SYKP MYK üyesi Kenan Kalyon: Zaman daralıyor!

Siyaset Dergisi’nin hala raflarda yer alan, Aralık-Ocak 2016 sayısında, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Kenan Kalyon’la; Hikmet Sarıoğlu’nun yaptığı, ‘Zaman Daralıyor’ başlıklı röportajı, derginin izniyle paylaşıyoruz.

TC’nin kuruluşunda tek ulus-tek devlet, yeni kurulan devletin kendi iktidarını halklarla paylaşmama isteği, laiklik önemli esaslar. Yüzünü Ortadoğu’ya değil Batı’ya dönmek istediğini gösteren; kapitalizmin devlet eliyle inşası veya harf, kılık kıyafet ve şapka devrimi vs. gibi üstten kurulan despotik uygulamalar. Cumhuriyet’in kuruluşu ve inşası dönemini değerlendirir misiniz?

Kenan Kalyon: Zor, çetrefil, etrafında muazzam bir külliyat oluşmuş, bir tarihsel değerlendirmeden öte, Türkiye’nin bugününe ve geleceğine ilişkin ima ve uzantıları bulanan, artgörümlü bir tarih okumasından çok, bugünü tarihsel bir ışık altında görmeye davet eden bir soru. Gerekçelerini çok açmadan “kestirme” sayılabilecek yanıtlarımı, anlaşılır olması bakımından maddeleştirerek vereyim:

1) Cumhuriyet; Türkiye’de burjuva toplumunun ve kapitalizmin soysal, siyasal, kültürel ve iktisadi bakımdan önünü açan, bunun karşısındaki engelleri nispeten “radikal” ve Osmanlı’nın son iki yüz yılının kaplumbağa hızına göre çabuk sayılabilecek bir yolla gideren bir “devrim”dir. Demokratik olmayan bir devrim ve dolayısıyla demokratik olmayan bir Cumhuriyet. Esası itibarıyla “yukarıdan” ve halksız bir devrim. Modern Türkiye tarihini ceberrut asker-sivil elit ve onun boğduğu rüşeym halindeki “sivil toplum”, veya tarihsel ilerlemenin taşıyıcısı aydınlanmış asker-sivil zümre ve geleneğin tutsağı “cahil” halk çatışkısına göre yorumlamaya çalışanların hilafına, halk bir demokratik devrime hazır olmadığı için değil, onun katılımından ve tarihsel girişkenliğinden duyulan ürküntü, sakınganlık ve tedbiri elden bırakmayan baskıcılık geç burjuva devrimlerinde çok temel bir belirleyen olduğu için büyük ölçüde “halksız” bir yukarıdan devrim.

2) Cumhuriyet, eski düzenden bir “kopuş”tu. Ama bu kopuş gökten zembille inmediği gibi, M. Kemal’in dehasının ürünü de değil. O, ancak Batı karşısında gerileyen Osmanlı’nın geçirdiği en az iki yüz yıllık tedrici, ürkek ve kısmi burjuva dönüşümlerin ve özellikle de bu güzergâhta başlı başına bir sıçrama uğrağı olan 1908 Jön Türk Devrimi’nin sağladığı birikim ve süreklilik içinde yerli yerine oturtulabilir.

3) Cumhuriyet; bir açıdan 1908’in yarım bıraktıklarının tamamlanmasıdır. Dolayısıyla ondan ileridir. Ama başka bir açıdan, artık başkalaşmış ve daralmış bir mekan ve toplumsal zeminde gerçekleştiği için, 1908’in bir gelecek ufku ve menzili bakımından içinde barındırdığı daha demokratik, daha halkçı ve çok milliyetli olumsallık ve olasılıkların da elenmesidir. Bu açıdan 1908’e göre, özellikle aşağıdan dinamikler, “halk” katılımı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkış denemeleri yönünden daha “yoksul” ve geridir. Simgesel ve mecazi bir dille konuşursak, her şeyden önce Ermenisiz ve Rumsuzdur. 1908’de burjuva devrimci hareketin mayalanma ve kaynaşma üssü olan Selanik gibi bir merkezden ve onun hinterlandı Balkanlar’dan yoksundur. Kıyaslarsak, Rusya, 1905’ten 1917’ye yoksullaşmadı; ama biz Lenin’in de ilgi alanında olan 1908’i takiben ve Cumhuriyet’e giderken düpedüz yoksullaştık.

4) Cumhuriyet; “halksız” olduğu, köylü nüfusun desteğini arkalamadığı, köylülüğe jandarma ve tahsildar zulmünü dayattığı, eski düzenin “altyapısal” tasfiyesini, onu geleneksel temsilcileri ile uzlaşarak, onları “junker” tarzda dönüştürerek zamana yayma yolunu seçtiği, işçi hareketi ve komünizm düşmanlığını adeta genetik bir refleks haline getirdiği için, yeni düzeni geri dönüşsüz bir biçimde yerleştirecek kopuşçu radikalliğini esas olarak “üstyapısal” reformlar -harf devrimi, kılık kıyafet devrimi veya gündelik yaşamın pek çok alanına öykünmeci bir biçimde zerk edilmeye çalışılan simgesel Batılılaşma pratikleri- alanında sergiledi. Türk devrimi, modernleşme süreçleri ile Batılılaşma arasında kurulan son derece yüksek ve neredeyse kıblevari eşleştirme ve özdeşlik bakımından, gerçekten de ender, “özgün” ve neredeyse biriciktir.

5) Bunun hem bir bütün olarak Türkiye toplumu, hem de Türkiye solu ve sağı bakımından etki ve sonuçları oldukça semptomatiktir. Düşünsenize, toplum bir anda eski alfabenin ve yeni alfabenin okur-yazarları diye ikiye bölünüyor. Yeni alfabenin okur-yazarları toplumlarının tarihsel ve toplumsal belleği ve mirasıyla ilişkilenemeyen bir başlangıca mecbur ediliyor.

6) Cumhuriyet; özellikle de oturma sürecindeki Cumhuriyet, kapitalizmin birleşik ve eşitsiz gelişme yasasının hükmü altında biçimlenmiştir. Bu nedenle ekonomide, siyasette, ulus inşa etme pratiklerinde ve üstyapısal dönüşümlerde farklı “güncel” uyarlama ve eklemlemeler yapabildi. Örneğin, laiklik bahsinde Fransız örneğine yakın dururken, ulus inşasında Alman modelinin izinden yürüdü. Yine örneğin, bir yandan Batı’da yükselen faşizmin bazı özelliklerini içselleştirirken ve giderek proto-faşist bir yapıya bürünürken; öte yandan zayıf özel sermaye birikimi ve dünya buhranı koşullarında Sovyet planlamacılığına öykünebildi. Cılız bir ticari ve özellikle sınai sermaye temerküzüne karşın gelişkin bir bankacılık sistemini; “ta başından finans-kapital vardı” tezine cevaz verecek biçimde var edebildi.

7) Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet; yarı-sömürge konumunda ve sömürgeleştirilme tehdidi altındaki bir ülkeyi siyasal bağımsızlığa kavuşturdu. Sadece bu anlamda ve bu sınırlılık içinde “anti-emperyalist”ti.

8) Cumhuriyet; “gerici” diyebileceğimiz bir ulusçuluğun damgasını derinlemesine yedi. Bu bir etnisiteye, bir dine, bir dile ve tarih içinde saklı olduğu iddia edilen muhayyel bir öze ve kökene gönderme yapan, arındırmacı ve asimilasyoncu bir ulusçuluktur. Öyle ki, ülkedeki Hıristiyan Türkler dahi bu ulustan dışlanmış ve mübadeleyle sürülmüşlerdir. Açılışını İttihatçılar’ın yaptığı bu son derece kanlı ve kıyıcı ulusçuluğun çok ağır bir faturası oldu ve bu fatura durmaksızın kabarmaya devam ediyor. Sonuçta, bütün bunların bir bileşkesi olarak ortaya aşırı merkeziyetçi, bürokratik, militarist, tekçi, buyurgan, despotik ve sürekli “iç düşman” üreten bir devlet erki çıktı.

Cumhuriyet sorunu bağlamında güncel duruma ve tartışmalara gelirsek…

Evet, halen sürüp gitmekte olan en hararetli tartışma, Cumhuriyet’in “ilerici” niteliği ve “kazanımları”, “Türk aydınlanması” vb. etrafında dönen tartışmadır. Yukarıda söylenenler Cumhuriyet’e toptan, ebedi ve tarih dışı bir ilericilik atfedilemeyeceği; ilericilik-gericilik bakımından onun daha baştan çelişik bir tabiatının bulunduğu ve oturma sürecinde kantarın topuzunun büsbütün kaydığı anlamına gelir. Sol, Kemalist ve ulusalcı saflarda henüz restorasyona uğramamış Cumhuriyet hakkındaki değerlendirmelerin önemlice bir bölümü gizemleştiricidir. Adeta bir “altın çağ”dan söz edilircesine, bu dönem yüceltilir. Bürokrasinin belirli sınıfsal dengeler üzerinde sahip olduğu göreli özerkliğe, ki bir zamanların Prusya sultası altındaki Almanya’sında da vardı, Türk devriminin burjuva mahiyetini karartan olmadık anlamlar yüklenir. Bu yaklaşımlara itibar etmek için hiçbir sebep yok.

