SYKP PM Sonuç Bildirgesi – Nisan 2016

Partimiz, yeniden kuruluş iddiası ve hedefiyle Gezi İsyanı ikliminde ve bir çatışmasızlık ortamında kuruldu. Gezi, tarafımızdan haklı olarak programatik hattımızın tam zamanında ve pratik bir doğrulanması olarak görüldü ve yorumlandı. Aradan geçen süre zarfında hem egemen güçler katında hem de toplumsal mücadele ve direnişler kapsamında bir dizi önemli gelişme ve “olay“ vuku buldu. Bugün gelinen noktada ise, kuruluş dönemimize kıyasla siyasal konjonktür ciddi biçimde başkalaşmış bulunuyor. Bu başkalaşım, yeniden kuruluş iddiamızı güncellemeyi, salt stratejik bir yönelişten öte konjonktüre uyarlamayı ve yeni pratik doğrulamalarla desteklemeyi bir zorunluluk haline getiriyor.

Son derece dinamik ve kaotik bir sürecin içinden geçmekte olduğumuz için, bu başkalaşımın kongre tarihimize kadar çalkantılı bir biçimde devam edeceğini söylemek bir kehanet değil. Zira, Türkiye’yi de kapsayacak şekilde, Ortadoğu’nun bir hercümercin ve yumaklaşmış çelişkilerin oluşturduğu derin bir kaosun girdabında olduğu koşullarda, yakın ve ortta vade için şu veya bu türden istikrarlı bir dönem beklentisinin boş bir kuruntudan ibaret olduğu tartışma götürmez.

İlk bakışta değişmeyen tek şey, epey bir evveliyatı ve süregenliği olan rejim krizi. Nitekim parti programımız bu rejim krizinin mahiyetini, gelişme seyrini, barındırdığı olasılık ve olumsallıkları açımlayıp irdeledi. Ancak, “değişmeyen sabit“ gibi gözüken bu bahiste de köprülerin altında çok sular aktı. Herşeyden önce, Erdoğan ve AKP hedefledikleri rejimin inşası doğrultusunda bazı eşikleri (öncelikle üç, takiben bir tür saray darbesiyle kotarılan dördüncü seçimi, ardından fiili başkanlık rejimi alıştırmaları ve parlamenter sistemin 7 Haziran’ı izleyen bir saray darbesi ile taammüden işlevsizleştirilmesi, vb.) geride bırakıp azımsanmayacak bir yol kat ettiler; kendilerinin normal yollarla iktidardan uzaklaştırılamayacağı belirlemesini bütün çıplaklığıyla haklı çıkardılar. Şimdi önlerinde, fiili başkanlık rejimi temrinlerini anayasal bir güvenceye kavuşturmak için başvuracakları referandum veya olmazsa baskın erken seçim adımı kaldı. Bundan dolayı, rejim krizine baştan beri içkin olan ikilemler şimdi çok daha keskinleşmiş ve çok daha yakıcı bir hal almış durumda.

Kaldı ki, yakın zamanlara kadar otoriter ve totaliter gibi sıfatlarla tanımladığımız bu biçimlenmekte ve silueti daha bariz çizgilerle belirginleşmekte olan  rejimi, şimdi kendine ve günümüz dünyasına özgü kimi yanları olacak bir tür “faşizm“ olarak nitelendiriyor ve faşizme doğru gidişatın hızlandığını saptıyoruz. Bu rejimin belirli koşullar altında tamımına erdirilmesi ciddi bir risk olarak karşımızda duruyor.

