Radikal Demokrasi Nedir, Ne Değildir? – Muhsin Dalfidan

Giriş

Sosyalist yeniden kuruluş; devrim ve komünizm mücadelesinin temel güncel meselesi olarak önümüzde duruyor. Bunun için devlet/devrim ve demokrasi iliş­kisi, burjuva demokrasisi/sosyalist demokrasi, ekonomik/siyasal alan ilişkisi, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesindeki rolü, komünizm ve demokrasi mücadelesi ilişkisi, siyasetin toplumsallaştırılması ve toplumsal olanın siyasete içkin hale getirilmesi, örgüt, örgütlenme, tarz-ı siyaset vb. konularda yeniden ku­ruluş şart.[1] Bu şartı pratikleştirmek için, bir yandan reel sosyalizmin uygulamala­rı ve teorik tezleriyle, diğer yandan post-Marksizm’in/ex-Marksizm’in tezleriyle mücadele, olmazsa olmazlarımızdandır.

Bu görev, öncelikle post-Marksizm’in değişik türevlerinin, adım adım ve sinsi bir şekilde bünyemize girdiğini, bünyemizi orasından burasından kemirdiğini görme ve bilince çıkarmayı gerektiriyor. Post-Marksizm’in tüm versiyonları, ortak payda olarak, yeniyi temsil etme adına hareket ettikleri imajıyla avantaj sağlamaya çalışıyorlar. Kimisi, cepheden bu güne kadarki birikimimizi -teorik, politik, örgütsel, tarz-ı siyaset, mücadele yöntemleri vb.- topyekûn eskimişler olarak “çöpe” atarak Marksizm dışından konuşurken, kimisi işimizi bu kadar ko- laylaştırmamaktadır. Marksizm’in “içinden” konuşmaya devam etmekte ve sınıf mücadelesini de “reddetmeden”, işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin belirleyici­liğinin kalmadığını, toplumsal mücadelelerin artık “yeni” toplumsal hareketle­rin demokratik çoğul ve birbirine eşit mücadelelerinin toplamı olduğu yönünde vaaz vermektedirler.

Dolayısıyla post-Marksizm’le mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Zira her yerde bir başka kılıkta ve bir başka argümanla karşımıza çıkmaktadır. Bu neden­le, Marksizm’den ve Marksizm’in özü olan sınıf mücadelesinden ve de “sınıftan kaçış” olan post-Marksist düşünce biçimleriyle ideolojik mücadele önemli, çet­refilli ve günceldir.

Bu bağlamda bu makalenin amacı, Marksizm’in güncel yorumu olarak sunul­maya çalışılan post-Marksizm’in odak tezi olarak gördüğüm radikal demokrasi tezinin, Marksizm’le ilgisi olmadığını ortaya koymaktır. Sosyalist yeniden ku­ruluşun Marksizm temelinde gerçekleşebileceğini ve bunun radikal demokrasi amacına yönelmekten değil, devrimci demokrasiden geçtiğini; pratik ve teorik verileriyle birlikte sınıf mücadelesinin hizmetine sunmakla genel mücadelemi­ze katkı çabasıdır. Bu amaca dönük olarak birinci bölümde; post-Marksizm’in genel tezlerinin özet bir değinisi üzerinden radikal demokrasi tezini analiz ede­ceğim. İkinci bölümde Kürt Özgürlük Hareketinin (KÖH) radikal demokrasi te­zinin analizine giriş yaparak, post-Marksist tez ile karşılaştırmalı bir özetine yer vereceğim. Üçüncü bölümde; Marksist demokrasi mücadelesi perspektifini ve demokrasi mücadelesi ile komünizm mücadelesi ilişkisini alt başlıklarla sunaca­ğım ve makalenin sonsözünü paylaşacağım.

1) POST-MARKSİZMİN ODAK TEZİ OLARAK RADİKAL DEMOKRASİ

Post-Marksizm, Marksizm’in geliştirilmesinin bir ürünü değil, Marksizm’in tüm temel önermelerinin reddinin ürünüdür. Marksizm dışıdır ve bunun tes­cili önemlidir. Zira bugün birçok post-Marksist, Marksizm’den beslendiğini ve Marksizm içinde olduğunu iddia ederek yanılsama yaratmaktadır. Bu yanılsa­ma, post-Marksizm’in kurucuları olarak görülebilecek Laclau ve Mouffe’un Marksizm’le ilişkilerini “Marksizm bizim kendi geçmişimizi oluşturmasıdır… Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartış­mak ancak bir evrensel sınıfın ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçtiğimiz takdirde olanaklı olacaktır… artık post-Marksist bir zeminde duruyoruz. Artık ne Marksizm’in başvurduğu öznelik ve sınıflar anlayışını, ne onun kapitalist gelişmenin tarihsel gelişimi görüşünü, ne de antagonizmaların ortadan kalktığı saydam bir toplum olarak komünizm an­layışını sürdürmek olanaklıdır”[2] biçiminde açıklamalarına rağmen sürmektedir.

Laclau ve Mouffe ifşaatlarına devam ederek “sınıf gibi, düzeylerin üçlüğü gibi (ekonomik, politik, ideolojik) ya da üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında­ki çelişkiler gibi çökelmiş fetişler ile uğraşmaktansa, bunların söylemsel olarak işleyebilirliğini sağlayan ön koşulları yeniden etkileştirmeye çalıştık”larını beyan etmektedirler.[3] Ve nihayet teorik tezlerinin kaynağının Marksizm değil, post yapısalcılık olduğunu; “Teorik düşünümümüzün asıl kaynağı post-yapısalcılığın zeminidir; post-yapısalcı alanda ise yapı-bozumu ile Lacancı teori, hegemonya yaklaşımımızı oluşturmamızda belirleyici öneme sahip oldu ” diyerek ilan etmek- tedirler.[4]

Bu ilan bizim için açıktır ama yukarıda belirtiğim gibi, Marksizm zemininde mü­cadele yürüten dinamiklerin tümü için bu denli açık değildir. Zira Marksizm dışı bu tezlerle uğraşılması gereğinin temel nedenlerinden biri de budur ve uğraşma­ya devam edeceğiz.