Ama şöyle bir sorudan kaçılamaz: Cumhuriyet’in geliştirilmesi, kasten korunması demiyorum, gereken kazanımları yok mu? Yukarıdan bir devrim olsa bile, Cumhuriyet’in kazanımlarının olmaması düşünülemez. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturu, dünyevi ama boğucu bir “Leviathan” ile sonuçlansa bile egemenliğin her türlü kutsi ve göksel gönderme ve haklılaştırmadan yoksun bırakılması, hilafetin ilgası, ulemanın Osmanlı iktidar yapısı içindeki ağırlığına son verilmesi, laiklik, Tevhid-i Tedrisat, kadın hakları, pozitivist bir tıkızlıkla da olsa bilimin “mürşit” konumuna yükseltilmesi vb. bunlar ilk akla gelenler. Daha sayılabilir… Ama bütün bunlar, asıl meseleyi, yani Cumhuriyet’in ana karakteri itibarıyla başından beri despotik bir Cumhuriyet olduğu gerçeğini gözardı etmeyi, değişen bağlamlarda akutlaşan yeni tehditler karşısında nafile sığınaklar aramayı gerektirmez. Hakeza, burjuva aydınlanmasına sığınmak da öyle. Türk aydınlanmasının, Fransız aydınlanmasının karikatürü dahi olamaması bir yana, sosyalizmin aydınlanması burjuva aydınlanmasının doğrusal bir uzantısı ve açımlanması olarak görülemez.

Öte yandan, ileri iteklenmeyen ve derinleşmeyen her devrim, önünde sonunda restorasyon süreçlerine maruz kalır. Restorasyonlar, asla eski sosyo-ekonomik düzene veya rejime basit bir geri dönüş anlamına gelmeseler de, yeni düzen ve rejim kendisinden emin hale geldikçe devrimin “sivrilik” ve “aşırılık”larının törpülenmesi işlevi görürler. Bu, neredeyse yaşanmış devrimlerin kanunu. Thermidorsuz devrim yok gibi. Mao’nun çare diye devreye soktuğu “Kültür Devrimi”nin dahi sahici bir çare olmadığı açığa çıktı.

Kendisine göre kopuşçu bir radikalliği olan Cumhuriyet de doğası gereği restorasyon süreçlerinden muaf olamazdı. Bugün restorasyon ötesi bir durumla, “yüzyıllık parantezi kapamak” diye ifade edilen; bir bakıma rövanşçı ve köklü bir rejim değişikliği hamlesiyle yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Doğrudur da. Ama tekçi, bürokratik, militarist, anti-komünist, belirli boyutlarıyla proto-faşist ve gerici ulusçuluğu esas alan yapısı dolayısıyla bu eğilim başından itibaren Cumhuriyet’e içkindi. Cumhuriyet, onu demokratik bir Cumhuriyet doğrultusunda evriltmek isteyen güçlerin basıncı ve direnişiyle karşılaştıkça, bu eğilimin sübaplarını açmış ve restorasyonlara adeta davetiye çıkarmıştır. Günümüzde sözüm ona kimi Cumhuriyet savunucularının düpedüz faşizmin değirmenine su taşıyor olması, bu bakımdan son derece öğreticidir.

Cumhuriyet’e başından itibaren içkin olan bu çatışma şimdi alabildiğine keskinleşmiş durumda. Türkiye’de şu anda mücadele faşizm yahut demokratik Cumhuriyet almaşıkları etrafında dönüyor. Saflar giderek daha belirgin biçimde buna göre diziliyor.

Demokratik Cumhuriyet, solda ve hatta sosyalist solda hâlâ yeterince anlaşılmayan ve takdir edilemeyen bir sorunsaldır. Mesele bazılarının, “Cumhuriyetle demokrasiyi” kavlince buluşturma basitliğinde değil. Özetin özeti: Demokratik Cumhuriyet ulusun bir din, dil veya etnisite ile tanımlanmadığı, devletin bütün din ve inançlar karşısında nötr olduğu, daha açık ifadeyle devletin dininin ve milliyetinin olmadığı, en geniş yerel özerkliğe dayalı, bütün özerk yerel birimlerin ayrılma hakkının mahfuz olduğu, bu özelliklerinin yanı sıra bürokratik, militarist, hantal ve dolayısıyla “pahalı” olmayan bir Cumhuriyettir. Böyle bir Cumhuriyet, bir burjuva Cumhuriyet de bir halk ve işçi Cumhuriyet’i de olabilir. Daha ötesi, siyasal biçim olarak böyle bir Cumhuriyet’i esas almıyorsa, her işçi iktidarı, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi bozuma uğramaya ve “proletarya diktatörlüğü”nün çarpıtılmış ifadesi olan politik bir diktatörlüğün çeşitli versiyonlarına dönüşmeye mahkumdur.

Siyasi tarihimizde “demokrasiyi” kesintiye uğratan siyasal hareketler var. 60, 70 ve 80 darbeleri. 27 Mayıs 1960 darbesinin görece sonuçlarının daha demokratik olduğunu görüyoruz. Ancak ardından gelen 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesi, 60’ın getirdiği hemen hemen bütün demokratik denilebilecek kazanımları yok etti. 60 darbesi ile diğerleri arasındaki bu açıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Bir kere, Türkiye’deki darbeler dizisine, artık 28 Şubat’ı ve 15 Temmuz’u da eklemek gerekiyor. Fakat senin zikrettiğin ilk üçüne odaklanacak olursak; bunlar modern Türkiye tarihinin çok önemli dönemeçleri olup ancak sınıf mücadeleleri bağlamında anlaşılabilirler. Bunları gerçekleşme koşullarından, arkalarındaki sınıfsal dinamiklerden kopararak, şimdilerde mutat olduğu üzere darbe genellemesi altında aynı kefeye koyamayız. Son dönemlerin uzak durulması gereken harc-ı âlem okuması kabaca şöyledir: Demokrasimiz belirli aralıklarla askeri müdahalelere maruz kalıyor ve kesintiye uğruyor. Sonra, bu “ara dönemler”i bir şekilde savuşturup, ayakları üstüne dikeliyor ve daha şerbetli biçimde kaldığı yerden yoluna devam ediyor… Eninde sonunda “millet” galebe çalıyor. Bunun gerçeklikle zırnık kadar ilgisi yok.

Bunların güya daha sofistike bir yorumu da var: Bizim Prusyalılar yahut yerli dille konuşursak bizim kadim seyfiye zümremiz, iktidar bloğu içindeki “daimi” konumunu haddini bilmez yeni yetmelere karşı korumak ve aymazlara hatırlatmak için yumruğunu koşullar gerektirdiğinde masaya vuruyor. Her iki bakış da AKP’nin “vesayet” retoriğine hizmet eden sığ yaklaşımlar. Bu her üç darbe de ciddi siyasi ve hatta sermaye birikim tarzının farklılaşması anlamında iktisadi rejim değişikliklerine yol açtı. Yani “demokrasimiz” kaldığı yerden devam etmedi.

Yine de senin yönelttiğin sorunun esas olarak 60 darbesinin farkıyla ilgili olduğu muhakkak. Doğru, 60 darbesi -bir darbe olduğu hakikati bir yana- çok farklı bir konjonktürün ürünü. Hiyerarşik olmayışı bakımından da diğerlerinden farklı; esasen bir albaylar darbesi ama asıl farkı bu değil. Asıl fark nedir? Fark, kimi aklı evvel Cumhuriyetçilerin veya sol-kemalistlerin iddia ettiği gibi, karşı-devrimci (veya restorasyoncu) bir gidişat karşısında “devrimci” ve Cumhuriyetçi kuvvetlerin bir derlenişi ve karşı taarruza geçişi değil zinhar. Peki nedir? Ülke ve dünya koşulları bakımından çok spesifik bir ortamda biçimlenmiş kent ve kır bloklarının karşı karşıya gelişleri; giderek palazlanan sanayi sermayesinin, Demokrat Parti’nin hamiliğini yaptığı tarım ve ticaret sermayesi karşısında üstünlüğü ele geçirmek ve kendi hegemonik yolunu açmak için kentsel bloğun liderliğine soyunduğu “riskli” bir eylem. Her ne kadar sonrasında kendi gemisini yürütme ve sermaye içinde belirleyici bir konuma yükselme fırsatı yakalasa da Türk sanayi burjuvazisinin, 60’lı-70’li yıllar arasındaki çok eksenli ve sarsıcı toplumsal uyanış dalgası nedeniyle, “bir daha asla” tövbekârlığıyla pişmanlık duyduğu bir girişim. Türk burjuvazisinin yükselen hizbinin, son tahlilde orduyu harekete geçirmekle sonuçlansa bile, kentsel toplumsal muhalefetle rezonansa girmeyi göze aldığı istisnai bir durum. Bu nedenledir ki, 1960-70 arası, Türk sermayesinin asla hatırlamak istemediği, “sosyal uyanışın, iktisadi gelişmeyi geçtiği” kabus yılları oldu. Yükseliş halindeki işçi, gençlik, köylü, öğretmen ve aydın hareketlerinin alışılmadık sarsıcı pratiklerinin yanı sıra, bütün bu hareketlerin basıncı altında ordunun derin iç çalkantılar geçirmesi, burjuva sınıfa tarihinin en derin güvensizliklerinden birini tattırdı. Dolayısıyla, 1960, burjuvaziye toplumsal muhalefetle flört etmenin sınırlarını gösteren bir “öz-eleştiri” deneyimidir aynı zamanda. Bu sebeple diğer darbelerle asla aynı kefeye konamaz. 1960, sermaye birikim rejimini de sanayi burjuvazisinin çıkarları uyarınca değiştirmiş ve “ithal ikameci”, iç pazarın korunduğu, “planlı kalkınma” dönemini başlatmıştır.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) dönemin en gözde kurumlarından biri.