Ama etkin ve sonuç alıcı mücadelelerle ve mevcut iktidarın kırılganlıklarını akılcı taktiklerle değerlendirerek bu gidişatı durdurmak, tersine çevirmek ve demokratik bir cumhuriyetin kuruluşunun yolunu açmak da mümkündür. Yani, neresinden bakılırsa bakılsın, rejim krizi bakımından bir “karar anı“ uğrağına geldiğimizi ve daha sert bir hesaplaşma evresinden geçmekte olduğumuzu söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, bir faşist rejimin, işçi hareketi ve sendikalar susturulmadan, belli başlı bütün toplumsal muhalefet güçleri ve direnç odakları bertaraf edilmeden kurulup oturtulamayacağı tarihsel deneylerle sabittir. AKP iktidarı Hak-İş, Memur-Sen ve kısmen Türk-İş üzerinde kurduğu denetim ve yaydığı ideolojik etkiyle korporatist bir sendikal hareket yaratma yolunda belirli bir yol alsa da, işçi hareketinin nabzı atmaya devam ediyor ve  aşağından özerk hareketliliği sürüyor. Sarayın ve AKP’nin durduğu yerden, hiçbir siyasal talebi olmayan, ücret ve çalışma koşulları çıkışlı işçi eylemlilikleri de birer kitle mobilizasyonu olmaları anlamında tehdit ve engeldir. Aynı şekilde, ekolojik mücadelelerin, kentsel muhalefetlerin, kadınların, akademisyenlerin ve üniversitelerin, LGBTİ dinamiklerinin, hala susturulamayan basın kuruluşlarının ve sosyal medyanın, Alevilerin, gençliğin, sosyalist hareketlerin vb. kah doğrudan saray, kah saray medyası, kah diyanet tarafından sürekli hedef tahtasına yerleştirilmesi de nedensiz değildir. Çünkü bunlar hala ezilemeyen ve durmaksızın yeni kalkış noktaları bulan direnç odaklarıdır. Kaldı ki, bütün sallantılı, kararsız, ikircikli ve yer yer AKP’nin işini kolaylaştıran siyasetine, HDP’ye masefeli davranma saplantısına, ordunun nerede durduğunu gözetme hassasiyetine ve içindeki sağcı eğilimlerin blokajına rağmen CHP’nin de kendince bir direnç hattını temsil ettiği şüphe götürmez. Kısacası, buluşturulduğunda ve ilişkilendirildiğinde, faşizme Türkiye’nin Batısından set çekebilecek güç ve dinamikler yelpazesi azımsanamaz.

Diğer taraftan, Kürt Özgürlük Hareketinin varlığının ve yarattığı güç alanının, faşizme doğru gidişatın karşısında başlı başına bir barikat oluşturduğu tartışmasız bir gerçek. Bu nedenledir ki, yeni rejim ve iktidar bloku Türkiye’nin toplumsal muhalefet güçleri ile Kürt Özgürlük Hareketini ayrıştırarak yalnızlaştırmak ve ikincisini salt Kürdistani bir çerçeveye hapsetmek için elinden geleni yapıyor. Suruç ve Ankara katliamlarında görüldüğü gibi, buna canlı bombalarla mesaj vermek dahil.

Faşizme doğru gidişattan söz ediyorsak, izlenmesi gereken ve tarihsel deneyimler tarafından doğruluğu ağır bedeller pahasına kanıtlanmış taktik bellidir: Ya faşizm ya demokrasi ikilemi çerçevesinde, faşizm karşıtı bütün güçleri bir demokrasi bloku veya cephesi içinde azami esneklikle yan yana getirip müşterek bir mücadeleye sevk etmek, mücadele dinamiklerinin yalıtılmasına veya teker teker ezilmesine izin  vermemek ve bu arada karşı tarafın iç çelişkilerinden ustalıkla yararlanarak hedefleri olabildiğince daraltmak…

Önümüzdeki dönemin başat mücadele görevi budur ve bu kongreye ve bir kongre kararına kadar erteleyemeyeceğimiz; şimdiden hem gereklerini ve taktiklerini tartışacağımız hem de somut adımlar atacağımız ve girişimlerini sürdüreceğimiz bir görevdir.

