi? Sömürüyü kaldırmak isteyenden mi yanasın, derinleştirmek isteyenden mi? Bu basit soru yaşanan uygarlıklar çatışmasında alacağımız pozisyona ilişkin çok güçlü bir referans noktası sağlıyor bize. Bütün süslü, örtük, dolambaçlı söylemlerine rağmen kapitalist emperyalizm dünya halklarına emek sömürüsüne dayalı sisteminin devamını öneriyor. Güncel, konjonktürel, stratejik, yerel, bölgesel, küresel bütün hamlelerinin temel belirleyeni artı değer sömürüsünün, yani dünya nüfusunun yüzde doksanının yaşadığı sefalet ve güvensizliğe rağmen, yüzde onun zevk ü sefa içerisinde yaşamasının devamını sağlayabilmek. Eskide kaldı, aşıldı, etkisini yitirdi denilen emek sermaye çelişkisi hala olan bitenin başat belirleyicisi. Elbette tüm yaşananları sadece bu çelişkiye indirgeyerek anlamaya çalışmak, buna göre pozisyon almak yetersiz kalır. Ancak bu temel belirleyenin göz ardı edildiği her hesap çarşıdan dönmeye mahkumdur.

Senin halkın, inancın daha mı değerli?

Kapitalizmi aşmak için son kavgada halledilecek olan emek sermaye çelişkisinde emekten taraf olmak karmaşayı büyük ölçüde sadeleştiriyor olsa da güncel politika için yeterli olamaz. Öyleyse işaret fişeklerini atmaya devam edelim.

Safımızı, taktiğimizi ve stratejimizi doğru belirleyebilmek için halkların ve inançların eşitliğinden, bir arada kardeşçe yaşamasından yana olmak zorundayız. Pusulamız, perspektifimiz, politikamız, ittifaklarımız bu eksenden de hizalamalı kendisini.

Hem emperyalistler, hem yerel diktatörler hem de siyasal boşluktan yararlanarak iktidarlaşmak isteyenler, halkları ve inançları/mezhepleri birbirleriyle savaştırarak pozisyonlarını güçlendirmek istiyorlar. Bizim uygarlık teklifimiz emekten yana olduğu kadar halkların eşitliğinden, özgürlüğünden, birlikte yaşamından yana olmak zorunda. Halkları, inançları, mezhepleri kendisine düşman ilan eden hiçbir perspektif gerçek anlamda bir alternatif yaratamayacaktır. Er ya da geç sistem içi güçlerden birinin yedeği konumuna düşecektir. Hiç birimizin etnik, dini, mezhepsel kökeni bir başkasınınkinden daha değerli değil. Biz bunların ortak ve eşit yaşamımızda pozitif ya da negatif anlamda belirleyici olmadığı bir düzen kurmanın peşindeyiz.

Dünya yalnız erkekler için değil!

Kadını evin, ailenin bir parçası, çocuğunun annesi, geçiminin yardımcısı, mutfağın, tarlanın ücretsiz, kapitalist işletmelerin düşük ücretli işçisi olarak gören, kadının kaderini erkeğinin(!) iki dudağı arasına bırakan bir zihniyet kapitalizmin uygarlık krizine yanıt olamaz. Kapitalizm içerisine düştüğü ekonomik – politik krizden çıkış için patriarkayla (erkek egemenliği) uzlaşısını derinleştiriyor, muhafazakarlık tüm dünyada yaygınlaşıyor. Sadece ılımlı(!) İslamcılar değil, muhafazakar Hıristiyanlar da atakta.

Kadının özgürleşme kavgasını ertelenemeyecek güncel bir olgu olarak yeni uygarlık inşasına katamayan, onun en derindeki eşitlik mücadelesinden öğrenmeye açık olmayan, kaybetmeye mahkumdur. Öyleyse bizim siyasal tercihlerimiz bu hakikati gören yerden yapılmak zorundadır.

Doğa mı insan mı?

Soruyu buradan soran baştan kaybediyor. Kapitalizmin insan bile değil, kar merkezli yapısallığı doğa – insan kopuşunu derinleştiriyor, geriye neredeyse kurtarılacak bir dünya dahi bırakmıyor. İş gücü sömürüsü, yeni pazarlar, para politikaları ve bilumum yöntemi kullansalar da kar oranlarındaki düşüşü engelleyemeyen kapitalistler Türkiye’de ve dünyanın her yerinde “kar yoksa rant var!” diyerek doğanın talanını hızlandırdı. Sadece HES’ler, nükleer, termik santraller, tüketim çılgınlığı ve yüksek karbonmonoksit, kükürtdioksit, azotdioksit emisyonu oranlarıyla değil, enerji kaynakları/koridorlarıyla, jeostratejik bölgeleriyle, savaş sonrası şantiyeleriyle, kentsel dönüşüm cilasıyla toprak bir kez daha sermaye birikiminin ana kaynaklarından biri haline getirilerek ekolojik denge geri dönülemez eşiğe doğru hızla bozuluyor.