Post-Marksizm, birbiriyle bağlantı içerisinde olan; her birinin diğerini beslediği ve/veya doğurduğu bir dizi tez ileri sürmektedir. Bu tezlerin tümü radikal de­mokrasi modelinin teorik arka planını oluşturmaktadır. Bu bağlamda radikal de­mokrasinin ne olup olmadığını ortaya koymak için; öncelikle post-Marksizm’in konumuzla bağı güçlü olan bir kaç tezinin özet sunumunu yapacağım.

a- İdeoloji ve politikanın sınıfsal ve toplumsal temelden tümüyle bağımsız olduğu/ Üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinin reddi Post- Marksizm’e göre toplumsal tarihin hareket ettirici gücü bireyin özgür bilincidir. Post-Marksistler, Marksizmin iktisadi temelin her türlü etkileşime kapalı mut­lak belirleyiciliğini savunduğu iddiasındadırlar. Bu boş iddiayla, kendi tezleri­nin doğruluğunu kanıtlamayı ummaktadırlar. Ancak Marks’ın görüşleri böylesi ucuz çarpıtmalara fırsat vermeyecek denli açıktır. Marks yaşamın maddi üre­timinin temel olduğunu belirtirken, tek belirleyici olduğunu ifade etmemiştir. İktisadi temel son tahlilde belirleyici olurken, belirli bir siyasal bilince tekabül eden çeşitli üstyapı unsurları da iktisadi temel üzerinde etkilidirler ve özerk ha­reket alanları vardır. Marks’ın bu duruma ilişkin açıklamalarından biri aynen şöyledir:” Varlıkların toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, ken­di iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkile­rinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtü- şen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. (…) İktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak sapta­nabilir-, hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca insanların, bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik bi­çimleri ayırdetmek gerekir”[5]

Yine Engels’in şu açıklamaları ufku olan için yeterince ufuk açıcıdır. “Politik, hu­kuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal, vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır. Ama bütün bunlar, hem birbiri üzerine, hem de ekonomik temel üzerinde karşı­lıklı etkide bulunurlar. Bundan ekonomik durum nedendir, sırf o ektendir, oysa geri kalan her şey ancak edilgen sonuçtur anlamı çıkartılmamalıdır. Burada daha ziyade, en sonu daime kendini belli eden ekonomik zorunluluk temeli üzerinde karşılıklı etki söz konusudur… Öyleyse, şurada burada, sırf laf olsun diye söylen­diği gibi ekonomik durum otomatik bir etki yapmaz. Hayır. İnsanlar tarihlerini kendileri yapar ama bunu kendilerini koşullayan belli bir çevrede zaten mevcut bulunan fiili ilişkilere dayanarak yaparlar. Bunlar arasında ekonomik ilişkiler – politik ve ideolojik gibi- diğer ilişkiler tarafından ne denli fazla etkilense de, yine de son kertede belirleyicidir” [6]

Bu kadar açık ifadelere rağmen hala demagojiye devam eden post-Marksistlere, sözü uzatmadan söyleyeceğim son söz: “Düşünce ile varlık gerçi birbirinden ayrı­dırlar, ama aynı zamanda bir arada bir birlik oluştururlar”[7] olacaktır.

b- İşçi sınıfının devrimin öncü gücü olan değiştirici ve dönüştürücü asıl özne olmadığı post-Marksist yaklaşım, siyasetin ve iktidar ilişkilerinin olmadığı bir toplumsal düzen tasavvurundan uzaktır. Onlara göre, iktidar ve iktidar ilişkileri toplumsalın kurucu unsurudur ve “her politik düzen, bir hegemonya, özgül bir iktidar ilişkileri kalıbının ifadesidir.”[8] Bu iktidar ilişkileri geçici/değişken hege­monya ilişkileriyle belirlenir ve toplumsal kuruluşta hiçbir sınıf ya da toplumsal kesim asli unsur veya öncü durumunda olamaz. Bu demokrasi ve agonistik ço­ğulculuğun sonucudur. Zira “bir topluma demokratik karakterini, ancak toplum­sal olarak sınırlanmış aktörlerden hiçbirinin kendisine bütünün temsiliyetini at- fedememesi ve kuruluşun ‘hakimiyeti’ ne sahip olduğunu iddia edememesi verir.”[9] Bu anlatım bir yandan demokrasinin sınıfsallığını yok sayarak sınıflar üstü oldu­ğunu ima ederken diğer yandan işçi sınıfının, toplumsal kurtuluşun motor gücü olmadığını ilan etmektedir. Laclau ise bu ilanı daha net ifadelerle yapar: “Elbette, proletaryanın kapitalist gelişmenin ürünü olduğunu hiç tereddütsüz iddia edebi­liriz, çünkü dolaysız üretici ile üretim araçlarının mülkiyetinin birbirinden ayrıl­ması yalnızca kapitalist gelişmenin ürünüdür; ancak bu yalnızca proletaryanın kapitalist toplum içerisinde belirli bir bağıl konum olarak ortaya çıkışını açıklar, kurtarıcı bir özne olarak ortaya çıkışını değil.”[10]

Post-Marksizmin bu tezinin ne günümüz toplumsal gerçekliğiyle ne de Mark- sizmle herhangi bir ilişkisi yoktur. Bunu kanıtlama ihtiyacı da yoktur. Zira kanıt toplumlar tarihi boyunca yaşanmış ve yaşanmakta olan sınıf mücadeleleridir. Yine de, şu kadarını tekrar edeyim: İşçi sınıfının, devrim ve komünizm mücade­lesinin motor gücü olması; en çok baskı altında olan ve en yoksul kesim olmasın­dan kaynaklanmaz. Sermayeyi de üreten sınıf olmasından, sermaye birikiminin temeli olan artı-değeri üreten sınıf olmasından kaynaklanır. Bu nesnel gerçek­lik kapitalizm var oldukça var olacaktır. Sonsuz değişik biçimlere bürünebile- cektir, ama asla gerçekliğinden bir şey yitirmeyecektir. Zira sermayenin varlığı, işçi sınıfının varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun içindir ki işçi sınıfı, üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi sermayeyi alt ederek ezilen sınıflar lehine ortadan kaldırıp, sosyalist devrimi ve toplumsal mülkiyet temelli sınıfsız ve sömürüsüz özgürlük toplumunu, tam komünizmi gerçekleştirecek asıl güçtür. Post-Marksistler bunları bildikleri için sınıf gerçeği­ni yok sayıyorlar. Allayıp pulladıkları kapitalizmi başka bir şey gibi pazarlamaya çalışıyorlar. Zira “post-Marksistlerin fıtratında var bu zaten, yeter ki, sınıf deme, gerekirse politikanın merkezine bir kilo patates koy!”[11]

Bu nesnel özellikler işçi sınıfını durup dururken, praksisten azade olarak motor güç haline getirmez elbette. Sınıf karakteri (kendi için sınıf olma durumu) mü­cadele içinde pekişir ve siyasallaşır. Ancak bu pekişme ve siyasallaşmanın maddi temeli işçi sınıfının nesnel konumudur. Marks, işçi sınıfının nesnel konumu üze­rinden öncü konumunun pratikleşmesini, dolayısıyla kendiliğinden sınıf olmak­tan kendisi için sınıf konumuna gelişini şu ifadelerle özetler:

“Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”[12]

Hegemonya ve Hegemonya Mücadelesinin Sınıfsal İçeriğinin Boşaltılması

Sınıflar mücadelesi salt altyapı alanında, üretim ve üretim ilişkileri çerçevesinde sürmemektedir. İdeolojik mücadele de sınıf mücadelesinin önemli bir veçhesini oluşturur. Bu nedenle, egemenlerin ideolojik aygıtları aracılığıyla sürdürdükleri ideolojik mücadele ve sosyal, kültürel vb. yönleriyle toplumsal yaşamın ideolojik karakteri, hegemonya ve hegemonik ilişkileri önemli kılmaktadır.