SAVAŞ EŞLİĞİNDE FAŞİZM

Saray merkezli iktidar odakları faşizme doğru gidişatı içerde ve dışarda savaş eşliğinde hızlandırmak, en azından başkanlık rejiminin son virajlarını savaş atmosferi içinde geçmek, ihtiyaç duyulan toplumsal tabanı ve kitle desteğini yaratılmış ve kışkırtılmış bir endişeye; “milletin ve devletin bekası“, var olma/yok olma endişesine yaslanarak pekiştirmek istiyorlar. Bu sebepledir ki, barış talepleri ve anti-militarist tepkiler suç ve “teröre destek“ kapsamına sokuluyor ve ülkenin Batısına çatlak sesler çıkmaması gereken bir “cephe gerisi“ muamelesi yapılıyor.

Şimdiki savaşı yürüten ittifak ve güçler bileşimi, bu bileşenlerin geri dönüşü zorlaştıran bir katolik nikahı ile olmasa bile, bir tür “suç ortaklığı“ ile birbirine mahkum hale gelişi, savaşın önceki çatışma dönemlerine nispetle sertliği ve değişen karakteri ve nihayet bugün icra edilmekte olup Sri Lanka modelini andıran imha planı dikkate alındığında, ciddi ve caydırıcı bir toplumsal baskı olmaksızın yeniden kurulmuş bir barış ve çözüm masasına dönmenin hiç te kolay olmadığı aşikar.Bu zorluğun bilincinde olarak, savaşın bir iç savaşa dönüşürek daha yıkıcı ve öngörülemez bir hal almasını önlemek, bütün olanakları ve mecraları değerlendirerek bu toplumsal baskıyı açığa çıkarmak, barış girişimlerini çeşitli zeminlere uyaraklayarak çoğaltmak ve çeşitlendirmek içinde bulunduğumuz konjonktürün öne sürdüğü en yakıcı görevlerden biridir.

Diğer taraftan, böyle bir toplumsal baskının varlığında dahi masaya dönüşün koşullarının, hem artık statü ve özyönetim taleplerini başa alan Kürk Hareketi hem de devlet ve hükümet açısından değiştiği muhakkak. Erdoğan ve mevcut AKP, artık basit, pragmatik ve yeniden oyalamacı bir çark edişle masaya dönemezler. Masa, mevcut iktidar bloku sarsılmadan, birileri harcanmadan, birileri maliyet ve bedel ödemeden de yeniden kurulamaz. Bu durumda, bu birilerinin başında gemileri yakarak masayı deviren ve savaş siyasetine asılan Erdoğan’ın gelmesi çok muhtemel.

Bu bize barış mücadelesiyle, anti-militarist ve savaş karşıtı mücadeleyle faşizme doğru gidişatı önlemek arasında ayrılmaz bir bağ olduğunu gösteriyor. Ancak, toplumun gidişattan kaygılı ve arayış halindeki kesimlerinin önemlice bir bölümü henüz kendi bilincinde ve davranışında bu bağı kurmuş değil ya da ikircikli. Barış talebi işçi eylemliliklerinde, çeşitli sosyal mücadele zeminlerinde ve hak arayışlarında kolaylıkla yankısını bulmuyor ve hatalı da olsa, meşruluğu korama kaygısı nedeniyle dillendirilmeyen  bir talep. Bu kesimler barış mücadelesini önyargılı bir biçimde Kürt Özgürlük Hareketi ile aynı dalga boyunda olmak veya onunla dolaysız bir müttefiklik ilişkisi gibi algılamaya devam ediyorlar. TSK ile saray arasındaki ittifak, TSK’nın tam boy ve inisiyatif alanını günbe gün  genişleterek savaşa dahil olması, ilkin var olan “sarayın savaşı“ duyarlığını belirli ölçüde geriletmiş bulunuyor. Barış talebinin faşizm karşıtı çeşitli kesimlerin gündemine oturmaması veya bu taleple çeşitli sosyal mücadeleler arasındaki örtüşmezlik, şimdilik bir demokrasi blokunun inşasının önündeki en önemli engellerden birini oluşturuyor ve bu engeli sabırla gidermek, barış talebini çeşitli mücadele zeminlerine özgüleyerek yaygınlaştırmak önümüzdeki dönemin öncelikli görevlerinden biri. Bu topraklarda, bir zamanlar en büyük işçi kalkışmalarının birinde ”Zonguldak Botan el ele” sloganının yankılandığını unutmayalım.