Kır – kent dengesizliğini sorgulamayan, yer altının ve yer üstünün her karışını rant kaynağı olarak gören, üretim – tüketim ilişkilerini yeniden kurgulamayan, cansız > canlı > bitki > hayvan diyalektiğiyle insan – doğa bütünlüğünü kavramayan bir uygarlık perspektifinin tarafında olamayız.  İnsanın doğaya hakimiyetini gelişme , ilerleme olarak kabul eden anlayış da,  doğayı sadece azami karın nesnesi olarak gören anlayış kadar tehlikelidir; aynı sonuçlara ulaşır. İnsanı doğanın bir parçası onunla uyumlu olmak zorunda olan öğesi olarak kavramayan da nasıl azami kar peşinde koşan doğaya her şeyi yapabileceğini, yapması gerektiğini düşünür ise, “gelişme”yi doğa dengesi faktörünü göz önünde bulundurmadan sürdürmesi durumunda birincisiyle tam tamına aynı sonuçlara varır. Birinde azami kar diğerinde dizginlenmemiş “gelişme” doğanın yıkımını getirir.

 

Kim yönetecek?

Çoktan miadını doldurmuş parlamenter demokrasi, yaşanan bunca deneyim, teknolojik ilerlemeler ve irili ufaklı toplumsal devrimlerin ardından hala demokratik bir yönetim modeli olarak sunulamaz. Her ne kadar dünya ülkelerinin pek çoğunda tutarlı bir biçimde işleyen burjuva parlamentolarından dahi söz etmek mümkün değilse de, ancak halkın öz örgütleri, meclisleri aracılığıyla doğrudan demokratik yöntemlerle temsili olanı denetim altına alıp kendi kendisini yönetebileceği, denetleyebileceği formlar gerçek bir alternatif olabilir. Burjuva parlamenter rejimlerin dahi miadını doldurduğu bu süreçte monarşilerin, otokrasilerin, diktatörlüklerin, askeri yönetimlerin, şeriatın bir alternatif olarak sözü dahi edilemez.

Kadrajı daraltalım

Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya, Tunus’tan Suriye’ye, Musul’dan Kobanê’ye bölgemizde son yıllarda yaşanan gelişmelerin tamamı yukarıda anlattığımız uygarlık kriziyle doğrudan bağıntılı. Emperyalist kapitalizm uzun süredir içine düştüğü krizi aşamıyor ve bunun bedelini misliyle dünya halklarına ödetiyor.

Yüzyıllardır kesintisiz düzenlediği askeri, siyasi ve kültürel seferleri, sömürü ağları, bölgeye serpiştirdiği resmi, gayri resmi temsilcileri, her daim bulunabilecek devşirme aydınları ve kurdukları işbirlikçi yönetimler sayesinde eski dünyanın neredeyse tüm kodlarını çözen yeni dünyanın sömürgecileri adeta bölgenin sinir uçlarıyla oynuyor. Müslümanı, Hıristiyan’ı, Yahudi’yi, Alevi’yi, Şii’yi, Sünni’yi, Selefi’yi, İhvanı, Berberi’yi, Dürzi’yi, Ezidi’yi, Süryani’yi, Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Fars’ı ez cümle bölgenin bütün halk ve inançlarını birbirine karşı konumlandırıp kapitalist döngünün önündeki tüm engelleri kaldırmak, sömürüsünü maksimize etmek istiyor.

Emperyalistlerin bu sevdası elbette karşılıksız değil. Emperyalist sömürü çarkının parçası olan bölge egemenleri de kaosu fırsata çevirmek, iç gerilimlerinin üzerini örtmek ve bölgesel hegemonyalarını genişletmek için bu kaosun bizzat yöneticiliğine, baş aktörlüğüne soyunmuş durumdalar.

ABD’nin GOKAP’ı

Başlangıcını 11 Eylül İkiz kuleler saldırısıyla başlatabileceğimiz yeni süreci ABD Genişletilmiş/Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) olarak adlandırmıştı. Her ne kadar proje başlangıcından bu güne önemli değişiklikler geçirse de temel parametrelerini hala koruyor.

Projenin özü, GOP ile aslında ABD tek başına imparator olmaya oynadı. O zaman Bush’un şiarı, “bizden yana olmayan bize karşıdır” şeklinde idi. Ama bu politika başarısızlığa uğrayınca Obama “ bundan sonra ortaklarımızın çıkarlarını da kendi çıkarlarımız gibi göreceğiz” diyerek yeni daha dengeli görünen bir strateji kurdu.tek başına imparator olamayacağını gören ABD’nin Batılı diğer emperyalistlerle beraber, Rus, Çin ve İran bloğunun inisiyatif kazanmasını engelleme, tarif edilen bölgeyi (ve tabi daha fazlasını) yeniden paylaşma ve kapitalizme daha fazla entegre etme hamlesidir..