Doğrudur; 1961 Anayasası Türki-ye’nin şu ana kadar gördüğü en demokratik anayasadır. Bu anayasanın tanıdığı olanaklarla sınıf mücadelesi çok kanallı bir yükseliş göstermiş ve egemen blok içindeki çelişki ve çatışkıları ikinci plana düşürmüştür. Başlangıçta kentsel muhalefeti yedeklemek için bu anayasaya destek veren sanayi burjuvazisi bir süre sonra ondan yakınmaya başladı. 12 Mart; işçi ve kitle hareketini bastırma, artık “bol” diye yakınılan anayasayı daraltma ve tekelci konuma sıçramış sermaye fraksiyonunun iktidar bloğu içinde hakimiyetini pekiştirme ihtiyaçlarının ürünüydü. Ama yarım yamalak önlemlerle yetinip geri çekilmek zorunda kaldı. Toplumsal muhalefet özellikle 1973’ten sonra yeniden ve daha gür bir biçimde yükselişe geçti. Bu yükselişin zirvesi neresidir; 1 Mayıs 1977 midir; tartışılır. Ama işçi hareketi ve toplumsal muhalefet asıl olarak 12 Eylül ile ezildi. 12 Eylül, 12 Mart’ın yarım bıraktığını tamamlayarak yeni bir siyasal rejim kurdu; tıkanan sermaye birikiminin önünü, 24 Ocak kararlarıyla açılışı yapılan yeni bir birikim tarzıyla açtı. İşçi hareketi ve sol/sosyalist muhalefet ezilmeden bu birikim tarzının önü açılamazdı. 1960-80 arası dönem, aynı zamanda yükselen işçi ve kitle hareketine karşı iki siyasal akımın sahne aldığı bir dönemdir de: Bunlar; faşist hareket ve siyasal İslam.

Sakıp Sabancı, 90’lı yıllarda verdiği bir demeçte “Biz sermayedarlar parlamentoda iki parti isteriz aslında. Biri daha muhafazakâr diğeri daha demokrat olabilir. İktidara sırayla gelip gitsinler. Mecliste yönetme krizi, koalisyonlar olmasın. Bizim çalışma sistemimiz değişikliğe uğramasın, kârlarımız sürekli artsın isteriz” demişti. 90’larda finans kapitalin dile getirdiği siyasal sistem bugün başkanlık sistemiyle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ancak AKP’nin istediği başkanlık sistemini hâlâ kimse çözebilmiş değil. Ne ABD’deki başkanlık ne de Fransa’daki yarı başkanlık sistemine benziyor.

Sabancı sermaye için “ideal” olanı dillendirmiş. Yani istikrar, öngörülebilirlik, siyasi krizlerin yaşanmaması, ekonominin siyasal süreçlerdeki dalgalanmalardan etkilenmemesi ve iki partiye dayalı bir “demokrasi”. Sabancı demokrasinin bu kadarına, iktisadi egemenliğimizi siyasal egemenliğe daha kestirme biçimde tahvil ettiği; ama aynı zamanda bir rıza ve onay ürettiği için razıyız; gerisi bizim nazarımızda istikrarsızlık demeye getiriyor. Sabancı, Lenin’in ünlü belirlemesini de doğrulamış oluyor aslında: “Tekelci sermayenin asli eğilimi siyasi gericiliktir. O demokrasi ile çatışır.”

İki partili tahterevallinin ABD’de siyasal yaşamı nasıl boğduğu, yeni seçeneklerin ortaya çıkışını nasıl zorlaştırdığı aşikar. Tayyip Erdoğan, Sabancı’nın da ötesine geçiyor ve iktisadi egemenlikle siyasal egemenlik arasındaki bütün dolayımlar kalksın, “devlet şirket gibi yönetilsin” diyor. Böylece sermayeye benim başkanlığımda işleriniz tıkır tıkır ve seri biçimde yürüyecek mesajı veriyor. Sermayenin siyasi gericilik eğilimlerinin ve neo-liberal taaruzu kesintisiz biçimde sürdürme ihtiyacının içinden konuşarak başkanlığına onay ve destek üretmeye çalışıyor. Ancak sermaye saflarında tereddütler ortadan kalkmış değil. Zira bu tür bir “istikrar” vaadinin bizzat kendisinin mülkiyet hakkının dahi güvencede olmadığı bir keyfilik ve istikrarsızlığa dönüşmesi çok muhtemel.

Bunun hiçbir yerdeki başkanlık sistemine benzemediği; önümüze sürülen menünün aslında totaliter bir rejimin, yani faşizmin inşasının tamamına erdirilmesi anlamına geldiği, mızrak çuvala sığmadığı için adına “Türk tipi başkanlık” dendiği apaçık. Erdoğan kendi şahsi ve zümresel geleceği ile “devletin bekası”nı olabildiğince örtüştürerek başkanlığı dayatmaya çalışıyor. Çünkü onun nazarında iktidarını yitirmemenin yolu başkanlıktan geçiyor.

“İleri demokrasi” vaadinden bu noktaya gelinmesi çarpıcı değil mi?

“İleri demokrasi” zaten bir demagoji idi. Erdoğan ve AKP’nin iktidara henüz tam yerleşemediği, işleri çeşitli uzlaşılar ve ödünlerle, yanılsamalar yaratarak götürmek zorunda olduğu şartların geçer akçesiydi. Bu demagojiye kananlar, ardından da özeleştiri kervanına katılanlar olmadı değil. Unutmayalım, bazılarının AKP’nin başarısını “devrim” diye nitelediği günlerden geçtik.

“Yetmez ama evet”çileri mi kastediyorsunuz?

“Yetmez ama evet”çilik, bu eğilimin referandum anındaki tezahürüydü. Ben bunun da ötesinde daha uzun bir zaman dilimine yayılmış karşılıksız beklentiler, AKP’ye verilmiş kerhen destekler veya açık çekler çeşitliliğini kastediyorum. AKP’ye belirli bir “ilericilik” payesi biçenler, bunu gerekçelendirmek için kendisine de haksızlık yaparak İdris Küçükömer’in tezlerine müracaat edenler oldu. Sağdan ve soldan devşirmeler yapan bir koalisyon görünümü vermesi bir yana, AKP de bu yanılsamayı besleyecek çeşitli fiili ittifaklar kurdu. İmaj açısından liberallerin ve solun bazı kesimlerinin açık veya örtük desteğini iyi değerlendirdi. Ama özellikle de, AB ile üyelik müzakereleri sürecini iyi bir paravan olarak kullandı. Öyle ya, ülke artık neredeyse geri dönüşsüz bir biçimde Avrupa çıpasına bağlanıyor ve Avrupai bir yola giriyordu. Bunun önündeki biricik engel “vesayet”ti. O da giderek tasfiye ediliyordu…

AKP iktidarı arada bir şu veya bu uygulamasıyla siyasal İslamcı çehresini gösterse de bu, acaba başka bir gizli gündem mi var duraksamaları yaratsa da “kedidir kedi!” sayıklamaları devam etti. AKP iktidara yerleştikçe, konumunu pekiştirdikçe el yükseltmeye başladı. Bunu en çarpıcı biçimde AKP’nin eski bir İstanbul İl Başkanı’nın şu mealdeki sözleri ifade etti: “Artık bazı müttefiklere ihtiyacımız yok, onları katardan indiriyoruz; işleri güçleri rastgele”…

Fetullah Gülen Cemaati ile yeni iktidar bloğu dahilinde kurulan ittifakı ve bunun serencamını ise başka bir kategori olarak görmek gerekir. Zira burada siyasi İslamın iki farklı çizgisi ve yorumu ile karşı karşıyayız. “Camia içi” sorun ve hizalamalar çerçevesine girer bu konu. Burada hem bir çıkar ve siyasi iktidarda tam hakimiyet kavgası hem de Türkiye’ye ilişkin vizyon çekişmesi var. İlkini şöyle simgeleştirebiliriz: Erdoğan’ın başkanlık ve sultanlık koltuğuna oturması mı yoksa Gülen’in Türkiye’ye Humeynivari dönüşü mü?… Humeynivari dönüş, şimdilik çıkmaz ayın son çarşambasına kalmış gözüküyor. 15 Temmuz’un kendisine sun-duğu lütufla, aynı zamanda camia içi rakibini saf dışı ettiğini düşünen Erdoğan kendi siyasi İslam çizgisini ve İslam-Türk sentezini gerçek kılmak için kolları, zaman daralıyor telaşıyla sıvamış bulunuyor.

Erdoğan’ın iktidarı boyunca destek gördüğü ve olanaklarından fazlasıyla yararlandığı Gülen Cemaati’ni tehlike olarak görmesinin nedenleri nelerdir?