Türkiye’nin dışarıda vekaleten yürütülen bir savaşın, çok yönlü bir örtülü savaşın ötesine geçerek Suriye’ye ve Musul bahanesiyle Irak’a doğrudan askeri müdahalede bulunma riski, uluslararası gelişmeler tarafından şimdilik geriye itilmiş olsa da tamamen ortadan kalkmış değil. Zira bir çıkmazda debelenmeye dönüşse bile, Türkiye’nin genelde Ortadoğu, özelde Suriye politikasında esasa dair bir değişiklik henüz yok. Saray medyasının kalemşörleri savunma hattını geçici olarak içeriye çekseler de, Türkiye’nin kendi bekasına ve “yüzyıllık parantez“in ardından yeniden dirilişine yönelik tehditleri, sınır ötesinde; Halep, Musul ve Kırım’da karşılaması gerektiği iddiasından vazgeçmiş değiller. Değişen koşullara göre tadil edilerek aynı politika, aynı vekalet savaşı ve Türkiye üzerinden terör ihracını bir koz olarak kullanma arsızlığı ısrarla sürdürülüyor ve Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Ortadoğu’da karşı-devrimin mızrak başı rolünü oynamaya devam ediyor.

Dolayısıyla, Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikasının, dışarda savaşla içerde savaş ve faşizm ihtimali arasındaki bağın, iktidarın selefi ve cihatçı örgütlerle içli dışlı hale gelişinin sistematik teşhiri, işlenen savaş suçlarının açığa çıkması için çaba, kökten yeni ve barışçı bir Ortadoğu politikasına dönüş için ısrarlı baskı önemizdeki dönemin görevler listesinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor.

MEŞRU VE DEMOKRATİK MÜCADELE ZEMİNLERİ TERKEDİLEMEZ

Gerek patlayan bombaların yol açtığı şoklar, sendromlar ve güvensizlik iklimi nedeniyle, gerek iktidarın her alanda kendisini daha yoğun bir biçimde hissettiren baskı, sindirme ve pasifikasyon  taktiklerinden ötürü, gerek bir IŞİD tehdidi daha çok hissedildiği için, gerekse de demokratik mücadele alanına, AKP’yi barışçı ve parlamenter yollarla iktidardan uzaklaştırmaya kilitlenmişken sert bir savaş ortamıyla yüz yüze kalmaktan dolayı, özellikle Türkiye’nin batısında kitlelerin önemli bir bölümünün bir bocalama ve yönsüzlük duygusu içinde olduğu ve adı konmamış bir geri çekilme eğilimine kapıldıkları şüphe götürmez. Görevimiz buna teslim olmak, onu artık verili bir durum kabul etmek değil, geri çekilme eğilimini uygun ve içerici mücadele biçimleriyle gidermek, dayanışma ve ortak mücadelenin güven verici havasını yaygınlaştırmak ve umutsuzluğu kırmaktır.

Mevcut iktidar, meşru ve demokratik mücadele zeminlerini ortadan kaldırmak, başta gösteri hakkı ve ifade özgürlüğü olmak üzere demokratik hakları fiilen kullanılamaz hale getirmek için çok kasti, hummalı ve hatta illere göre farklılık gösteren bir faaliyet içinde. Bu iki gelişmenin çeşitli sol/sosyalist kesimleri, sonuçta meşru ve demokratik mücadele mecralarının şu veya bu onranda boşlanmasına yol açacak şekilde yeni arayışlara ittiği gözleniyor.

Mevcut iktidarın açık, demokratik ve meşru mücadele zeminlerini tümüyle kapatması, çeşitli türden tepki, proteso, itiraz, direniş ve sivil itiatsizlik yataklarını kurutması ve muhalefetin her fırstta istifade edeceği bütün çatlakları sıvaması imkansız denecek kadar zordur.