 

Gelişmeleri elbette sadece emperyalist planlamalarla açıklayamayız. Bu planlamaların hayata geçebilmesi için gereken ekonomik ve politik iç çelişki uzun zamandır bölge devletleri içerisinde birikmekteydi. Emperyalistler patlayan (ya da patlatılan) isyanlara seküler iktidarlar yerine İslamcı iktidarları tercih ederek, destekleyerek dahil oldu. Önce sadece ılımlı/entegre İslam örgütlenmeleri (Tunus, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Türkiye’de Gülen – AKP, Suriye’de ÖSO, vs…) eliyle yeni iktidar bloğunu şekillendirmeye çalışan emperyalistler bunun durumu idare etmediğini gördüğünde yeni kombinasyonlar yaratmaya giriştiler. Bir yandan eski rejim güçlerinin yeni döneme adapte (teslim) olanları sürece dahil edilirken, diğer yandan tekfirci Selefi/ Vahabi (El Kaide, El Nusra, IŞİD, vs…) çeteler de sürecin enstrümanları haline getirildiler.

Müslüman Kardeşlerin başarısızlığı, AKP’nin bocalaması ve tekfirci çetelerin kontrol dışına taşan davranışlarından yola çıkarak bölgenin yeniden şekillendirilişinde ılımlı/entegre İslam fikrinden vazgeçildiğini düşünmek yanlış olacaktır. Emperyalizm hala ılımlı/entegre İslam kartını elde tutuyor ve fakat onun tüm toplumsal yapıyı kapsayıcılığındaki yetersizliği görüp eski statüko güçleriyle yeni bir uzlaşı zeminine zorlayarak hala yeni dönemin başat oyuncusu olarak kalmasını istiyor. Ancak bunun Mısır’da yürümediği, Tunus’ta uzlaşma ile yürünse de bunun da işlemediği ortaya çıktı. Irak, Libya, Suriye, Yemen, Bahreyn kaos içerisinde. Onun için ABD’nin gayet pragmatik davranıp, hiçbir şeye özel bir ağırlık vermeden kendi hegemonyasını o konjonktürde ne güçlendiriyor ise, ona oynadığı görülüyor. GOP ile birlikte ılımlı İslam bir seçenek olarak elbette desteklendi, ama artık kategorik olarak böyle bir destek olduğu söylenemez. İşe yarar görünürse desteklenir. Engel çıkarırsa darbe bile yapılır.

Tabi bu onların istediği. Bir de başka küresel ve yerel dinamikler, tarihsel birikimler, muhalefet güçleri ve halk gerçekliği var.

Suriye direndi

Projenin Kuzey Afrika kısmını dahi henüz tam olarak halledemeyen Batı bloğu, Suriye’ye geldiğinde kendini bambaşka bir matrisin içerisinde buldu. Etraflarındaki kuşatmanın iyice daraldığını gören Rusya, Çin ve İran savunma hattını Suriye’ye kurdu. Bu durumu gören ABD ve Batı Bloğu daha baştan planlı ve destekli bir isyan sahneye koysa da,  Esad’ın düşmesi durumunda sıranın kendisine geleceğini çok iyi bilen İran, önemli stratejik kayıplar yaşayacağını fark eden Rusya, Çin ve tabi ki asıl olarak Esad’ın direnişi ve etrafında kenetlenen Suriye halkları ve gelişmeleri bir imkan olarak değerlendirebilen Kürt halkı planı bozdu. İki ayda düşürülmesi planlana Esad yönetimi neredeyse dört senedir direniyor ve rüzgar lehine dönmüş durumda. Barzani etkisi aracılığıyla kolayca Esad karşıtı bloğa dahil edileceği düşünülen Rojava Kürtleri PKK/PYD’nin önderliğinde tarihi bir direnişle bölgenin bağımsız aktörlerinden biri haline geldi.

Suriye halkları emperyalist müdahaleye ve cihatçı çetelere direndi direnmesine ama çok da büyük bedeller ödedi. Birleşmiş Milletler’in geçtiğimiz Ağustos ayında yaptığı açıklamaya göre iç savaşın üç yıllık bilançosu, 193 bin (kayıtlı) ölü, 4 milyonu ülke dışına olmak üzere toplam 10 milyona yakın zorunlu göç!

Suriye’nin dostları diye başlayıp ÖSO, El Kaide, El Nusra, İslami Cephe, IŞİD, Horasan gibi islami çeteler, Suriye’de demokrasiyi geliştirecekleri masalıyla emperyalistler ve bölge devletleri tarafından başından itibaren desteklendi, hatta yaratıldı. Şu an Suriye’de isimlerini duymadığımız irili ufaklı binin üzerinde çete ve bu çetelerle birlikte hareket eden 200 bine yakın çeteciden söz ediliyor. IŞİD, El Kaide, Nusra, İslami Cephe, ÖSO bunların en irileri ve bilinenleri. Çetecilik önemli bir kesimin yaşam biçimi, geçim kaynağı haline gelmiş durumda. Son olarak da Halepten 14 bin ÖSO’cunun kaçtığı ve komutanlarının da Türkiye’ye sığındığı basında yer aldı.

 

Bu çetelere maddi, siyasi ve askeri desteği kimin verdiği bölgede yedi yaşındaki çocuğun dahi tereddütsüzce cevaplayacağı bir soru. ABD önderliğindeki Batı Bloğu ve Türkiye, Katar, Suudi Arabistan desteğindeki hazırlık toplantıları, kadro eğitimleri, karargâhların oluşturulması, cihatçı ve silah sevkiyatları, her türlü lojistik destek dünyanın gözü önünde, neredeyse canlı yayınlarda izlendi.