Bunun ana nedenlerinden birine değindik zaten. Tarafların tam ve mutlak bir iktidarın peşinde koşmaları, iktidar paylaşımını ilk fırsatta birbirlerinin kuyularını kazacakları geçici bir mahkûmiyet olarak görmeleri. Bu iktidar kavgası Gülen Cemaati’nin başta MİT olmak üzere henüz denetim altına alamadığı kurumları düşürmeye kalkışması ve doğrudan Erdoğan ve çevresini hedef alan hamleleriyle iyice kızıştı. Sızmacı ve entrik bir kadro hareketi olarak Cemaat, artan bir özgüvenle başına buyruk davranmaya ve meyvenin artık olgunlaştığı kanaatiyle son kritik vuruşları yapmaya yöneldi. Erdoğan’ın Cemaati, aşırı siyasal hedef ve iddialardan kısmen vazgeçirme ve nispeten diğer cemaatlere benzer biçimde sivil topluma hapsetme çabaları sonuçsuz kaldı. Erdoğan, Cemaatin devlet içindeki varlığı, stratejik kurum ve sektörlerdeki mevzilenişi, küresel ağları, iktisadi ve toplumsal örgütlülüğüyle kendisini kuşatmakta olduğu gerçeğiyle daha somut ve yakıcı biçimde yüz yüze geldi. Böylece iki totaliter yönelim toslaşmaya başladı. Şüphesiz, rekabetin aynı zamanda iktisadi pasta paylaşımı veçhesi var. Rekabetin bu cephesinde de Cemaat, AKP’ye tabii olmak veya onunla ortaklaşmak yerine ayrı bir sermaye hizbi olarak temayüz etme; kendi örgütlerini kurma yolunu seçti. Kavganın bu kulvardaki sertleşmesi, “tencere dibin kara” çekinikliği dolayısıyla yeterince faş edilmedi. Oysa, “himmetler”in nereye ve kime akacağı sorunu dahil, kıran kırana bir rekabet yaşanmaktaydı. Kendisini en çok medya, eğitim ve dershaneler alanında dışa vuran kültürel hegemonya tepişmesi “aile içi” çekişmenin bir başka boyutuydu. Nihayet, hafife alınmaması gereken bir ideolojik çizgi farklılığından söz edebiliriz. Milli Görüş’e ve siyasi İslam’ın diğer hiziplerine göre Cemaat İslamı Protestanlaştırmak isteyen bir akım, bir tür “beşinci kol”du. Cemaat Batı, Vatikan, emperyalizm, Hıristiyanlık, Musevilik ve İsrail ile iyi ilişkiler içerisinde ilerleyişini sürdürmek istediği, dini faaliyetleriyle iktisadi girişkenliği ileri derece iç içe yürüttüğü için bunda belirli bir gerçek payı var. Bütün bunların sonucu olarak AKP-Cemaat; ortaklığı çatladı ve iş karakolda bitti.

Sizin de belirttiğiniz gibi Erdoğan iktidara geldiği zaman fazla Avrupa Birlikçi bir havası vardı. Fakat özellikle Arap Baharı dönemi başladığında Erdoğan’ın bu söylemden vazgeçtiğini görüyoruz.

AB serüveninde sorun çift yönlüdür. Erdoğan ve AKP yönünden baktığımızda; onlar, soruna araçsal yaklaştılar. Süreci; içerdeki iktidar mücadelesinde ellerini dış dinamiklerin desteği ile güçlendirecekleri; dengeleri lehlerine değiştirecekleri; ordu, bürokrasi ve yargı içindeki dirençleri dış girdi ve payandalarla kıracakları bir enstrüman gibi ele aldılar. AB hedefi, şüphesiz; içerde de müttefikleri çoğaltıyor, iktidarın niyet ve yönelişleri konusunda yanılsamalar yaratıyordu. Erdoğan ve AKP belli başlı rakiplerini gerilettikçe ve iktidara yerleştikçe AB sürecine duyulan bu araçsal ihtiyaç da giderek azaldı. Erdoğan, hedeflediği rejimle AB’ye üyelik sürecinin birlikte yürümeyeceğinin gayet iyi farkında. Unutmayalım; Erdoğan’ın son Şanghay çıkışından epey önce de AKP iktidarı döneminde birkaç kez “eksen kayması” tartışması yaşandı. Bunlar tamamen nedensiz ve afakî tartışmalar değildi. “Arap Baharı” ve sonrasında yaşanan gelişmeler de bir etmen elbette. Şanghay bir yana, Erdoğan’ın Türkiye’nin liderliğini yaptığı bir Müslüman Kardeşler iktidarları zinciri hayal ettiğinden ve buna basbayağı yatırım yaptığından emin olabiliriz. Suriye’deki aşırı angaje dış siyaset, bu beklenti ve yaklaşımın bir ürünüdür aynı zamanda.

Ama meselenin bir de AB cephesi var. Sosyalist solda Avrupa Birliği hakkındaki farklı görüşlere girmeksizin şunu söyleyebilirim: Türkiye’yi tam üyelik yolunda özendirmek için elinden geleni yapmış bir AB yok karşımızda. AB, özellikle de onun baş çekicileri Almanya ve Fransa; Türkiye ile müzakereleri hiçbir zaman tam üyelik hedefine göre yürütmediler. AB sermayesi Gümrük Birliği ile koparacağı iktisadi ödünleri zaten elde ettiği için üyelik müzakereleri aslında sahte bir zemin üzerinde yürüyordu. Gümrük B’den sonra Almanya ve Fransa gerçek niyetlerini hiçbir zaman gizlemediler: Tam üye yapmaksızın, özel bir statü ile Türkiye’yi Avrupa çıpasına bağlamak… Yani AB süreci nerede biteceği belirsiz uzatmalı ve sürüncemeli bir hal almışsa, aslında taraflar böyle istediği içindir.

Türkiye’nin tamamen Batı’dan tamamen kopup Suudi ve Katar sermayesini arkasına alarak yüzünü tamamen Ortadoğu’ya dönmesi mümkün mü?

Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar arasındaki gerici ve aynı zamanda mezhepçi ittifak, şu anda Ortadoğu’da karşı devrimin mızrak başı rolünü oynuyor olabilir. Ama Suudi ve Katar sermayesi katiyetle yetmez. Ayrıca Ortadoğu, şu sıralar tıpkı Türkiye gibi gerilim biriktiren Suudi Arabistan ve Katar’dan ibaret değil ki Türkiye bu ittifak yoluyla Ortadoğu’ya kapaklansın. Zaten bunu gayet iyi bildiği içindir ki, Erdoğan sıkıştıkça bir Ortadoğu açılımından değil, Şanghay’dan söz ediyor. Dolayısıyla üzerinde konuşmaya değer seçenek Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin düzenleyici ve baskın bir rol oynadığı Ortadoğu değil Şanghay.

Çeşitli sebeplerle Batı’yla ilişkileri kötüleştiğinde, Türkiye’nin siyasi elitleri iki kutuplu dünyada da zaman zaman “Bakın ha, saf değiştiririz” tehdidinde bulundular. İsmet İnönü’nün meşhur lafıdır: “Yeni bir dünya kurulur, biz de orada yerimizi alırız”… Olmadı, bu söz boş kubbede hoş bir seda olarak kaldı.

Bir kere Şanghay, ne askeri ne siyasi ne de iktisadi anlamda, sözcüğün gerçek anlamında bir kamp değil. Adı üzerinde, bir işbirliği teşkilatı. Entegrasyon düzeyi son derece düşük. Teşkilatın iki kilit ülkesi Rusya ve Çin’in gelecekte kendi başlarına bambaşka ittifak kombinasyonları geliştirmeleri mümkün. Kaldı ki Erdoğan’ın çıkışından sonra “egemen devletler”den oluşan Şanghay’a katılmak için gerekli şart ortaya kondu: NATO’dan ayrılmak… Yeterli şart mı, o dahi tartışma götürür. Eksen değiştirmek, Çin veya Rusya menşeili hava savunma sistemleri almak, bu NATO’nun Lizbon Zirvesi öncesinde de alevlenen bir konuydu. Sonuç Türkiye’nin yelkenleri indirmesi oldu.

Verili koşullar altında Türkiye’nin Batı’dan kopması imkânsız denecek ölçüde güç. Oluşmuş bütünleşme devreleri; iktisadi, siyasi, askeri, kültürel, tarihsel, kurumsal, demografik ve normatif karmaşık bağ ve ilişkiler buna yakın gelecek için izin vermiyor.

Ama öte yandan, küresel güç dengelerinde önemli sayılabilecek kaymalar yaşanıyor. Amerikan hegemonyasının gerilemesi, Çin’in emin adımlarla yükselişi, Rusya’nın toparlanması ve küresel güç konumunu yeniden yakalaması vb. Küresel diziliş ve dengeler bakımından durağan değil dinamik bir dönemden geçiyoruz. Erdoğan bir tür yeni Abdülhamitçilikle bu durumdan yararlanmak ve kendi manevra alanını genişletmek istiyor.

Ancak halihazır şartlarda bunun marjları var. Marjlar haddinden fazla zorlanacak olursa sonuç; Türkiye’nin emperyalist odaklar ve küresel güçler arasındaki çelişkileri daha fazla içselleştirmesinden, yeni gerilimler yüklenmesinden ve dünya kapitalizminin çelişkilerinin yoğunlaşma ve yumaklaşma mekanı haline gelmesinden başka bir şey olmaz.

Dış politikadan içe dönersek, sizin de bildiğiniz gibi Erdoğan iktidar yürüyüşünde tüm Müslümanlar adına bir mağduriyet edebiyatı yürüttü. Özellikle Kemalist rejim karşısında siyasal İslam temsilcilerinin bu mağdur tanımı doğru mu?

Bu mağduriyet meselesine son derece mesafeli ve sakınımlı yaklaşmamız ve meseleyi başka bir ışık altında görmemiz gerektiği kanısındayım. Birilerini “mağdur” etmeyen bir devrim düşünülemez. Her devrim belirli güçleri karşısına alır ve zafer kazandığında da onları bastırır ve baskı altına alır. Önce bu genel kuralı bir yere yazalım ki her şey yerli yerine otursun. Öte yandan, söz konusu olan yukarıdan ve bu anlamda “halksız” bir devrimse, evet, kitlelerin tarihsel inisiyatif ve girişkenliğine dayalı demokratik bir devrimde kazanılacak veya işin öznesi olacak toplumsal güçlerin bir bölümü “gerici” diye damgalanır ve “mağdur” edilir. Meseleye sınıfsal bir gözlükle bakıldığında, Türk devriminin mağdurları, mütegalibenin, eski düzenin hakim sınıflarının yedeğine ve insafına terk edilmiş köylü kitleleridir. Evet, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında İslamın eski düzenin toplumsal güçlerinin muhalefet bayrağı haline geldiği doğrudur. Böyle de olsa, meseleyi ideolojik terimlerle İslamcıların mağduriyeti diye koymak, durumu aydınlatmaktan çok karartır.