Bu önemin gereği öncelikle, hegemonya kavramı üzerine kısa bir girişi gerek­li görmekteyim. Antik Yunan’da hegemonya, esas olarak zor yoluyla tahakküm kurmayı ifade eder. Devletin uyruklar üzerindeki tahakküme dayalı üstünlüğü­nü anlatır. Lenin, Sovyet devrimi sürecinde sınıflar mücadelesine içkin biçimiy­le hegemonya kavramını kullanmıştır. Sınıflar arası ideolojik üstünlük kurma anlamıyla hegemonya kuramını ise, esas olarak Gramsci geliştirmiştir. Gramsci, hegemonya teorisini, “zor ve rıza” üzerine oturtur. Buna göre, egemen sınıflar egemenliklerini, salt fiziki zor ve tahakküm aygıtlarını kullanarak değil; sosyal, kültürel vb. toplumsal alanlarda kurdukları ideolojik üstünlükle sağlarlar. Bu du­rum salt fiziki zora dayanmayan, ideolojik üstünlükle kurulan rıza mekanizması­nın ürünü olarak da ifade edilebilir. Zira Gramsci’ye göre, bir sınıfın diğer bir sı­nıf üzerinde yarattığı etki hem baskı hem de rızaya dayalıdır, yani hegemoniktir. Elbette hegemonyanın, uluslararası egemenlik ilişkilerini tanımlama gibi farklı kullanımları da vardır. Burada bu boyutları üzerinde durmayacağım. Konumuz gereği, esas olarak sınıflar arası uzlaşma ve tabiiyet ilişkilerinin tesisi ve ideolojik üstünlük anlamıyla hegemonya üzerinde duracağım.

En genel anlamda hegemonya, egemen sınıfların diğer toplumsal sınıflar üze­rindeki ideolojik üstünlüğünün ifadesidir. Bu üstünlüğe karşı işçi sınıfı da diğer toplumsal sınıflar üzerinde ideolojik üstünlük kurma çabasına girer. Bu bağlam­da, sınıf mücadelesi esas olarak politik bir mücadeledir ancak; ideolojik hege­monya kurma çabası da sınıf mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Bu anlamıyla egemenler, egemenliklerini sadece açık zor ile devam ettirmezler. Egemenler, ezilenlerin sisteme karşı rızalarını, esas olarak açık zor ile değil, kendilerinin ideolojik yönelimlerini-dünya görüşlerini ezilenlerin/yönetilenlerin de benim­semeleriyle sağlarlar. Dolayısıyla ezilenlerin sisteme bağlılıkları baskıyla birlikte, egemenlerin ideolojik hegemonya dolayımıyla ürettikleri rıza mekanizmalarıyla olur. Bu rıza asıl olarak üretim ve üretim ilişkileri alanında üretilmez. Marksizm, altyapının belirleyiciliğini böylesi bir ekonomik indirgemecilikle ele almaz. Rıza üretmede üst yapısal araçların önemini görmek gerekir. Dolayısıyla egemen sı­nıfların hangi yöntemlerle/araçlarla, ezilenler üzerinde hegemonya kurdukları ve rızalarını sağladıklarının analiz edilmesi zorunluluktur. Bu araç ve yöntem­lerin analizi, ezilen sınıfların egemenlerin hegemonyasından kurtulup, özgür­lük mücadelesini yükseltmeye yönelmelerinde temel öneme sahiptir. Elbette bu ideolojik hegemonya mücadelesi sınıf mücadelesinin esasının politik mücadele olduğu gerçeğini hiçbir durumda silikleştiremez.

Post-Marksizm, sınıf mücadelesini reddederken politik mücadelenin yerine de hegemonya mücadelesini ikame eder. Nitekim Mouffe ve Laclau, Gramasci’nin hegemonya kuramına atıfta bulunurlar. Ama Gramsci, hegemonya kuramını sı­nıflar bağlamına oturturken, İkili’nin hegemonya kuramında sınıf buharlaşmak­tadır.

Post-Marksistlerin elinde sınıf bağlamından koparılan hegemonya, artık ögelerin herhangi bir momentte sabitlenmediği eklemleyici pratikler alanında oluşmak­tadır. “Hegemonyanın ortaya çıktığı genel alan eklemleyici pratikler alanıdır, yani “öğeler”in “momentler” halinde billurlaşmadığı bir alandır. Her momentin anla­mının kesinlikle sabit olduğu kapalı ilişkisel kimlikler sisteminde hegemonik bir pratiğe kesinlikle yer yoktur… Hegemonya ancak eklemleyici pratiklerin egemen olduğu bir alanda yer bulabilir.”[13] Bu sabitsizlik ve ilişkisellik üzerinden hegemo- nik ilişkiler artık ne salt zorunlulukla ne de katıksız bir olumsallıkla açıklanabilir. “Çünkü zorunlu/olumsal karşıtlığını anlaşılır kılan alan ortadan kalkmıştır”[14]

Bunu başaran ve eklemleyen özne kimdir sorusuna post-Marksizmin verdiği cevap ise şudur: İşçi sınıfının mücadelesi de diğer toplumsal mücadelelerle eş­değerdir ve hegemonik bağlam içinde diğerleri gibi eklemlenme ilişkisiyle dö­nüşür. Toplumlar tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihi olmadığı gibi, işçi sınıfı da kapitalizmin mezar kazıcısı öncü güç değildir. İşçiler, anti-kapitalist siyaset hat­tının ve örgütlenmesinin “ayrıcalıklı” özneleri değillerdir. “Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri içindeki konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığı” açıktır.”[15] İşçi sınıfı talepleriyle birlikte ancak eşit bir zeminde, “kolektif iradeye” eklemlenebilirse başarı olanağı vardır. “Bütün di­ğer toplumsal mücadeleler gibi, oda verili bir hegemonik bağlam içinde bulunan kendi eklemlenme biçimlerine bağlıdır. Aynı nedenle, başka birçok kopuş noktası ve demokratik antogonizma, işçilerin talepleriyle eşit bir zeminde, sosyalist bir “kolektif irade”ye eklemlenebilir.”[16]

Görüldüğü gibi kolektif irade, birbirlerinden hiçbir farkları olmayan, nesnel ko­numları itibariyle toplumsal dönüşümde birbirleriyle eşit olan farklı kimliklerin çoğulcu birlikteliğidir. İşçi sınıfının devrimci özne konumunun reddi temelinde

 

farklı toplumsal kimlikler arası “eşdeğerlik” kurulmasının ifadesidir. Bu kolek­tif irade, “hiçbir ayrıcalıklı noktanın olmadığı… birtakım benzeşmez noktaların emek verilerek bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur”[17] Bu bağlamda toplumun radikal dönüşümü, sınıf mücadelesinin ve devrimci özne işçi sınıfının değil, “ko­lektif iradenin” eseri olacaktır.