Arkasında Rusya, Çin ve İran’ın durduğu Şii eksenine karşı, ABD liderliğindeki Batılı emperyalist bloğun Sünni iktidarlar yaratma projesinde Türkiye, Katar, Suudi Arabistan başından beri asıl oyuncular durumunda. Şimdi sıkça dillendirilen “biz ılımlı güçleri destekledik ama silahlar radikallerin eline geçti” iddiası tam bir safsatadır. Başından beri herkes kimi, neden desteklediğini gayet iyi biliyordu.

Gelinen noktada Esad iktidarını koruyabilmiş, cihatçı çeteler dünya kamuoyunda büyük ölçüde meşruluğunu yitirmiş olsa da henüz Suriye’deki iç savaş bitmiş ve demokratik bir dönüşümün önü açılabilmiş değildir. Halen Ülkenin doğu, güney ve kuzeyinde cihatçı çeteler saldırılarını devam ettirmektedir. Bizim kamuoyunda yeterince gündem olmasa da hemen her gün onlarca Alevi, Hıristiyan ya da cihatçı çeteleri desteklemeyen Sünni bu çeteler tarafından katledilmektedir. BM tarafından açıklanan 200 bin kayıtlı ölü sayısı muhtemelen 300 bine dayanmış durumda.

Suriye’den gelen son haberlere göreyse Esad güçlerinin Halep kırsalından püskürttükleri cihatçı güçler Rojava’nın Hatay ve Kilis’e sınır Afrin Kantonu’nu kuşatmakta. Yani bir kez daha tüm dünyanın gözü önünde ikinci Kobane vakasına doğru adım adım yaklaşıyoruz.

Irak Karışık

Irak, ABD müdahalesinden sonra resmiyette tek parça olarak kalsa da fiiliyatta üç parça (Şii, Sünni, Kürt) olarak varlığını sürdürmekteydi. Alınan onca riske, yapılan onca masrafa rağmen (gerçi misliyle tahsil ediliyor ama), Irak tam anlamıyla ABD güdümüne girmemişti ve üstelik Maliki hükümeti günden güne İran’la ilişkilerini derinleştirmekteydi. Barzani yönetimindeki Kürdistan bölgesi genel düzlemde ABD stratejisi doğrultusunda davranıyor, fırsatını bulduğunda ise bağımsızlığa doğru gidecek yola doğru yoklama adımları atmaktan geri durmuyordu. ABD ve Irak Merkezi hükümetinin tepkisine rağmen Türkiye’yle kurduğu petrol ilişkileri çizilen rolü zorlayan hamleler oldu.

Müdahale’den sonra Irak’ta neredeyse tek kaybeden toplumsal kesim ise Güneydeki Şii bölgesiyle Kuzeydeki Kürdistan Bölgesi arasında kalan Sünni Araplar oldu. Maliki hükümetinin kapsamayı başaramadığı, bir nevi Saddam döneminin öcünü alma yaklaşımıyla ilişkilendiği bu toplumsal kesim IŞİD gibi radikal İslamcı bir harekete militan ve lojistik destek sağlamak için uzun zamandır mayalanmaktaydı.

Özelde ABD, genelde ise emperyalistler müdahale edecekleri bölgenin özgünlüklerinden bihaber, tamamen kendi kafalarına göre hareket etmezler ve etmediler de. ABD ve bölgedeki Sünni devletler IŞİD çetesini Irak ve Suriye’nin başına bela ederken oradaki tarihsel ve güncel çelişkilerin tamamını okuyarak, bilerek bu hamleyi hayata geçirdiler.

Suriye’deki “Alevi” Esad rejimine ve Irak’taki “Şii” Maliki zulmune karşı “Sünni” tabanın “haklarını” savunacak, “öfkesini” kuşanacak bir enstrüman bölgede iş yapabilirdi, hazırlandı, donatıldı, eğitildi, desteklendi ve devreye sokuldu. Bugünkü tablo nasıl görünüyor olursa olsun IŞİD çetesi bizzat ABD ve diğer emperyalist güçler, başta Türkiye olmak üzere bölgedeki diğer Sünni devletlerin (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar) desteğiyle bugünkü gücüne gelebildi. Tehlikenin kendi kapılarını çaldığını görünce Suudiler desteklerini çekip, terörist ilan ettiler. Katar, ABD müdahale edinceye kadar desteğini sürdürdü. Ne zaman ki, Maliki devrildi, o zaman ABD, Katarın da desteğini kesti. Tıpkı El Kaide, Nusra, İslamı Cihad, vs. çeteleri gibi. IŞİD dün kurulmuş bir örgüt değil. Bölgede yaklaşık on yıldır faaliyet sürdürüyor.  Ancak son sürecin dengeleri ve bahsettiğimiz destek onu bölgesel bir aktör haline getirdi. ABD ve Koalisyonu Kobane’de IŞİD’e karşı pozisyon alırken, IŞİD’in Irak ve Suriye’nin diğer bölgelerindeki faaliyetlerine ilişkin tek bir laf etmiyorlar.