Konu İslamcıların mağduriyetinin çok ötesinde ve derindir. Cumhuriyet tarihini boydan boya kat eden Doğu/Batı kültürel çatışması, gerçek bir demokratik devrim koşullarında yerini bambaşka özgünlük, yenilik ve sentezlere bırakabilirdi. Ya da daha yakın zamanlara gelirsek, başörtüsü yasağının hem fırsat eşitliği, hem de kadınların eğitim hakkı ve toplumsal yaşama katılımı bakımından mağduriyetler yarattığı tartışma götürmez. Ancak, tablonun bütününe bakmalıyız. Özellikle restorasyon süreçlerinden sonra siyasal İslamcıların, hele de sol karşısında mağduriyetten söz etmesi için pek az neden var. Evet, burada artık gerçek bir mağduriyetten çok, “edebiyat”, tezvirat ve rövanşçı bir mevzi kazanma stratejisi var. Tam ters yönde hak ihlalleri gırla. Sola karşı saldırganlık var, “yüzde 99’u Müslüman olan ülke” klişeleriyle Türkiye toplumunun çok inançlı yapısını inkar ve tahakküm kurma çabası var. “Mahalle baskısı” var. Ramazan ayında oruç tutmayanların maruz kaldığı sayısız saldırı var. Komünizme Karşı Mücadele Derneklerinin dahil olduğu “Kanlı Pazarlar” vb. var. Dolayısıyla mağduriyet edebiyatına prim vermemeliyiz.

HDP’nin 2015 Haziran seçimlerinde yüzde 13’lük seçim başarısının ardından “mağdur” olan açıktan bir zalime dönüştü. 1 Haziran sonrasında Kürt halkına yönelik saldırılar ve ülkede kitlesel katliamlar dönemi başladı. 1 Kasım erken seçimlerinde HDP yüzde 10 barajını ancak geçti. AKP ise oy artırdı. Ardından bu yıl 15 Temmuz’da yaşanan başarısız Cemaat Darbesi’nin ardından AKP, OHAL ve KHK’lar dönemini başlattı. Toplumun her kesimine saldırı HDP’li vekillerin tutuklanması ile devam ediyor. Bugün artık faşizm denmeli mi denmemeli mi tartışması yapılıyor. Mağdurla başlayan ve zalimle biten bu siyasal süreci ve sonrasını değerlendirir misiniz?

Kanaatimce 14 yıllık AKP iktidarı sürecine mağdurluk/zalimlik ikileminden bakmamız gerekmez. Yahut maskeleri çıkardılar, gerçek yüzlerini gösterdiler veya zaten hep el altında olan gizli gündemlerini nihayet açıkça yürürlüğe koydular yüzeyselliğide yeterince açıklayıcı olmaz. Bu, Türkiye tarihinin henüz analitik olarak incelenmeyi ve yazılmayı bekleyen son derece çalkantılı bir dönemidir. Dönemi kabaca ikiye ayırmak mümkün: AKP’nin henüz iktidara yerleşemediği, titrek ve eğreti durduğu, onu meşru olmayan yollarla (darbe teşebbüsleri, muhtıra denemeleri vb) iktidardan uzaklaştırma çabalarının birbirini izlediği yıllar. Mağdur imajı bu yıllara aittir. AKP bu yılları çok büyük ölçüde uluslararası dinamiklerin desteği ve Cemaatin operasyonel gücü ile aştı. Bunu yeni bir tarihsel blokla iktidara yerleşme ve hatta devletleşme yılları takip etti. 2023 ve 2071 hedefleri ise, daha ötesi, artık ne pahasına olursa olsun iktidarı bırakmama iddiasının bir ifadesi.

Bundan dolayı, solun bu ikinci dönemde AKP “olağan” ve parlamenter yollardan iktidardan uzaklaştırılabilir mi diye tartışması nedensiz değil; Gezi ve 6-7 Ekim kitle hareketleri ile sarsılabileceğini; 7 Haziran ve 1 Kasım arasında yaşananlar ise olağan yolların sınırlarını gösterdi. Bir seçimin sonucu tanınmamış, yok hükmünde sayılmış ve ülke yeni bir “sopalı seçim”e sürüklenmiştir. İkincisi,

AKP’nin meşruiyet kaygısını bir kenara bırakmasının da kanıtı oldu. Bu döneme bir de şu açıdan bakabiliriz: Cumhuriyet’in maruz kaldığı en derin, en kapsamlı ve çok boyutlu restorasyon. Gözümüzün önünde cereyan ettiği gibi, ucu faşizme açılan bir restorasyon. AKP önceki restorasyon denemelerinin yarım bıraktıklarını tamamına erdirme ve mantıki sonuçlarına vardırma misyonunun taşıyıcısıdır. “Yüzyıllık parantezi kapamak” vurgusu bunu anlatır.

7 Haziran şu olasılığın mevcut olduğunu gösterdi: Demokratik bir cumhuriyetin dinamikleri buluşturulup seferber edilebilir; ülke restorasyonlar ve bunun karşısında eskiye sarılmanın kısır döngüsünden çıkarılabilir. Sadece AKP değil, bir bütün olarak müesses nizam da bunu ve olağan koşullarda sürüp gideceği belli HDP yükselişini bir tehdit olarak algıladı. Müesses nizam bunu sindirmek ve sineye çekmek, uzlaşacak veya içerecek bir esneme sergilemek yerine vantuzlarını çıkarma ve bastırma yolunu seçti. İçerde ve dışarıda savaş yönelimine bu yüzden istim verildi. Çünkü bu, Türkiye’de rejimin üstüne kurulu olduğu sütunları, ayrışma eksenlerini sarsmaya aday bir yükselişti. Olayların hızlı akışı içerisinde 7 Haziran’ın önemi bazen yeterince takdir edilemediği için vurguluyorum bunu. Bunun karşısında kurulan denklemin ise şu yalınlıkta olduğunu söylenebilir: İçeride ve dışarıda savaş eşliğinde başkanlık ve faşizmin inşası… Konu başkanlık olunca, başlı başına bir Erdoğan faktörü bulunsa bile, faşizme yöneliş, şahsileştirilemez ve ardındaki yapısal nedenler gözardı edilerek Erdoğan’ın hırs ve dayatmalarına indirgenemez.

Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) yaklaşık 15 yıl önce Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefini terk ederek yeni bir paradigmaya yöneldi. Bu paradigma değişikliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğrudur; KÖH’e, 2000’lerin başına kadar “Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefi” yön verdi. 2000’lerden itibaren geliştirilen yeni bir teorik çerçeve ve paradigma eşliğinde bu hedeften vazgeçildi. Yapılan taktik bir değişiklik değil, koşulların baskısı altında başvurulan bir takiye hiç değil. Yeni ve pratiğe dökülen bir stratejik yönelim. Türkiye’de bazı önyargılılar olup bitene şöyle bir şüphecilikle yaklaşmaya devam ediyor: “Bakmayın şimdi çıta düşürdüklerine ve maksimalist taleplerden vazgeçtiklerine. Bağımsız Birleşik Kürdistan saklı hedef olarak kalmaya devam ediyor. Bu, koşullar ve zamanlama meselesi.” Kuşkusuz yeni paradigma eleştirilebilir. Nitekim hem Kürt hareketinin içinden hem de soldan eleştirenler var. Yeni yaklaşımı gerçeklikten kopuk ve “ütopik” bulanlar var. Ama takiye veya taktik yapılıyor yollu eleştiriler yersiz, isabetsiz ve “bölücülük” suçlamasını öyle veya böyle sürdürme kastıyla yapılan eleştiriler.

Burası bu yeni paradigmanın kavramlar dizisini teker teker irdelemenin yeri değil. Ulusal sorun ötesi bir kapsamı bulunduğu, bir uygarlık eleştirisinden beslendiği ve farklı bir uygarlık vizyonuna sahip olduğu için, yeni paradigma ulusal bağlamda da bir özgünlüğü ve ciddi bir yenilenmeyi temsil ediyor. Kendi kaderini tayin hakkını farklı bir yoruma ve içeriğe kavuşturuyor. İlk bakışta ve yerleşik kabullere göre ortada bir paradoks var gibi gözüküyor: Ulus devlet istemeyen, ciddi bir ulus devlet eleştirisi geliştiren bir ulusal hareket… Kanımca, ortada bir paradoks yok. KÖH ezilen milletlerin kurtuluş ve özgürleşme mücadelesini, bir tür nihai ve ideal hedef gibi bir ulus devlete kavuşma fetişizminden kurtarıyor ve devletle özgürleşme arasındaki gerilim ve tezatlığı gören bir yol teklif ediyor.