Böylesi bir yaklaşımla post-Marksizm, iktidar ilişkilerinin yok olacağı kusursuz bir özgürlük toplumunun mümkün olmadığını söylerken, farklı toplumsal ak­törler arası antagonist çelişkilerin düşmanlar arası çelişkiler olmaktan, muarız- lar/hasımlar arası çelişkilere dönüştüğü agonistik çoğulculuğu kurmaya yönelir. Bu agonistik çoğulcu toplum, farklı toplumsal muarızlar arasındaki hegemonya mücadelesiyle belirlenir. Bu hegemonya mücadelesi karşısındakini yok etmek için değil, üstünlük kurmak içindir. Burada kimlikler birbirini yok etmediği gibi, gerçek özgürlük için karşıdaki kimliği yok ederken kendini de yok etmek gerekti­ğini hiç mi hiç görmez. Çünkü bu mümkün değildir. Her kimlik diğeri ile birlikte var olacaktır ve birbiri üzerindeki hegemonya mücadelesiyle denge kurulacaktır.

Açıkça görülen odur ki Post-Marksistler hegemonya mücadelesini, sınıfsal içe­riği olmayan karşıtlar arası bir oyuna ve geçici-değişken üstünlük sağlama çe­kişmesine indirgemektedirler. Zira “toplumu, kimliği, toplumsal sistemi doğası gereği kırılgan, tartışmaya açık olarak gören yaklaşımıyla post-Marksizm tikel, farklılaşmış kimlikler alanını birleştirmek için sonu gelmez çabaya hegemonya adını verir. Temel toplumsal sınıflardan veya sınıfsal bağlamından koparılan hegemonya kavramı, bu post-yapısalcı okumada tüm sınıfsal içeriğini kaybeder veya içeriksizleşir… toplumsal yapılardan ve kurumlardan bağımsız bir varlık, dışarısı olmayan, kendi kendini kuran içine kapalı bir döngüsellik haline gelir.”[18]

Bu yaklaşım, Marksist sınıf mücadelesi perspektifinin reddidir. Zira toplumlar tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Sınıflar mücadelesinden arındırılmış bir top­lumlar tarihi analizi, gevezelikten ibarettir. Yine sınıflar mücadelesinin temel hedefi, bir sınıfın diğer sınıfa/sınıflara karşı üstünlük sağlama mücadelesi değil, kendiyle birlikte tüm sınıfların ortadan kaldırıldığı özgür üreticiler toplumudur. Bu kimlik mücadeleleri içinde aynıdır. Bu gün demokratik haklar temelinde ken­di kimliğini -örneğin ulusal kimlik- diğerlerine kabul ettirme mücadelesi, nihai olarak tüm kimliklerin -aynı biçimde tüm ulusların- aşılmasını hedeflediği öl­çüde radikal olabilir.

c- Sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın, yerini, egemenler bloğu ile halk arasındaki karşıtlıklara bırakmış olduğu Marksizm’i sınıf indirgemeci olmakla eleştiren post-Marksizm aslında, sınıfların varlığını ve özellikle de sınıf­ların arasındaki antagonist çelişkilerin varlığını reddeden bir konumu sahiplen­mektedir. Bu durumu teorize etme adına, artık ne proletaryanın ne de kapitalist sınıfların eski konumlarında olduklarını söylemektedir. Post-Marksizm’e göre, günümüz kapitalizmi artık post-kapitalist bir toplumdur ve sınıflar arası antago- nist çelişkiler belirleyici değildir. Teknolojik gelişmelerin, özelliklede bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin sonucu kapitalist üretim süreçleri deği­şirken işçi sınıfı da çözülmüş ve azalmıştır. Sınıfların üretimdeki konumları fark­lılaşmış ve üretimdeki konumlarına göre değil, tüketimdeki konumlanışlarına göre belirlenir olmuştur. Emek-sermaye arasındaki çelişkilerin yerine farklı kim­lik temelli çelişkiler geçmiş ve çok farklı çelişkilerin varlığıyla karakterize olan toplumsal şekillenme oluşmuştur. Etnik, inanç, kentsel, ekolojik, savaş karşıtlı­ğı, toplumsal cinsiyet vb. temelli toplumsal hareketler, post-kapitalist toplumun yeni çelişkilerinin ifadeleridir. Artık sınıf mücadelesi yerini, hiç biri diğerinden daha üstün ve belirleyici olmayan, bu çok farklı mücadele dinamiklerinin çoklu mücadelelerine terk etmiştir/etmelidir. Dolayısıyla sınıf temelli antagonist çeliş­kiler yok olurken bu çok farklı çoğullar arası antagonist çelişkiler oluşmuştur. Yine antagonist çelişkiler sürekli değişirken hiçbir zaman yok edilemez. Bu ne­denle antagonist çelişkileri, agnostik (çekişmeli) çoğulculuk temelinde oluştu­rulacak demokratik toplum içindeki muarızlar arası ilişkilere/çelişkilere/agoniz- malara dönüştürmeye odaklanılmalıdır.

Buradaki sorun yeni toplumsal hareketlerin varlığı tespiti değil; yeni toplumsal hareketlere kopuş teziyle yaklaşmaktır. Zira Post-Marsistler kopuş tezini savu­nurlar ve “kopuş tezine dayanan kuramlar, sınıf politikasının aşıldığı saptama­sından yola çıkarak, yeni toplumsal hareketlerin bu yeni evreye uygun tek politika tarzı olduğunu ileri sürerler. Bunlara göre yeni toplumsal hareketler sınıf müca­delesinin yanı sıra, süren veya bu mücadeleye eşlik eden bir mücadele tarzını de­ğil, onun yerini alan bir alternatifi dile getirmektedir.”[19] Marksist yaklaşımda da, yeni toplumsal hareketlerin varlığı ve bunların mücadeleleri gerçek, anlamlı ve önemlidir. Ancak bu gerçeklikler, ne post-kapitalist topluma geçildiğini, ne de emek sermaye arasındaki çelişkinin temel çelişki olmaktan çıktığını ve işçi sı­nıfının toplumsal mücadelelerdeki öncü/lokomotif rolünü yitirdiğini gösterme­mektedir. Sermaye ile emek arasındaki temel çelişkinin yerini, egemenler bloğu ile halk arasındaki karşıtlıklara bıraktığı ve mücadelenin temel dinamiğinin yeni toplumsal hareketler olduğu, post-Marksist çarpıtmadan ibarettir.[20]

Bu tezlerin her birinin ayrıntılı analizi ve eleştirisi başka makalelerin konusu olacaktır. Buradaki özetin amacı, radikal demokrasi tezinin anlaşılmasını ko­laylaştırmakla sınırlıdır. Zira bu tezler radikal demokrasi tezinin gerekçelerini oluşturmaktadırlar. Gerekçeleri özetlediğimize göre artık, esas konumuz radikal demokrasi tezinin analizine geçeyim.