IŞİD kartıyla ABD Suriye kuşatmasını güçlendirmek; Rojava’daki PKK hegemonyasını kırmak (ve Barzani’ye teslim etmek); İran’a yakınlaşan Irak hükümetine ayar vermek (nitekim bu süreç Maliki’yi koltuğundan etti) ve Irak’ın ortasından Suriye’nin içlerine kadar uzanan Sünni Arapların hâkimiyetinde bir manevra alanı kazanmak istiyor.

Türkiye ise Suriye müdahalesinin başından bu yana ÖSO, El Kaide, El Nusra, IŞİD, yani ne kadar cihatçı çete varsa bunların tamamını hem Suriye hükümetine karşı, hem de Rojava’da gelişen devrimci sürece karşı destekledi. Maddi, manevi, askeri hamiliğini yaptığı bu çeteler Suriye ve Irak halklarına yıllardır kan kusturuyorlar. Kendilerine biat etmeyen tüm halklara, ama özellikler bölgedeki Alevi, Hıristiyan, Şii ve Arap olmayan halklara adeta katliam uyguladılar. Keseb’den, Şengal’e, Musul’dan Kobane’ye kendi ideolojilerinin doğrusal sonucu olarak ve hamilerini tatmin etmek üzere 21. Yüzyılın en insanlık dışı katliamlarına imza attılar/atmaktalar.

Suudiler, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ise Müslüman ağırlıklı coğrafyanın tarihsel hegemonya mücadelesinin devamcıları olarak Şiilere karşı Sünni bloğun ağa babaları durumundalar. Şii varlığını zayıflatacak her girişime gözleri kapalı destek sunan bu şer odaklarının demokrasi tacirliğine kargalar dahi gülüyor.

Kadim Pers devleti, İran

Neredeyse 3000 yıllık bir devlet geleneğinin sürdürücüsü olan İran, bölgedeki tarihsel ilişki ağlarını, devlet yönetme birikimini, küresel ve bölgesel dengeleri çok iyi harmonize ederek Ortadoğu’daki yaşarkalırlığını güçlendirerek devam ettirmekte. Çok değil, bundan 4-5 yıl önce dünya kamuoyundaki yalnızlaşmış, her an ABD ve müttefiklerinin saldırısına maruz kalabilecek bir İran tablosu bugün bambaşka bir noktaya gelmiş durumda. Tarihin seyrini sadece batı kaynaklarından okuyanlar için bu direnç ve siyasi beceri şaşırtıcı gelebilir. Oysa kadim dünyanın en eski/kurnaz/zalim aktörlerinden biri olan Pers devletinin bölgedeki varlığı karşısında batının emperyal güçlerinin varlığı “dünkü çocuk sayılır”. Evet, İran da yıkılmaz, dağılmaz değildir. Ama bunun küresel paylaşım masalarında alına kararların ayniyle yansıması biçiminde olacağını bekleyenler büyük yanılgıya düşerler. İran’ın bu özelliğinin yanında asıl belirleyici faktörün Rusya ve Çin olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Rusya ve Çin, Güvenlik konseyinde Libya konusunda kandırıldıklarından beri çok dikkatli davranmaya, ABD’nin her adımına karşılık bir tedbir oluşturmaya azami dikkati gösterdiler, İran ve Suriye’nin arkasında çok sağlam durdular. Bu sağlam destek olmasa idi, hesap çoktan bitmiş olabilirdi.

 

İran, ABD’nin bölgeye yeni müdahalesinde baş aktör olarak kullandığı ılımlı/Sünni/selefi İslam kartına karşı biriken öfkeyle Tunus’tan Irak’a kadar kendi lehine ilişkilenme, bu tepkiyi örgütleme hamlesiyle karşılık verdi. Öyle ki, dün Molla rejimini bölgedeki en büyük tehlike olarak gören Hıristiyan topluluklar dahi tekfirci çetelerin zulmü karşısında İran’ı en önemli müttefiklerinden biri olarak görmeye başladılar. İran’ın bölgedeki nüfusunu azaltma, mümkünse yok etme hedefi güden hamleler, tam tersine bir sonuç doğurdu ve bugün İran Mısır’dan Lübnan’a, Suriye’den Irak’a halklar nezdinde etkisini ve güvenilirliğini çok daha arttırmış durumda.

Batı emperyalist bloğunun saldırılarına karşı Doğu’nun emperyalistleri Rusya ve Çin’le bir savunma hattı kuran İran’ın asıl zayıflığı ülkedeki antidemokratik rejim, kadınlara ve halklara karşı uygulanan baskı, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve ambargonun da etkisiyle ağırlaşan ekonomik durum. İran’daki gerici molla rejimini dönüştürecek olan emperyalist müdahaleler değil İran ezilen halklarının, emekçilerinin ve kadınlarının demokrasi mücadelesi olacaktır.