Madem takiye yok, yeni bir ulus devlet istenmediği için madem “bölünme” riski de yok; o halde meselenin kolaylıkla çözülmesi lazım, denilebilir. Bu, düz bir mantık ve akıl yürütme ve yeni paradigmanın içerimlerini hafife alma olur. Zira yeni paradigma ile KÖH kendisini daha zorlu, daha uzun menzilli bir stratejiye tabi kılıyor ve adeta bir “sürekli devrim” rotasına sokuyor. İkincisi; ulus devletler ailesine yeni bir devlet katmayı reddetmekle KÖH çıta düşürmüyor; tam tersine yükseltiyor. Bir “bağımsız, birleşik Kürdistan” hedefine odaklanmakla, bir “Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu” perspektifine sahip olmak arasında çok ciddi ölçek, yüzölçüm, hedef ve çıta farklılıkları var. Düşünsenize, Kürt sorununa doğrudan taraf dört siyasi birimi veya ülkeyi (neredeyse Ortadoğu’nun sürükleyici aksı anlamına gelen İran, Irak, Türkiye ve Suriye) bütünsel olarak dönüştürmeye talipsiniz. Üçüncüsü, KÖH yeni paradigma ile “kendi kaderini tayin hakkı”nı çöpe atmıyor; aksine onu salt uluslara ait olmaktan çıkarıyor; hem genelleştirerek hem de özelleştirerek “özyönetim” çerçevesine yerleştiriyor.

Barzani’nin henüz YNK ve Goran’ı dahi ikna etmeksizin zaman zaman “bağımsızlık”tan söz ettiği hepimizin malumu. Kıyaslanabilir; çıta hangi yaklaşımda daha yüksekte duruyor?

Bu çerçevede, KÖH Suriye’de “Biz birleşik ve demokratik bir Suriye’den yanayız” derken Suriye’nin tamamına ilişkin bir önermede bulunuyor. Ama Barzani’nin Irak’ın tamamına yönelik bir teklifi henüz duyulmadı.

KÖH’ün bu yeni paradigması içerisinde ve Suriye’nin demokratikleşmesi açısından Rojava Devrimi modeli nerede durmaktadır?

Rojava, KÖH’ün yeni paradigmasının şu anda en ileri provası ve pratikleştirilmesidir. Suriye, miadını artık doldurmuş Baasçılık cenderesinden çıkacaksa değerlendirilmesi gereken bir şanstır. Suriye, bu iç savaştan ciddi bir demokratik dönüşümle çıkacaksa, bizdeki Kemalizmin Suriye’ye has çeşitlemesi olan Baasçılığı aşacaksa, Selefi gericiliğine karşı hakiki bir seçenek sunacaksa şayet; Rojava’ya yüksek bir kıymet biçmek ve yeni rejimi buna göre biçimlendirmek durumundadır. Bunu yaptığı andan itibaren, Suriye bir anda Ortadoğu’nun en demokratik ülkesi haline gelir ve hakikaten kerteriz alınan bir “model ülke” olur. Olmadık fetihçi Suriye rüyaları görmüş Erdoğan’ın asıl kâbusu bu olur. Rojava, Suriye’ye kendisini demokratik esaslar üzerinden yeniden kurmasının somut teklifidir. Aksi halde, Rejim ve Baas Partisi bu teklifi reddederse ve bir özdönüşümü göze almazsa, Suriye öyle veya böyle kan kaybetmeye ve yeni trajediler yaşamaya devam edecektir.

Rojava, IŞİD’e karşı yürüttüğü savaş, seküler yapısı ve hepsinden önemlisi kadınların yönetmekten savaşmaya kadar Rojava’nın kuruluşuna katılımları nedeniyle Batı’nın ilgisini üzerine çekti.

Kürt devrimci yükselişi epeydir uluslararası sahneyi zorluyor ve kendisini enternasyonal platforma yerleştirmeye çalışıyor. Bir dizi darlığa, ihmale ve yanlışa rağmen bu doğrultuda epey yol almıştı zaten. Bir bütün olarak Rojava, özel olarak Kobane direnişi ve elbette Irak’ta Şengal, Kürt mücadelesinin uluslararası görünürlüğünde bir çarpan etkisi yarattı. KÖH’te kadın varlığı moda dergilerinin dahi ilgisini çekti. PYD Eşbaşkanı Asya Abdullah ve YPJ Komutanı Nesrin Abdullah Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlandı. Büyük bedeller ve çabalar pahasına uluslararası çapta bir sempati halesi oluşmaya başladı. Bu hale giderek genişliyor ve Kürt direnişi dünyanın dört bir yanında giderek daha fazla yankı buluyor.

Rojava’nın en kötü şartlarda dahi var kalması bakımından, bu uluslararası yankılanma çok olumlu bir işlev görüyor ve görecektir. Ama mesele sadece Baas rejiminin Rojava’yı kabulü, sindirmesi ve buna uygun bütünsel bir dönüşümü göze alması değil. Batı için de Rusya için de Rojava’nın törpülenmesi gereken fazlalıkları var. Batı değerleriyle akrabalık iyi, cihatçılarla mücadele iyi, laik bir yaşam tarzı iyi, ama oradaki patlayıcı devrimci enerji ürkütücü. Nihayet diyelim ki sonuçta bir ara yol bulundu ve Suriye’de İsviçre kanton modeli genel bir standart olarak uygulanmaya başlandı ve bu Irak’a da bulaştı. Bu Batı’nın “demokratik” üstünlük iddiasında çok ciddi bir gedik açmakla kalmayacak; Ortadoğu’nun diğer bütün rejimlerini sadece varlığıyla tehdit edecektir. Hele bir de kapitalizmin Ortadoğu’da her şeye rağmen stabilize olamadığı gerçeği göz önüne alınacak olursa… Rojava’nın ima ettiği budur.

Rojava, Ortadoğu’yu pençesine alan, dinmek bilmez etnik, dini ve mezhepsel çatışmalarla sürekli kan kaybetmesine yol açan gerici ulusçuluk çizgisi karşısında demokratik ve ilerici bir seçeneği temsil ediyor. Rojava anayasası ve pratik uygulamalar bunu tescil ediyor. İçinde yaşayan bütün halklar ve herkes Rojava sözleşmesinin tarafı sayılıyor.

AKP’nin KÖH’e her düzeyde saldırılarını yükselterek devam ettirmesine karşın KÖH son derece denetimli bir karşılık vermektedir. Bundan sonraki süreçte ne öngörüyorsunuz?

Askeri cepheden bakacak olursak, aslında, taraflar arasında eskiden varsaydığımız birtakım sürdürülemezlik eşikleri aşılmıştır. Örneği, bir zamanlar ordu ve devlet de bu oranda kayıpları kaldıramazdı. Belki bir zamanlar sahip olduğu insan kaynaklarıyla vs. KÖH de bu kayıpları kaldıramayabilirdi. Fakat geldiğimiz noktada bu ölçüler değişti. Eski sürdürülemezlik eşikleri değişti. Bunu görmemiz lazım. Dolayısıyla bir yenişmenin olmadığı askeri bir hesaplaşma sürüp gidiyor. Savaş karşıtı tepkilere bakalım -ki başlangıçta daha kuvveliydi- “Saray’ın savaşı” diye her cenaze töreni bir olaya dönüşüyordu. AKP bunları bastırdı, kendine göre tedbirlerini aldı. O zaman insanlar, Türkiye’nin geleceği ile Erdoğan meselesini birbirinden ayırt ediyorlardı. Şimdi Erdoğan “Türkiye’nin bekası” ile kendi iktidarının selameti arasında geçmişe göre daha yüksek bir örtüşme sağladı. Ne devreye girecek de bu gidişat değişecek derseniz; sivil siyaset, halk hareketi, kitle mücadelesi, barış hareketi, anti-faşist mücadele yeni bir değişken olarak devreye girmeden, tabloda esaslı bir değişiklik olamayacağını söyleyebiliriz. Yani buraya odaklanmak, buraya yoğunlaşmak gerekir.

Bu durumda çatışma sürecinden çözüm sürecine dönüş nasıl olacak? AKP çöktürme planından kendiliğinden vazgeçecek mi?

Çatışma süreçlerinden çözüm süreçlerine dönmek dünya örneklerinden de görüldüğü gibi inişli çıkışlıdır, karmaşıktır. Şimdi birçoğumuzun zihnini kurcalayan soru şu: Öncekilerden daha sert şimdiki çatışma süreci masaya daha avantajlı dönmek için son kozların oynanması mı? Sürecin bu basitlikte olmadığını görmemiz lazım. Toplumsal formasyonların da kendilerine göre bellekleri var. Bu bellek ve 1915’lerin İttihatçı refleksi çalışmaya başladı. Her ne kadar bu refleks anakronikse de, tarihin başka koşullarında denenmiş bir bastırma harekatını, bambaşka değişkenlerin devrede olduğu, koşulların bir hayli farklılaştığı bir dünyada yeniden denemeye çalışarak imkânsıza oynuyorsa da; şimdiden ortaya çıktığı gibi bunun bedelleri çok ağır olabiliyor. Dolayısıyla çöktürme planı denilen planı, İttihatçı kafanın yeniden dirilişi olarak görebiliriz. Ama ister Ortadoğu’dan ister dünya koşullarından isterse Kürt yükselişi cephesinden bakalım, günümüzde “Sri Lanka modeli” adı altında 1915’leri tekrara kalkışmak, maliyeti ve bedelleri çok ağır olsa da, imkânsıza oynamaktır. Aslına bakarsanız; bir yenişemezlik halinin döne döne ispatlanmasına gerek yoktur. Kürt tarafı bunu çoktandır söylemektedir: “Tamam, biz yenemeyiz belki ama siz de bizi yenemezsiniz”. Kardeşi ile son görüşmesinde Abdullah Öcalan bu mealdeki sözleri tekrarladı. Devletin ve gelip geçen hükümetlerin soruna bu soğukkanlılık ve rasyonellikle bakamadıklarını veya iç siyaseti şu veya bu yönde tanzim etmek için savaşı ve çatışmayı araçsallaştırdıklarını; en azından pazar ve istikrar kaygısı ile daha rasyonel olması gereken sermayenin ise itiraz yükseltmek yerine pıstığını görüyoruz.