Genel Olarak Radikal demokrasi

Post-Marksistlere göre, toplumsal çatışmalar ve bölünmelerin hiçbir zaman üste­sinden gelinemez. Toplumsal antagonist çelişkiler sürekli farklı çelişkiler olarak sürer ve asla yok olmazlar/edilemezler. Zira bu çelişkiler olmadan özgürleşme olmaz. Dolayısıyla siyaset ve iktidar/yöneten-yönetilen ilişkilerinin son bulacağı bir toplumsal gelecek ütopyası asla gerçekleşemeyecek ve bu ilişkiler her zaman varlığını sürdüreceklerdir. Öyle ise yapılması gereken, iktidar ilişkilerinin yapısı­nı değiştirmeye çalışmaktır. Daha demokratik iktidarların kurulması meselesine yoğunlaşmaktır. Bunun için antagonist çelişkileri yok etmeye çalışmak yerine, antagonist çelişkileri agonizmaya dönüştürecek demokratik siyaset geliştirilecek, derinleştirilecek ve radikalleştirilecektir. Çözüm radikal demokrasidir.

Özetle radikal demokrasi; aşılamayacak ve “tarihin sonu” bir toplumsal sistem olduğu kabul edilen kapitalizmi, daha demokratik(ehlileşmiş ) bir düzen haline getirmenin modelidir. Şimdi, böyle olduğunu daha görünür hale getirmek için, radikal demokrasinin temel unsurlarına, biraz daha yakın plan çekimde bakalım.

Antagonist Çelişkilerin ve İktidarın Yok Edilemezliği Olarak Radikal Demokrasi

Radikal demokrasi; toplumsal çelişkilerin ve yöneten-yönetilen ilişkilerinin, do­layısıyla siyasal iktidarın yok edilemezliğinin ilanıdır. Aslında kapitalizmin aşı­lamayacağının ilanı olan bu teze ilişkin Mouffe aynen şöyle demektedir: “Şayet toplumsalın kurucusunun iktidar ilişkileri olduğunu kabul edersek, o zaman de­mokratik politika meselesindeki esas soru da, iktidarın nasıl bertaraf edileceği de­ğil, ama demokratik değerlere daha çok uyan iktidar biçimlerinin nasıl kurulacağı sorusuna dönüşür. Demokratik politikanın yeniliği bu biz/onlar karşıtlığının üs­tesinden gelmek değil -bu imkansızdır- ama demokratik politikanın yerleşikleşti- rildiği farklı tarzdır. Can alıcı mesele, biz/onlar ayrımının çoğulcu demokrasiyle uyumlu bir şekilde yapılmasıdır. Demokratik politikanın amacı ‘agonistik çoğul­culuk’ çerçevesinde tasavvur edildiğinde, ‘onlar’ artık imha edilecek düşmanlar değil, ama bir ‘hasım’ olarak, yani fikirleriyle çarpıştığımız, fakat o fikirleri savun-

Sınıfı ve Emek Süreçleri, Yaşayan Marksizm-2 (Eski Seri), Ortaklaşa Yyn, Nisan 2010 130

 

ma hakkını sorgulamadığımız birilerinin anlaşılacağı şekilde inşa edilmelidir. Antagonizma düşmanlar arasındaki mücadele iken agonizm hasımlar arasındaki mücadeledir. Bu nedenle, sorunumuzu ‘agonistik çoğulculuk’perspektifinden ta­savvur ettiğimizde, demokratik politikanın amacının antagonizmanın agonizme dönüştürülmesi olduğuna işaret ederek yeniden formüle edebiliriz.”21

Görüldüğü gibi Mouffe döktürüyor: Ezen ve ezilen sınıflar karşıtlığı, ezilen sı­nıfların mücadelesiyle ortadan kaldırılamaz. Neden? Çünkü iktidar ilişkileri ol­madan toplumsal kurulamaz. Öyleyse, egemenleri alt etmek yerine kapitalizmi onlarla birlikte yaşayabileceğimiz bir hale getirmeliyiz. Onları düşman olarak görmekten vazgeçmeli, sürekli tartışacağımız-çekişeceğimiz meşruiyetlerini sor­gulamayacağımız hasımlarımız olarak görmeliyiz. Yapılması gereken budur ve bu radikal demokrasidir.

Mouffe’a sormak gerekiyor; Neden ezen ezilen ilişkilerinin varlığı -antagonist çelişkiler- olmadan toplumsal yaşam olamaz? Neden bir sınıf ya da kimlik il­laki bir başka sınıf ya da kimliğe göre kendini ilelebet var etmek zorunda? Ne­den bir sınıf ya da kimlik kendini özgürleştirirken karşıtlarıyla birlikte kendini de yok edecek nihai özgürleşmeye doğru gidemiyor? Bir çelişki nesnel olarak antagonist/uzlaşmazken, nasıl olacak da öznel olarak o çelişkiyi çekişmeli/ago- nistik çelişki olarak görür hale geleceğiz? Başımıza taş düştüğü için mi? Karşıt sınıfların dolayısıyla sınıfların olmadığı özgür toplumda, insan ile doğanın diğer farklı güçlerinin (insan da doğanın bir parçası ve güçlerinden biridir) birbirinin meşruiyetini sorgulamadan sürdürecekleri mücadele, neden toplumsal yaşamın gelişiminin motoru olmasın? Çok sesliliğin teminatı farklı sınıfların varlığı mı­dır? Siyasal iktidar ilişkilerinin olmadığı toplumda çok sesliliğin olmayacağı id­dianızın dayanağı nedir? Bu soruların Mouffe’da cevabı yoktur. Zira o, radikal demokrasiyi benimsemiş bir radikal demokrattır ve radikal demokrasi bu soru­ları çoktan “delete” etmiştir.

Sınıfsal İçeriğinden Arındırılmış Hegemonya Siyaseti Olarak Radikal Demokrasi

Radikal demokrasi; birbiriyle çatışma içindeki toplumsal gruplardan hiçbirinin diğerine göre bir üstünlüğünün, önceliğinin ve belirleyiciliğinin olmadığı, ago- nistik (çekişmeli) çoğulculuk temelinde birbirine denk mücadelelerinin sürgit olduğu; iktidar, dolayısıyla siyasal demokrasinin aşılamayacağı hegemonya mü­cadelesiyle şekillenen bir toplum projesidir.