Ortadoğu’da bir demokrasi vahası: Rojava

Bütün bu kaos, karmaşa ve kan deryası içerisinde, Ortadoğu halkları açısından adeta bir demokrasi vahası olarak ortaya çıktı Rojava. Din, dil, etnisite farkı gözetmeksizin, herhangi bir emperyal güce ya da bölge hegemonyası peşinde koşan devlete dayanmaksızın, tamamen halkın öz örgütlülüğünü esas alan bir demokrasi vahası. Hem bölgede hegemonya peşinde koşan devletlerin, işbirlikçi odakların, hem emperyalistlerin, hem bölgedeki gerici İslami çetelerin Rojava’yı hedef haline getirmesinin temel nedeni de budur. Kutuplaşmaya, düşmanlaşmaya mahkum olmadan özgürce bir arada yaşanabileceği fikridir Rojava’da boğulmak istenen. Bunu İŞİD açıktan saldırarak yapıyor, diğer gerici emperyalist/kapitalist odaklar ise dolaylı yollardan saldırarak yapıyorlar.

Bu demokrasi vahasının oluşabilmesi tartışmasız olarak PKK hareketinin başarısıdır. Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm perspektifi ve PKK’nin 40 yıllık siyasi/askeri birikimi, siyasetin halkları birbirine kutuplaştırarak yapıldığı Ortadoğu coğrafyasında demokratik biraradalığın imkanlarını açabilmiştir.

Ortadoğu cangılının tam ortasında, dünya siyasi dengelerinin ana arterlerinin geçtiği bölgede özgürlükçü, sosyalizan bir ulusal kurtuluş mücadelesini var edebilmek başlı başına büyük bir başarıdır. Kendi kurtuluşunu halkların ve ezilenlerin kurtuluşuna bağlamış her samimi devrimci öncelikle bu gerçeği görmek, kabullenmek durumundadır. Bu tespiti yapmak Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) attığı her adımı onaylamak, geliştirdiği her taktiği doğru bulmak anlamına gelmez, derinlikli bir yoldaşlaşma da zaten böyle olmaz. Kürt Özgürlük Hareketi stratejik anlamda herhangi bir egemen bloğun parçası haline gelmediği sürece (bunu isteyen oldukça geniş bir kesim olsa da KÖH’ün önderliğinde böyle bir eğilim söz konusu görünmüyor) taktiksel farklıklar olsa dahi bölgenin devrimci bloğunun en önemli parçası olarak kalacaktır.

Kürt halkının özgürlük mücadelesinin hâlihazırda Ortadoğu’nun dört önemli bölgesine (Türkiye, Suriye, Irak, İran) yayılmış nesnelliği meseleyi bölgesel olarak ele almayı zorunlu kılıyor. Bölgeyi kendi lehlerine yeniden dizayn etmek isteyen güçler de bu nesnelliği görerek hareket ediyor, bir yandan kendine yakın bir Kürt iradesi şekillendirmek isterken diğer yandan da ilgili devletlere bu mesele aracılığıyla ayar vermek istiyor.

Şu ana kadar Kürt halkı açısından üç siyasi önderlik öne çıkabilmiş durumdadır. Bunlardan Barzani ve Talabani önderlikleri aralarındaki farklılıklara rağmen Kürdistan’ı ABD emperyalizminin genel yaklaşımlarıyla uyumlu bir yoldan kapitalizme entegre bir bağımsız devlet haline getirmek istiyorlar. Bunun zamanlaması nasıl olur, ilgili devletlerle ilişkileri ne hale gelir ayrı bir tartışma konusu. Ancak nihai olarak bu iki Kürt önderliğinin ufku tıkanmış kapitalizmin ulus devletler mezarlığına yeni bir ulus devlet kazandırmak çerçevesindedir.

Kürtlerin üçüncü önderliği ise Abdullah Öcalan başkanlığındaki PKK Hareketidir. PKK hareketi Rojava’da mini bir denemesini yapabilme imkanı bulduğu üzere özerk, demokratik, konfederal bir halk yönetimi peşindedir. Barzani ve Talabani’nin aksine KÖH, emperyalizmin ve bölge devletlerinden herhangi birinin işbirlikçisi olmayı reddeder. Kendi kurutuluş mücadelesini bölgenin diğer halklarının özgürlüğünden ve kurtuluşundan bağımsız tutmaz. Kapitalist uygarlığa karşı sosyalist bir uygarlık mücadelesi içerisindedir. Bu perspektifin kapitalizmi aşma konusundaki programatiği kimi başlıkları açısından bizim için tartışma konusu olsa da (özelikle emek-sermaye ilişkileri ve halkın iktidarlaşmasının yolu konularında) niyeti ve yaklaşımı tartışmasız bir biçimde halklardan ve ezilenlerden yanadır. Elbette Kürt Hareketinin tamamının homojen bir biçimde bu yaklaşımı benimsediğini düşünmüyoruz. Kürt Halk Hareketinin KÖH’ün önderlik ettiği kesimleri içerisinde de diğer Kürt önderliklerinin yaklaşımlarına yakın güçler söz konusudur. Ancak baskın ve belirleyici olan KÖH önderliğidir ve bu yüzden biz kendimizi bu hareketle stratejik ittifak içerisinde görmekteyiz. Bir komünist parti olarak, Kürdistan Özgürlük mücadelesinin en ileri örgütlü/devrimci gücüyle bölgedeki diğer ezilenlerin ve emekçilerinin ortak kurtuluş mücadelesini örmenin derdindeyiz.