SYKP, önümüzdeki dönemde, özellikle ülkenin Batısında belirleyici ve faşizm tehdidini savuşturacak mücadelelerin döneceği zeminler olarak açık, meşru ve demokratik mücadele alanlarında konumlanmaya, varlığını ve görünürlüğünü arttırmaya, demokratik mevzileri savunmaya bütün olanaklarıyla katkıda bulunmaya devam edecektir. Bu ana yönelim, siyasi koşulların öne sürdüğü ve süreceği yeni görevlerin görmezlikten gelinmesi anlamına gelmez.

Açık, meşru ve demokratik mücadele zeminlerinde konumlanma ısrarı, günümüz koşullarında aynı zamanda kitle çizgisini korumanın, kitlelerin öz-deneyimleri içinden ilerlemenin, onlara harekete geçebilecekleri kanallar açmanın da vazgeçilmez bir gereğidir. Kitle çizgisinde ısrar sadece basitçe basitçe bir “kitlelerden soyutlanmama” kaygısının değil, aynı zamanda ve asıl olardak devrim strajimizle kurduğumuz illiyet bağının da gereğidir.

ETKİLEŞİMLİ COĞRAFYADA KONUMLANMA

Türkiye’nin iç politikası ile dış politikası arasındaki sınırların tarihinde görülmemiş ölçüde inceldiği ve geçirgen hale geldiği apaçık bir gerçek. Mevcut siyasal sınırlar bakımından da aynı şey geçerli. Bu nedenle, Türkiye başta Ortadoğu olmak üzere yakın çevresinin dinamikleri ve sorunlarıyla daha çok etkileşmekte, kendi çelişkilerini artan oranda dışarıya yansıtmakta ve buna koşut biçimde bölgesinin çelişkilerini de içselleştirmektedir. Bu, yalnızca Suriye krizinin veya Kürt sorununun bölgesel bir karakter kazanmasının tetiklediği gelgeç, arızi ve konjonktürel bir gelişme değil, artık kalıcı bir olgudur.

O halde, bölgesel girdilerden, geri beslemelerden ve etkileşimlerden azade bir biçimde, salt ülke-devlet veya misakı milli ufku içinde siyaset oluşturmak, stratejik ve taktik yönelişler belirlemek ve hatta örgütler inşa etmek, enternasyonal perspektif bir yana, nesnel gelişmeleri karşılayamamak ve ülkenin egemenlerinin gerisine düşmek anlamına gelir.

Bundan dolayı, önümüzdeki dönemde SYKP, Türkiye’nin etkileşimli çevresiyle (Kürdistan’ın diğer parçaları, Filistin ve Ortadoğu, Kıbrıs, Yunanistan, vb.) çok daha yakın bağlar geliştirmek, elverişli yerlerde temsilcilikler açmak, sosyalist ve ilerici güçlerinin müşterek zeminlerinin ve dayanışma ağlarının yaratılmasında roller üstlenmek durumundadır.

MÜLTECİLER SORUNU

Ülkeler ve kıtalar arası göç, son yıllarda savaşlar, iç savaşlar, kıtlık ve diğer “doğal“ felaketler, ayrımcılık, etnik arındırmalar, iktisadi etkenler, vb nedenlerle görülmemiş ölçüde arttı. Bu dinecek gibi gözükmeyen bir dalgadır ve şimdiden işaretleri görüldüğü gibi uluslararası bir akut kriz konusuna dönüşmeye adaydır.

Türkiye da artık bir göç ve göçmen ülkesidir. Hem göçün transit ülkesi hem de hedef ülkesi anlamında. Ağırlığını Suriyeliler oluştursa da, Türkiye’de göçmen profili giderek çeşitleniyor. Bu demografik yapıyı, sosyolojik ve kültürel dokuyu, sınıf bileşimini, ücret düzeylerini, konut ve emlak piyasalarını, iç hukuku, kentsel mekanları zamanla ve derinden etkileyecek bir gelişmedir. Hakeza, genellikle Batı ve özellikle Avrupa söz konusu olduğunda akla gelen yabancı düşmanlığının, şimdiden pek çok işareti görülduğu gibi, Türkiye’de debreşmesi hiç de uzak bir ihtimal değil. AKP’nin özelikle Suriyeli göçmenleri Avrupa’ya karşı bir pazarlık kartı olarak kullanması, üzerlerinde iç politikaya dayalı hesaplar yapması ya da Suriye’ye sokulacak savaşçılar devşirmek için istismar etmesi de cabası.