Radikal demokraside doğrudan sınıf çelişkileriyle belirlenmeyen sürekli değişen yenilerinin eklendiği çelişkili toplumsal gruplar arasındaki hegemonya mücade­lesi ve bu mücadelenin kalıcılığıyla belirlenir. Radikal demokraside antagonist çelişkiler düşmanlar arası mücadele karakterinden çıkar, çekişmeli bir çoğulcu­luk temelinde muarızlar arası bir hegemonya mücadelesine dönüşür.

Post-Marksistlerin aksine Marksist perspektifte, karşısındaki üzerinde hege­monya kurma mücadelesi onu yok etme hedefinin bir merhalesinden ibarettir. Dahası, onunla birlikte kendini de yok etme mücadelesinin parçasıdır. Zira nihai amaç olarak karşıtlarıyla birlikte kendini de yok etmeyi, mücadelesinin hedefi olarak önüne koymayan hiçbir özne/sınıf/kimlik radikal sıfatını hak edemez.

Kapitalizmi Meşrulaştırmanın Aracı Olarak Radikal Demokrasi

Radikal demokratik toplumda siyasal olan tümüyle belirleyici ve ekonomik alan­dan bağımsız olarak görülür ve her şey siyasal olan üzerine kurulur. Ne hikmet­se, radikal demokraside üretim ilişkilerinin nasıl olacağından hiç söz edilmez. Bugünkü üretim ilişkilerinden ne tür farklılıklar taşıyacağından da söz edilmez. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin baki kalacağı öngörülmektedir. Bu öngörü demokrasinin radikalliği yaygarası içinde görünmez kılınmaya çalışılır. Radikal demokrasinin kapitalizm-içi bir demokrasi olduğu, sınıfsal içeriğinden arın­dırılmış bir çoğulculuk söylemine dayanan çoğulcu demokrasi söylemiyle giz­lenmeye çalışılır. Bu çoğulcu demokrasinin belirli etik-politik ilkelere dayanan konsensüsü gerektirdiği belirtilirken, bu konsensüsün kimler arasında olacağı şu ifadelerle açıklanır: “Etik ilkelerin içerdiği konsensüs, mecburen ‘çatışmalı bir konsensüs’ tür. Bu aslında, hasımlar arasındaki imtiyazlı agonistik karşılaşma alanıdır. İdeal olarak böyle bir karşılaşma, etik-politik ilkelerin farklı yorumla­rına uyan -liberal-muhafazakar, sosyal-demokrat, neo-liberal, radikal demokrat vb.- çeşitli yurttaşlık anlayışları etrafında yürütülmelidir. Yurttaşlık anlayışların­dan her biri ‘ ortak iyi’ ye ilişkin kendi yorumunu önererek farklı bir hegemonya biçimini uygulamaya çalışır.”[21]

Mouffe mutluluğun formülünün liberali, neo-liberali, muhafazakârı, sosyal de­mokratı, radikal demokratı vb.leriyle bir arada kardeşçe yaşamaktan geçtiğini söylüyor. Görüldüğü üzere “amacı iktidar ilişkilerini ortadan kaldırmak olma­yan radikal demokrasi projesi, açıkça kapitalist sisteme bir alternatif fikrinden vazgeçmektedir.”[22] “Kapitalizmin artık aşılamaz olduğu, yapılabilecek en iyi şeyin onu evcilleştirmek ve terbiye etmek olduğu kabul edilmektedir.”[23]

Diktatörlüğün Dolayısıyla Devletin Sınıfsal Karakterinin “Reddi” Olarak Radikal Demokrasi

Radikal demokrasi, Proletarya diktatörlüğünün reddi üzerine oturtulmaktadır. Bu reddedişin özünde demokrasinin sınıfsal içeriğinden koparılması vardır. Zira Proletarya diktatörlüğü “diktatörlük” olması dolayısıyla demokrasiden uzak olarak görülmektedir. Bu anlayış; hiçbir siyasal demokrasinin (nerede siyasal demokrasiden söz ediliyorsa orada sınıflar vardır) toplumun tüm sınıfları için demokrasi olmadığını; egemen sınıflar için demokrasi, ezilen sınıflar için ise dik­tatörlük olduğu temel gerçeğini görmemektedir.

Bu anti-Marksist bir kavrayıştır. Zira devlet sınıflı toplumların üst yapı kurumu- dur. Sınıflar var olduğunda egemenlik ilişkileri ve bu egemenliği düzenleyen ve yürüten temel araç olarak devlet de, hep var olacaktır. Devlet söz konusu oldu­ğunda; kimin için demokrasi, kimin için diktatörlük sorusu temel soru olarak kalacaktır. Lenin siyasal yönetim biçimini ve demokrasinin mutlak yokluğunu değil, devletin sınıfsal niteliğini vurgulayan diktatörlük kavramına şu ifadelerle açıklık getirir: “Marx’ın devlet öğretisinin özünü yalnızca, bir sınıfın diktatörlü­ğünün, yalnızca bir bütün olarak her sınıflı toplum için değil, yalnızca burjuvaziyi devirmiş olan proletarya için değil, aynı zamanda kapitalizmi ‘sınıfsız toplumdan, komünizmden ayıran tüm bir tarihsel dönem için de zorunlu olduğunu kavramış olan kişi benimsemiştir. Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir, ama özleri birdir: tüm bu devletler şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka bur­juvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş elbette muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliği gösterecektir; fakat özü mutlaka aynı kala­caktır: proletarya diktatörlüğü”[24]

Aynı şekilde Engels; burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratik olan proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu, Paris Komünü’ne atıfla şu sözcüklerle anlatır: “Sosyal demokrat ham kafa (philistin)18 son zamanlarda proletarya dik­tatörlüğü sözünün edildiğini duyunca hidayete erdirici bir korkuya kapıldı. Eh peki, bu diktatörlüğün neye benzediğini görmek ister misiniz baylar? Paris komü­nüne bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü”[25]

Paris komününe/Proletarya diktatörlüğüne baktığımızda ise gördüklerimizin özeti şudur: İşçi sınıfının burjuva devlet makinesini ele geçirip, onu kendi hesa­bına kullanması değil; askeri ve bürokratik burjuva devlet makinesini parçalayıp yıkarak yerine proleter devletin geçirildiğidir. Ekonominin/üretimin sosyalist örgütlenmesi doğrultusunda ilk adım olarak, mülksüzleştirenleri mülksüzleşti- rerek üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaştırılmasıdır. İşçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlülüğünden ibaret bir devletin varlığıdır. İşçi sınıfının egemen­liğini doğrudan kullandığı ve hiçbir aracıya yer vermediği öz örgütlerine dayan­dırdığı devlettir. İnşasıyla birlikte baştan sönmeye yüz tutmuş ‘devlet olmayan devlet’ olan bir yarı-devlettir. Düzenli ordunun dağıtıldığı, yerine halkın silah­landığı devlettir. Parlamentarizmin olmadığı, hem yasama hem yürütme görevi verilmiş ve tümünün seçimle iş başına geldiği ve seçilenler tarafından her an geri çağrılabildiği temsilcilerden oluşan meclisler olarak örgütlenen tam demokratik devlettir. Devlet görevlilerinin hiçbir ayrıcalığının olmadığı ve halk tarafından seçilen hizmetlilerden ibaret oldukları devlettir. Tüm devlet görevlilerinin ücre­tinin işçilerin ortalama ücreti düzeyinde olduğu devlettir.