Her ne kadar emperyal güçler ve bölgedeki aktörleri Barzani önderliğinde gelişecek bir Kürt hareketini tercih ediyor olsalar da 40 yıllık mücadelesinin üzerine Rojava hamlesi, Şengal ve Maxmur’daki tavrı, Kobane’deki direnişi PKK’yi bölge açısından göz ardı edilemez bir küresel aktör haline getirdi.

Özellikle Kobane direnişi bölgede plan yapan tüm güçlerin pozisyonunu yeniden kurgulamalarını gerektirecek sonuçlar yaratmış durumda. ABD ve koalisyonu bu yüzden IŞİD kartını yeniden karmak zorunda kaldı. Barzani Kobane direnişi sayesinde Rojava özyönetimini ve özsavunmasını kabullenmek zorunda kaldı. Her ne kadar pozisyonu korumaya çalışsa da Türkiye Kobane direnişi dolayısıyla Rojava ve Kürdistan politikasını yeniden ele almak zorunda kalıyor/kalacak. Suriye’nin kaderini biraz da Rojava’ya, Kobane direnişine yaklaşımı belirliyor.

ABD ve Koalisyonu ne istiyor

Kobane günlerce IŞİD çetesinin tank ve top atışları altında direnirken AND ve IŞİD’e karşı kurduğu koalisyon(!) dağı daşı, alakasız noktaları bombaladı durdu. Tartışmasız ki Kobane’de ve bulunduğu her yerde başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi güçlerinin direnişi olmasaydı ABD’yi bu tutumundan geri adım atmaya zorlayacak hiçbir gerekçe olamazdı. Onların planı IŞİD’in Musul ve Şengal’in ardından Kobane’yi de (belki de sonrasında Afrin ve Cizire’yi de) düşürmesi, sonrasında kurtarıcı ABD’nin ve bölgede ön çıkartmak istediği aktörlerin devreye girmesiydi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. PKK paradigmasının tüm dünya halklarına ve ezilenlerine, kadınlarına başka bir uygarlık öneren, onu hayata geçirmeye başlayan perspektifi Kobane direnişinin çok geniş bir kesimce sahiplenilmesinin önünü açtı. Dünyanın dört bir yanından Kobane direnişine maddi manevi destek yağmaya başladı.

Hal böyle olunca ABD dışarıdan düşürerek değil, içeriden ele geçirerek Rojava fikriyatını düşürmeyi hedefleyen stratejisini devreye soktu. Barzani önderliğinde 9 gün süren Duhok toplantısının esbabı mucizesi de buydu. Masanın bir tarafında Kürt halkını diğer halklarla birlikte özgürleştirecek perspektif sahibi PKK çizgisi vardı, diğer tarafında ise Kürt ulus devleti perspektifiyle Kürt halkının özgürlük mücadelesini kapitalizmin batağına sürüklemek isteyen Barzani çizgisi.

Bir ara parantezle belirtelim. Şayet Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesinde PKK gibi ilerici/devrimci bir önderlik olmasaydı, Kürt halkını kapitalizme de sürüklüyor olsa Kürt halkının özgür iradesini tanır, öne çıkardığı önderliğe saygı duyardık. Ancak mevcut durum içerisinde hiç kimse bize neden Barzani’yi desteklemiyor, eleştiriyorsunuz diyemez. Evet, bizim müttefikimiz Barzani değil, Kürt Özgürlük Hareketidir. Genel tespitlerimiz değişmediği sürece KÖH çizgisinin kazanması için elimizden ne geliyorsa yapmaya devam edeceğiz. Bunu Kürt halkına, ezilenlerine ve emekçilerine karşı komünist/devrimci sorumluluğumuz olarak görüyoruz.

Biz PKK/PYD çizgisinin IŞİD’e karşı mücadelede ABD’yle geliştirdiği ittifakı zorunlu bir taktiksel ittifak olarak görüyor ve yanlış bulmuyoruz. Bu ittifak bir ölüm kalım, varlık yokluk durumunda başka bir devrimci seçenek olmadığından gündeme gelmiştir. Karşılığında da Barzani aracılığıyla ABD çizgisinin Rojava’da kendisine nüfus alanı açmasının önü açılmıştır. Duhok anlaşmasında kararlaştırılan her maddenin, üzerinde günlerce ısrar edilen taleplerin tamamının hedefi Rojava’daki özgürlükçü gelişmeyi durdurup, kapitalist gericiliğin gelişiminin önünü açmaktır. Bize göre PKK/PYD önderliği de içerisinde bulunduğu durumun mecburiyetiyle bu dövüşü davetini kabul etmiştir. Büyük bir askeri/siyasi taktiksel ustalıkla en az tavizi vererek kendisine büyük bir manevra alanı açmıştır.