15 Temmuz darbesi faşizme gidişatı hızlandıran çok önemli bir gelişme. Siyasal sonuçlarına bakacak olursak, neredeyse AKP bu darbeyi kendi planlamış gibi görünüyor. 15 Temmuz darbesinin nedenleri ve sonuçları nelerdir?

15 Temmuz darbesinin muammalı, hâlâ aydınlatılmamış, karanlıkta kalmış, spekülasyonlara açık pek çok yönü vardır. Amma velâkin, açığa çıkmış gerçekler de vardır. Bunlardan en önemlisi şudur: AKP bu darbeyi öngörmüş, buna uygun tedbirler almış ve bir darbe teşebbüsü olacağını bilerek bir darbe sonrası simülasyonu yapmıştır. Şimdi ürktükleri meselelerden bir tanesi de bu gerçeğin açığa çıkmasıdır. Siz darbe hazırlığının istihbaratını almışsanız, onu önleme araçlarına da sahipsiniz demektir. Önlemek yerine pusuya yatıp bekliyorsanız, demek ki aslında gerçekleşmesini sağlamayı tercih etmişsiniz, bunu kendi çıkarınıza bulmuş ve onca can kaybına yol açmışsınız. Bu giderek açığa çıkan bir gerçektir. Öbür yönleri üzerinde tartışılabilir. Hulusi Akar’ın durumu neydi, kendisini rehin mi aldırttı? Hakan Fidan’ın rolü neydi? O generaller o düğünde ne arıyordu? Deniz Kuvvetleri Komutanı İstanbul sokaklarında ne geziyordu, en sonunda gidip bir karakola sığındı vs. Bu acayiplikler tartışılabilir. Ama şu nokta nettir, bu öngörülmüş bir darbedir. Bu darbe, faşizme doğru gidişatı hızlandırmak için, buna yeni bir ivme, yeni bir tempo katmak için kullanılmıştır. İşte, lütuf meselesi budur özünde.

Son zamanlarda her platformda faşizm tartışmaları hızlandı. Faşizm kurumsallaştı diyebilir miyiz?

Haziran’da gerçekleşen SYKP Kongremizde yaptığımız tespitin son derece doğru ve yerinde bir tespit olduğunu düşünüyorum. Tespitle de yetinmedik dönemin ana görevi nedir, onu da kayıt altına alan bir kararımız vardı. Biz süreci, “Faşizme doğru hızlanan gidişat” olarak tarif ettik. Ben hâlen böyle olduğunu ancak 15 Temmuz’dan sonra sürecin yeni bir ivme kazandığını görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hâlen bir geçiş süreci içerisindeyiz. Çünkü kurumsallaştı demek veya buna artık faşizm diyebileceğimizi iddia etmek sürecin kırılganlıklarını, barındırdığı çelişki ve çatışkıları, dolayısıyla imkânları ister istemez hafife almaya, mücadelenin öncelik ve hedeflerinde kaymalara neden olur.

Halen gayri yasal, anayasasız bir durum devam ediyor. Bu fiili durumun meşrulaştırılması lazım bir şekilde. MHP ile sağlanan anlaşma bunu sağlamayı amaçlıyor. Yani henüz kat etmeleri gereken bir yol var. Elbette, faşizm belirli bir momentte bütün özellikleri ile birden bire tecessüm etmez. Bir inşa sürecinden bahsedebiliriz; dolayısıyla bazı özellikleri şimdiden mevcut. Örneğin, hiçbir norma, hiçbir standarda, hiçbir hukuki kısıtlayıcılığa tabi olmayan keyfilik ve başına buyrukluk, yani “kararcılık”. Örneğin, silahlanma çağrıları, kitle desteğini ve sivil tabanı konsolide etme, şu veya bu seferberliğe hazır bulundurma girişimleri. Örneğin, üniversite ve akademiyi “çatlak ses” çıkmayacak şekilde denetim altına almaya matuf saldırı ve çabalar. Örneğin, devleti ve bürokrasiyi tek sesliliğe göre yeniden yapılandırmanın önünde ciddi bir engel olarak duran KESK’e ve odalara yönelik saldırılar. Zaten bu ve benzer göstergelere bakarak da gelmekte olanın faşizm olduğunu söylüyoruz. Ancak, Türkiye toplumu ve dinamiklerinin günümüz dünyası koşullarında faşizm cenderesine kolaylıkla sokulamayacağını, faşizmi püskürtmenin hâlâ mümkün olduğunu görmemiz gerekir. Faşizm geldi ve kökleşiyor tespiti sadece nesnel duruma uymamakla kalmıyor; aynı zamanda henüz durdurma fırsatı varken bir kabulleniş hali yaratıyor. Şüphesiz sadece bu erken tespitler değil, aynı zamanda çeşitli beklenti ve rehavetler de bugün bize çok gerekli olan daha teyakkuzda bir halet-i ruhiyeye hizmet etmiyor. Örneğin, rejimin uluslararası tecridi mücadelenin önemli bir boyutu olmakla birlikte, onun dışarıdaki sıkışmışlığına ve dış politikadaki saplanılan çıkmazlara haddinden fazla bel bağlamak gibi. Kısacası felaketçilikten de rehavetten da uzak durmak iyidir.

İşçi hareketi açısından değerlendirmeniz gerekirse…

Klasik örneklerinde faşizm, güncel bir devrim tehdidine karşı bir karşı-devrim hareketi olarak gelişti. Karşısındaki ana hedef ise, komünist ve sosyal-demokrat akımlar halinde bölünmüşlüğüne rağmen, siyasi ve sendika işçi hareketinin zerrelerine kadar ezilmesi ve mücadele kapasitesinden yoksun bırakılmasıydı. Bugün Türkiye’deki tablonun böyle olmadığı, işçi hareketinin bir bölümünün daha şimdiden korparatist bir cendereye sokulduğu bence açık. Ama bu, Türkiye’de işçi sınıfının nabzının atmadığı, var olan siyasallaşma ve örgütlülük düzeyi ile faşizmin karşısında fiili ve potansiyel bir engel teşkil etmediği anlamına gelmez.

Dünyadaki örnekleri açısından bakmaya devam edersek, faşizm geldi, diyebilmemiz için geriye neler kalıyor?

Karşısındaki bütün direniş odaklarını ezmeden, faşizm kurumsallaşamaz, oturamaz ve zaferini ilan edemez. Bunun da çeşitli momentleri olabiliyor. İşte Almanya’da Reichstag yangını provakasyonu, Kristal Gecesi, Nazi partisi içi muhalefeti tasfiyeye yönelik Uzun Bıçaklar Gecesi bunun örnekleri. Faşizmin zaferini bunların sağladığı bir mutlak yenilgi üzerinden ilan ediyorsunuz. Bu yönlü bütün girişimlere rağmen Türkiye’de henüz bir yenilgi iklimi yaratılamadı. Kitle hareketinde göreli bir gerilemeye rağmen, çok yönlü bir direniş sürüyor, toplumsal muhalefet beklenmedik çatlaklardan sızarak, beklenmedik vesileleri değerlendirerek sahne almaya devam ediyor.

Türkiye somutunda sorunun bir de başkanlık diye kodlanan boyutu. Bu aslında inşanın tamamına erdirilmesi ve taçlandırılmasını simgeliyor. Henüz ister istemez çeşitli çelişki ve çatışmalar doğuran (örneğin, Davutoğlu vakası) de facto bir durumla yüz yüzeyiz. Bu de facto durumun de jure, yani yasal hale getirilmesi ve günceye alınması gerekiyor. Keyfiliğin anayasal kılıfa büründürülmesi de diyebiliriz. Unutmayalım, önümüzde en azından hâlâ başkanlığın hiç de çantada keklik gibi gözükmediği bir referandum var. Zaman sadece bizim için değil, Erdoğan için de daralıyor. Bu yüzden acelesi ve telaşı var. Ne kadar işlevsizleştirilmiş olursa olsun halen bir parlamenter sistem var. Başkanlık resmen kotarılmadıkça işler ağır aksak bu sisteme göre yürütülmek zorunda. Yani son kritik dönemeç henüz geçilmedi. Bunu bildiği içindir ki, Erdoğan kendisini saldırı ve hamle üstünlüğünü elde tutmaya ve pedal çevirmeye mecbur hissediyor.

AKP, anayasayı değiştirip 2017’nin ilkbaharında başkanlık referandumuna gitmek istiyor. Bunu gerçekleştirmek için saldırılarına devam etmek zorunda. Ancak bu saldırı taktiği yenilmezmiş gibi görünen AKP’yi aynı zamanda daha da kırılganlaştırıyor. Sürekli saldırı ile iktidarda kalışını daha ne kadar uzatabilir?