Böyle bir devletin, yönetme biçimi/devlet biçimi olan diktatörlüklerle birlikte anılması bile mümkün değildir. Anılıyor ve hiçbir hakkın olmadığı mutlak baskı aygıtı olarak lanse ediliyorsa, bu cehaletten olamaz. Bu düpedüz kapitalizmden yana bilinçli bir tercihtir.

Nihai Hedef Olarak Radikal Demokrasi

Post-Marksizm için, Radikal demokrasi temel ve gerçekleşebilir tek nihai hedef­tir. Zira sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya mümkün değildir. Bunun için, öncelikle sınıf temelli politikadan vazgeçilmeli ve “yeni” toplumsal hareketler temelli çok­lu ve eşitlikçi güçlerin birlikte mücadelesine yönelmelidir. İkinci olarak devlet temelli mücadeleden dolayısıyla devrimden vaz geçilerek özgül mücadelelerin ve “mevzi savaşlarının” lokal kazanımları üzerinden toplumsal yaşam demokratik- leştirilmelidir.

İşin özü; Devrimci demokrasi kesintisiz Proletarya diktatörlüğüne yürüyen dev­rimci demokratik geçiş devletidir. Proletarya demokrasisi (proletarya diktatörlü­ğü) her türlü siyasal demokrasinin sönümlendiği tam komünizmin alt evresin­deki siyasal yapıdır. Radikal demokrasi ise, sözde “sınıf uzlaşmacılığı” temeline oturan nihai bir siyasal demokrasi hedefidir. Ve bu siyasal demokrasi, burjuva demokrasisinden öte bir anlam ifade etmemektedir.

  • KÜRT ÖZGÜRLÜK HAREKETİ’NİN RADİKAL DEMOKRASİ TEZİNİN ANALİZİNE GİRİŞ

KÖH’ün radikal demokrasi anlayışının, akademik tartışmaların ürünü olmadı­ğı herkes tarafından bilinmektedir. Bu tez otuz yıldan beri sürdürülen özgürlük mücadelesi pratiğinin birikimlerinin ve derslerinin ürünüdür. Dolayısıyla tek bir makalede değerlendirilmesi, hem mücadeleye haksızlık olur hem de teknik ola­rak mümkün değildir. Bu nedenle, makalede, KÖH’ün Radikal demokrasi tezi üzerine, giriş düzeyinde bir tartışma başlatmakla yetineceğim. Zira bu tartışma­nın karşılıklı birbirini anlama ve etkileşimlere açık, uzun soluklu bir süreçle sür­dürülmesinin gereğini ve böylelikle olumlu sonuçlara varılabileceğini düşünüyo­rum. Bu yaklaşımla, asıl başvuru kaynağımın, Mustafa Karasu’nun kaleme aldığı “Radikal Demokrasi” kitabı olduğunu belirterek değerlendirmeme geçiyorum.

KÖH’ün Devlet ve Demokrasi İlişkisine Bakışı

Belirttiğim gibi, KÖH’ün demokrasi anlayışının ayrıntılarını sonraki makaleler­de ele alacağım. Bu bağlamda KÖH’ün demokrasi ve demokrasi devlet ilişkisine yaklaşımının genel hatlarının, şu ifadelerde saklı olduğunu düşünüyorum:

“Her şeyden önce de halkların demokrasi anlayışını, halklar üzerinde sömürü, baskı ve egemenlik kuran toplumsal kesimler ve siyasal güçlerin demokrasi anla­yışlarını ve pratiklerini ayrıştırmak, aradaki benzerliklerin yanında en fazla da farklılıklarını ortaya koymak önem kazanmaktadır… Bizim açımızdan önemli olan ise doğrudan demokrasi, derin demokrasi, radikal demokrasi ya da halk de­mokrasisi denilen kavramlara izahat getirmektir… Radikal ve derin demokrasi esas olarak da tam demokrasi kavramını, doğrudan demokrasi ve halka ait olan demokrasileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Halkın gerçekten güç olduğu, kendi kendini yönettiği demokrasiye bazen halk demokrasisi, tam demokrasi de­nildiği gibi radikal demokraside denilmektedir. Yine radikal demokrasiyi tamam­layan bir kavram olarak derin demokrasi de kullanılmaktadır.”[26] “Devlet varlığını sürdürse de, devlet sisteminin yanında halkın doğrudan demokrasiye dayanan kendi demokratik sistemini kurmasına radikal demokrasi diyoruz.”[27]

Radikal demokrasi, “neolitik toplumda halkın, toplumun varoluş biçimi, var olma koşulu olan komünal demokratik değerlere ve bu yaşama çağdaş koşullarda yeni­den dönüşü ifade eden bir anlayışın ortaya konulması olarak görülmelidir.”[28]

“Radikal demokrasi anlayışının diğer bir temel özelliği ise demokrasiyi sınıf yak­laşımlarından arındırmasıdır. Toplum halinde yaşamak isteyen her insan, her toplumsal kesim için demokrasi gereklidir. Demokrasi toplumun varoluş biçimi­dir. Komünal demokratik değerler toplumla birlikte var olmuştur. Dolayısıyla top­lumsal yaşamı arzulayan, toplumsal yaşamla bireysel özgürlüğün birlikte yaşana­

 

bileceğini düşünen bütün kesimler radikal demokratik yaşamın bileşeni, parçası ve öznesidirler. kapitalizmden, dolayısıyla toplumun parçalanmışlığından çıkarı olmayan kapitalist sistem karşıtı tüm kesimler komünal demokratik yaşam içinde kendilerini ifade edebilirler. Radikal demokraside dar sınıf yaklaşımı yoktur; ama sömürü ve baskıya da yer yoktur. Dar sınıf yaklaşımından uzaktır, ama yöntemi demokratiktir… Tabii ki bizim demokrasimiz sınıf demokrasisi, sınıfların uzlaştı­ğı bir cephe ya da ittifak programının hayata geçirilmesi değildir; bir halk özgürlük sistemidir. Bu halk özgürlük sistemi komünal demokratik yaşamdan yana olan farklı toplumsal kesimleri tamamen demokratik işleyişte olan bir yaklaşımla yapı­landıracak ve sistem içinde birlikte yaşamalarını sağlatacaktır… radikal demok­rasi… sömürü ve baskının, hiyerarşik ve devletçi zihniyetin olmadığı komünal bir yaşamı hedeflemektedir. Yöntemi tamamen demokratiktir.”[29]