Demokratik Ortadoğu

Bu taktiksel ittifakı olağan karşılamamız dostlarımızı olası tehlikeler karşısında uyarmamamız, ittifak güçlerine karşı eleştirilerimizi sakınmamız anlamına gelmemektedir. Hatta içerisine girdikleri ilişkilerden dolayı belki de onların rahatça yapamadıklarını biz daha yüksek sesle söylemek zorunda görüyoruz kendimizi. Bugün ABD YPG’yle birlikte IŞİD’e karşı savaşıyor olsa da Ortadoğu ve dünya halklarının başındaki en büyük beladır. IŞİD’i ve benzerlerini yaratıp, destekleyip büyüterek muhaliflerine karşı kullanan, yani milyonlarca insanın kanını döken, yurdundan eden şer mihrakı bizzat ABD’nin kendisidir. Elbette tek başına değil, diğer emperyalist devletler ve bölgedeki işbirlikçileriyle birlikte. Yani bu ittifaka rağmen biz “Katil ABD Ortadoğu’dan defol” sloganını atmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Kürt Özgürlük Hareketi’yle devam ettirmekte olduğumuz stratejik ittifakı da bu yaklaşımımızın parçası olarak görüyoruz. Kobane’deki duruma rağmen Kürt Özgürlük Hareketi’nin bölgedeki genel konumlanışını ABD ve diğer emperyalistlerin varlığını güçlendirici değil, zayıflatıcı olarak görüyoruz.

Bununla birlikte, dostlarımızı birkaç noktada da uyarmak isteriz;

Zorunlu taktiksel ittifakın amacı bu olmasa da ABD’nin Kobane’deki yeni tutumu, Barzani’nin allanıp pullanıp Kürt halkına bir numara olarak sunuluşu geniş Kürt kitleleri içerisinde ilkel milliyetçi, ulus devletçi, emperyalizmden medet uman kapitalist modernite aklının nüfusunu arttırmasına yol açmakta olduğunu gözlemliyoruz. Bunu sizin de gördüğünüze canı gönülden inanıyoruz ancak bu konuda yeterli karşı çalışmanın yapılamadığını düşünüyoruz. Bu algının değişmesinde özgün HDK/HDP çizgisinin oynayacağı rolün önemini vurgulamayı görev biliyor, HDK/HDP’nin Kürt siyasi hareketinin ihtiyaçlarına daralmış bir siyasal hatta oturmasının hepimizin kaybetmesi anlamına geleceğini bir kez daha belirtme gereği duyuyoruz.

Kürdistan’daki sıcak siyasal gelişmelerin Kürt Özgürlük Hareketi’nin en önemli avantajı olan birleştirici ve özgürleştirici paradigmasını sınırlandırmamasının yolu, onun diğer halkların ezilenleri, emekçileri ve devrimcileriyle güçlendirilmesinden geçmektedir. Bu ise ancak diğer toplumsal dinamiklerin mücadele programlarına daha fazla sahip çıkmakla mümkündür. Güncel politikayı sürekli olarak Kürdistan’ın öncelikli gündemine doğru çeken yoğun gelişmelere hep birlikte direnmenin yollarını bulmalıyız. Örneğin Kobane’deki kuşatmayı parçalamak için gösterdiğimiz çabanın bir benzerini işçi katliamlarını durdurmaya dönük gösterebilirsek parçalayabileceğiz asıl büyük kuşatmayı.

Türkiye ve Türkiye Kürdistanı boyutunda hep birlikte başardığımız HDK/HDP taktiğini, yani ezilenlerin ve emekçilerin ortak mücadele aracını yaratma hamlesini Ortadoğu genelinde de başarmanın yollarını bulmak zorundayız. Bu da ancak yukarıda vurguladığımız yöntemle gelişebilir, yani bölgenin tüm ezilenlerin taleplerini sahiplenecek bir siyasi perspektifi geliştirmekle. Örneğin IŞİD’ın Şengal’de, Kobane’deki vahşetine karşı geliştirilen destansı direniş, Suriye genelindeki IŞİD ve diğer cihatçı, emperyalizm destekli çetelere karşı da ittifaklaşabilmeli. Biliyoruz ki bu konuda da en büyük görev Kürt devrimcilerine düşmekte. Ancak Kürt, Türk, Arap, Ermeni, Pers, Asuri, Süryani, Dürzi, Alevi, Şii, Sünni, Hıristiyan devrimcilerinin birleşik mücadelesi demokratik bir Ortadoğu’yu yaratabilecektir.

SYKP olarak biz de bu konuda üzerimize düşen görev ve sorumluluklarının arttığının bilincindeyiz elbette. Hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da halklarımızın birleşik mücadelesini geliştirebilmek için daha aktif roller üstlenebilecek örgütlülüğe bir an önce kavuşmak zorunda olduğumuzun farkındayız.

Rojava’daki devrimci süreci tüm Ortadoğu’ya yaymak ve bunun için öncelikli olarak Kobane direnişinin kazanımla sonuçlanmasını sağlamak bölgenin tüm devrimci güçlerinin öncelikli görevleri arasında olmak zorundadır. Herkes bu direnci içinde çalışma yaptığı dinamiğin özgünlüklerine tercüme ederek sahiplenmek ve büyütmek zorundadır. Kobane direnişi Karadeniz’de HES’lere karşı direnişin, Soma’da işçi katliamına karşı öfkenin, Gezi’de isyanın yaratıcılığının içinde büyüyüp kazanacaktır ancak. Ve elbette bunun tersi de doğrudur. Kobane Kürtler için direndiği kadar Araplar, Türkler, Aleviler, işçiler, kadınlar ve bilcümle ezilenler için de direnmektedir.

 

Kasım 2014

SYKP Merkez Yürütme Kurulu