Türkiye’de artık tutarlı ve ayırtedici bir göçmen politikası olmayan bir sosyalistt hareket düşünülemez. SYKP’nin takipçisi olacağı böyle bir politika geliştirmesi, bunu göçün bir diğer transit ve hedef ülkesi olan Yunanistan solu ile uyumlaştırması ve SKYP Avrupa’nın görüşünü bütünleyici bir biçimde bu politikaya içermesi ertelenemez bir görev heline gelmiştir.

PAKİSTANLAŞMA RİSKİ

Patlayan canlı bombalar, IŞİD, El-Nusra ve diğer cihatçı örgütlere Türkiye’den katılımlar, Türk istihbaratının ve güvenlik birimlerinin bu örgütlerle hemhal olma derecesi, içeride uyuklayan IŞİD hücreleri, Türkiye toplumunda IŞİD sempatisinin küçümsenmeyecek bir orana yükselmesi, Türkiye’nin MİTmarifetiyle doğrudan kendi güdümünde oluşturduğu tugaylar ve nihayet Suriye’de rejim ve Kürtler ilerleme kaydettikçe kaçılacak başlıca ülke olması bir Pakistanlaşma riskinden sıkça söz edilmesine neden oldu.

Kuşkusuz benzetmelerin kolaycılığana kapılıp şablonlara göre öngörülerde bulunmaktan kaçınmak ve Türkiye’nin kendine özgülüklerini unutmamak gerekir. Bu kayıtla, evet, böyle bir risk vardır ve bu Türkiye’de bir iç savaş olasılığının Kürdistan’da sürmekte olan savaştan sonraki ikinci kaynağıdır. Mesele, kullan ve artık işe yaramıyorsa at boyutunnu çoktan aşmıştır. AKP’nin Suriye macerasının Türkiye’ye dönük bir bakiyesi, Türkiye içinde çeşitli artçı sarsıntıları mutlaka olacaktır.

Gündelik yaşamı, kültürel evreni, cinsiyet ilişkilerini, eğitimi ve hatta giderek hukuku dini referanslara göre dönüştürmekte olan, Diyanet’i bir fetva makamına dönüştürmek için peşpeşe hamleler yapan ve Türkiye İslamının içinde giderek Selefileşceği uygun vasatlar yaratan AKP iktidarda kaldıkça Türkiye’de Pakistanlaşma olarak tabir edilen risk artacaktır.

Ayrıca, Türkiye’nin Suriye iç savaşına gözü kara biçimde ve derinlemesine dahil olmasının bir çıktısı da gerektiğinde toplumsal muhalefete karşı kullanılabilecek, paramiliter güç olarak sahneye sürülebilecek ve Özel Harp Dairesi tarafından münbit bir zemin olarak değerlendirilebilecek yeni bir faşist harmanın ve amalgamın oluşmasıdır. Bu savaş tecrübesine sahip talimli bir amalgamdır. Türkiye’de sol ve toplumsal muhalefet, bundan böyle atacağı adımlarda hem Pakistanlaşma riskini hem de bunun bir uzantısı olarak oluşan yeni faşist amalgamı ciddiye almak durumundadır.

HDP/HDK’DE MEVZİLENMEMİZ

Bilindiği gibi, SYKP Danışma Konferansı, parti içinde tartışmalı olan bu konuyu bir mutabakat çerçevesine bağladı. Herşeyden önce, bu çerçevenin genel konferansımızın onayından geçmesi gerekiyor. Ama bu HDP/HDK konusunun konferansımızın gündemine sadece bu kadarıyla gireceği anlamına gelmez. HDP/HDK topyekün savaşın, “çöktürme” planının hedeflerinden biridir.