Anayasa değişikliği paketinde işi kitabına nasıl uyduracaklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama referandumun aynı zamanda bir başkanlık oylaması olması veya Erdoğan’a başkanlık yetkilerini referandumdan hemen sonra tanıyan hükümler taşıyan bir paketin Meclise sunulması çok muhtemel. Sadece AKP değil, bir bütün olarak süreç ciddi kırılganlıklar barındırsa bile, iktidar muhalefeti zerrelerine kadar ezme hedefiyle saldırılarını sürdürecek. Ancak ters teptiği nispette saldırılar duracak. Tarihte belirleyici karar uğrakları diye bir şey var. İşte öyle bir uğraktan geçiyoruz. Her şey muhalefetin mücadele ve direniş kapasitesine, baskı ve saldırı dalgalarını savuşturarak kendisini yeniden var etmesine, fırsat ve imkânları iyi değerlendirmesine, sıraya konulmaya izin vermeden güçlerini birleştirmesine bağlı. Bu başarılırsa iktidar bloğu ve AKP içinde çatlakların oluşması, oluşan çatlakları sıvamaya güçlerinin yetmemesi mümkün ve ihtimal dahilinde. Şu anda, gerek iç gerek bölgesel ve gerekse küresel pencereden bakıldığında, zamanın AKP ve Erdoğan lehine işlemediğini, faturalarının kabardığını, kıskaca girmelerinin mümkün olduğunu görmeli ve fırsatlara odaklanmalıyız. Unutmayalım, 11 Eylül’den sonra, gözü kara biçimde bir imparatorluk inşa etmeye koyulan Neo-conlar dahi, direnişe ve güçlerinin sınırlarına çarpıp yüz geri etmek zorunda kaldılar. “İstediğimiz gerçekliği biz yaratırız” diyerek dikine dikine gitmenin olanaksız olduğunu gördüler.

CHP önümüzdeki süreçte merkez ve taban bütünlüğünü sağlayarak faşizme karşı direniş cephesi içinde yer alabilecek mi?

Güç dengeleri ve faşizmin durdurulması bakımından CHP’nin nerede duracağı, ne tavır takınacağı, şüphesiz önemli. Bu yüzden CHP’yi konuşmaya ve tartışmaya devam ediyoruz.

Mevcut koşullarda bizim bakımımızdan istenir ve arzu edilir olan CHP’nin faşizme karşı direniş hattına geçmesi ve bunun vaaz ettiği yan yana gelişlerden kaçınmamasıdır. Elbette kendi meşrebince direnecek, ille HDP gibi, ille sosyalistler gibi direnmesi gerekmez. Böyle bir beklenti gerçekçi de olmaz. Ancak, mevcut koşulların bir “direnme hakkı” doğurduğu tespitini CHP de yapıyorsa, bunun gereğini yerine getirmesini beklemek herkesin hakkı. Nitekim, meşruiyetini yitirmiş, norm ve kural tanımaz bir iktidara karşı direnme hakkı bazı ülkelerin anayasalarında açıkça yer almaktadır. Türkiye’deki durum tam da budur. Ancak, bu haktan söz etmekle birlikte CHP bocalamaya ve birleşik mücadeleden uzak durmaya, özellikle de HDP ile yana yana gözükmeme devam ediyor. Bir “Yenikapı ruhu”na yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor. Bir Beştepe’ye gidiyor, bir gitmem diyor. Direnmekten söz ediyor ama mitinglerinin başlığını tam da AKP ve Saray’ın değirmenine su taşıyacak şekilde “böldürtmeyeceğiz” koyuyor vb. Dokunulmazlıkların kaldırılması sırasındaki ibretlik “Anayasa’ya aykırı ama…” tavrı ise herkesin malumu.

Bütün bunlara rağmen, koşullar bize CHP zeminleriyle çok yönlü ilişkiyi, hem de CHP’yi kurumsal olarak da baskı altına almaya devam etmeyi emrediyor. Birleşik mücadele zemin ve platformları yaratma işi, şüphesiz, ille de CHP’nin katılımı koşuluyla belirsizliğe bırakılamaz. CHP, kurumsal ortak bir direniş cephesinden uzak durmaya devam edebilir. Bu, CHP’nin hitap alanıyla çeşitli düzey ve alanlarda buluşma ve kesişmeler yakalama, eylem birliği fırsatlarını değerlendirme çabalarından vazgeçmeyi gerektirmez.

Son olarak faşizme karşı oluşmakta olan Demokrasi Cephesi üzerine konuşalım isterseniz. Demokrasi Cephesi dendiğinde akla iki platform gelmekte. Emek ve Demokrasi İçin Güç Birliği ve Demokrasi İçin Birlik (DİB). Hâlbuki HDP ve HDK’yi, hatta Birleşik Haziran Hareketi’ni de Demokrasi Cephesi bileşenleri arasında görmek gerekmiyor mu?

Mevcut girişimler Demokrasi Cephesinin ta kendisi değil, onun ön girişimleri. DİB de öyle Güç Birliği de öyle. Bu girişimlerin ilerletilmesi, ete kemiğe büründürülmesi, her zemin ve düzeyde kendini somutlaştırması, toparlayıcı odaklar haline gelmesi, gerektiğinde buluşup kesişmesi ve giderek bir anti-faşist bir cepheye dönüştürülmesi… Kolay olmasa da sistematik olarak takipçisi olmamız gereken iş ve görev budur. Elbette HDP ve Birleşik Haziran’da anti-faşist bir cephenin kurucu güçleri olmalıdırlar. HDP zaten damga vurmaya kalkışmaksızın her iki girişime de omuz vermeye devam ediyor. Birleşik Haziran, bazı anlaşmazlıklar dolayısıyla çekilmiş olsa bile başlangıçta Güç Birliği’nin içindeydi. Bu durumu kabullenmemiz gerekmiyor. Anlaşmazlıklar telafi edilebilir. Nitekim, 20 Kasım’da Kartal’da gerçekleştirilen ‘Teslim Olmayacağız’ mitingi gerekli emek harcanır, özenli ve kapsayıcı davranılırsa daha geniş güçleri ve bileşimleri yan yana getirmenin mümkün olduğunu gösterdi.

Öte yandan, anti-faşist cephe çok yönlü ve çok düzeyli çabalarla inşa edilecek bir diziliş ve oluşumdur. Niyet beyanları ve ilk yan yana gelişler bunun ancak başlangıcı ve ateşleyicisi olabilir. Böyle bir cephe ilkin kaçınılmaz olarak savunma ve faşizm tehdidini püskürtme amacı taşıyacaktır. Ama bu giderek kurucu bir programı gündemine almaması gerektiği anlamına gelmez.

Bugün zaten fiilen direnmekte olan odak ve dinamikleri, herhangi bir güç eksilmesine yol açmayacak, tersine aritmetik toplamın ötesinde yeni bir sinerji doğuracak şekilde yan yana getirmek yakıcı görevdir. Yeni potansiyel güçlerin uyarılması ve harekete geçirilmesini sağlayacak olan budur.

Direnen odakları yan yana getirme konusunda ilk adımları önce HDK ve sonrasında da HDP attı.

HDK ve HDP’yi içermeyen bir cephe düşünülemez elbette. Ama HDP ve HDK zeminlerini dayatarak birleşik mücadelenin mekanizma ve araçları sorununun çözülemeyeceği da açıktır. Bugün zaten böyle bir dayatmadan ziyade HDP ve Kürt hareketiyle yan yana durmama tavrının oluşturduğu engelden söz etmemiz gerekiyor. Her cephenin ama meselelerinden birinin ortak paydayı ve asgari müşterekleri bulmak olduğu muhakkak. Ama ortak payda ve asgari müşterek bulacağız diye Kürt özgürlük mücadelesine bütün taleplerini geri çekme ve kendisini adeta görünmez kılma telkininde de bulunulamaz. Kürtler kendilerini ve taleplerini görmeyen bir ortak mücadelede neden yer alsınlar. Daha doğrusu böyle bir “ortak” mücadele olabilir mi? Örneğin barış talebi, faşizmin içeride ve dışarıda savaş yönelimi eşliğinde inşa edilmek istendiği bir konjonktürde nasıl görmezden gelinebilir veya hafife alınabilir. Bir dizi mücadele ekseni gibi, barış mücadelesinin de aynı zamanda anti-faşist bir anlam kazandığı gerçeği nasıl gözardı edilebilir. Burada tartışmamız asgari müşterekler kısmıdır bence. Mesela CHP’den konuşacak olursak ya da Türkiye’de bazı güçlerden Birleşik Haziran Hareketi gibi, bu asgari müştereklerden kaçmaktadırlar. Kürtler görünmez hale gelsin. Hayır, Kürtlere şu söylenebilir: Asgari müşterekler budur, bu talepler etrafında birleşik mücadeleyi örelim. Ama Kürtler kendilerini görünmez kılan bir mücadelede niye yer alsınlar? Ya da onların taleplerine hiç değmeyen bir birleşik mücadelede neden yer alsınlar? Mesela diyelim ki barıştan söz etmeyelim. Olabilir mi? Eğer mevcut rejim tarafından savaş içeride ve dışarıda faşizmi inşa etmenin bir vasatı olarak değerlendiriliyorsa, demek ki aslında barış talebi de aynı zamanda anti-faşist bir anlam kazanmıştır.

Aynı şeyi diğer mücadele dinamikleri (Aleviler, ulusalcı güçlerin bir bölümü, ifadesine Cumhuriyet Gazetesi’nin temsil etmeye başladığı eğilimde bulan “Cumhuriyetçi” güçler, laik kesimler, azınlıklar, kadınlar, lgbti+’lar, kendi yaşam tarzlarını tehdit altında görenler, hatta bugünkü ahbab-çavuş düzeni ve kayırmacılıktan mustarip, sürekli mülksüzleştirilme tehdidi altında olan mülk sahipleri için de geçerlidir. Onlar da ancak kendi talep ve kaygılarına kapsayıcı bir ortaklık içinde yer veren bir cepheye ilgi duyabilirler. Meseleye bu genişlik içerisinde bakmamız gerekir.

Bu söyleşiye katıldığınız için Siyaset dergisi adına teşekkür ederiz.

(Siyaset Dergisi adına Hikmet Sarıoğlu)