“Radikal ve derin demokrasiyi hedefleyenler ve tanımlayanlar için demokrasi, top­lum açısından olmazsa olmaz bir yaşam biçimidir. Bir yönüyle de bir amaçtır.”[30]

Özetlersek: KÖH’ün demokrasi anlayışının çoğu belirlemelerine katılmamak mümkün değil. Ancak bu yaklaşımda, demokrasinin de bir devlet olduğunun göz ardı ediliyor ya da kabul edilmiyor olması çok önemli bir sorun alanıdır. Zira halk demokrasileri de bir devlettir ve hiçbir devlet ezilenler için nihai bir hedef olmamalıdır. Yalnızca burjuva monarşisinde değil, en demokratik burjuva cumhuriyetinde de ve hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyon kez daha demokratik olan halk demokrasisinde ve ya sosyalist demokraside de dev­let, devlet kalır. Demokrasiden söz edilen her yerde siyasal iktidardan dolayısıyla devletten de söz edilmektedir. Dolayısıyla, “kapitalizm altında sonuna kadar tu­tarlı bir demokrasi imkansızdır, sosyalizm altında ise her türlü demokrasi sönüp gidecektir.”[31] Nihai toplumsal hedef/kurtuluş, en tam demokrasi değil, demokra­sinin en tamının da sönümlendiği özgür üreticiler toplumudur.

KÖH’ün Radikal Demokrasi Tezinin Çerçevesi

“Radikal demokrasi her şeyden önce egemen sınıfların kendi aralarındaki ilişki­lerde belirli demokratik değerleri kullanarak sistemi güçlendirmeyi ve ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanda halka nefes alma imkânları tanıyarak meşruiye­tini sağlamayı amaçlayan, sınırları belli olan devletçi ve iktidarcı zihniyeti devam ettirmeye yönelik demokrasi anlayışına ve onun postmodern versiyonuna karşı halkın kendini yönettiği ve güç olduğu demokrasiyi tanımlamaktadır. Dolayısıyla ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda halkın nefes almasını sağlayan bir siyasal sistem değil, halkın devlet dışında tamamen kendi kendisini yönettiği, baskıcı ve sömürücü tüm objektif yapılanmanın ve bunu devam ettiren aktörlerin ortadan kalktığı bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam arayışıdır. Halkın güç ol­duğu, kendini yönetmede ve güç olmada başat hale geldiği, halkın güç olmasını ve yönetmesini sağlayan araçlar, yöntemler ve uygulamaların geliştirildiği demokra­siye radikal demokrasi diyebiliriz. Devlet varlığını sürdürse de, devlet sisteminin yanında halkın doğrudan demokrasiye dayanan kendi demokratik sistemini kur­masına radikal demokrasi diyoruz. Derin demokrasiyi de bu radikal demokrasi anlayışının hem kapsamlaştırılmasını hem de derinleştirilmesini sağlayacak yön­temler ve zihniyetin bu radikal demokrasi anlayışı ve uygulamasının içine yerleş­tirilmesi olarak anlıyoruz.”[32]

Bu tanımın temel unsurları şunlardır:

  1. Radikal demokrasi devletin varlığı koşullarında da gerçekleşebilecekken dev­leti reddeden halkın demokratik yaşamını tanımlamaktadır. Radikal demok­rasi devletin dışındadır. Radikal demokrasi devlet değildir.
  2. Radikal demokrasi halkın güç olması ve yönetmesini sağlayan araç ve yöntem­lerin geliştirildiği demokrasidir.
  3. Halkın güç ve yönetmede başat olduğu demokrasidir.
  4. Baskıcı ve sömürücü tüm yapılanmaların ve bunları devam ettiren aktörlerin yok olduğu, halkın kendi kendini yönettiği ekonomik, sosyal, siyasal ve kül­türel bir toplumsal yaşamdır.

Şimdi, bu unsurları teker teker ele alarak değerlendireceğim.

Birincisi, radikal demokrasinin devletin demokratikleştirilmesiyle ya da ele ge­çirilmesiyle ya da yıkılıp halkın kendi devletini inşa etmesiyle gerçekleştirileme­yeceği ifade edilmektedir. Halk radikal demokrasiyi devlete rağmen ve devletin dışında kuracaktır. Nitekim Karasu bunu, “Radikal demokrasi esas olarak devleti reddeden bir demokrasidir. devlete dayanarak halkın özgürleşemeyeceğini ve demokratik yaşamın kurulamayacağını, ancak halkın kendi ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamını kurarak güç olmasını öngörmektedir. Böylelikle halkın kendi­ni yönetebileceğini söyleyen, gerçek demokrasinin ancak böyle oluşturabileceğini belirten, dolayısıyla devletten beklentili demokrasi anlayışının demokrasi olma­dığını ortaya koyan bir demokratik anlayışı içermektedir. Radikalliği buradan kaynaklanmaktadır.”[33] ifadeleriyle anlatmaktadır.

Burada öncelikle olumlu bulduğum yaklaşım üzerinde durmak isterim. Bu olum­lu yaklaşım “devletten beklentili demokrasi anlayışının demokrasi olmadığı”dır. Zira demokrasi devletin lütfu olamayacağı gibi devlet iradesinin ürünü de ola­maz. Ezilen sınıfların ve halkların mücadelesiyle gerçekleştirilir. Demokrasi mü­cadelesi birbirinden ayrılamayacak ama birebir örtüşmeyen iki boyutu vardır; devletin demokratikleştirilmesi ve toplumsal ilişkilerin/yaşamın demokratikleş­tirilmesi… Devlet yapısının demokratikleştirilmesi, işçi sınıfının, ezilen halkların ve tüm diğer ezilenlerin çıkarınadır. Bu nedenle devletin demokratikleştirilmesi için mücadele gereklidir. Devlet; demokrasi, özgürlük ve komünizm güçlerinin mücadelesiyle demokratikleşmeye zorlandığı ölçüde demokratik dönüşüme uğ­ratılabilir. Ancak devletin demokratikleştirilmesi kadar; hatta daha fazla, toplu­mun demokratikleşmesi de önemlidir. Toplumsal devrim sürecinin ilerletilmesi olarak toplumun, kendi ilişkilerini-yaşamını demokratik ilkelere göre yeniden kurması ve geliştirilmesi demokrasi mücadelesinin diğer boyutudur. Bu iki bo­yutlu demokrasi mücadelesi, salt devlete karşı talep kar bir mücadele ile gelişti­rilemez. Bunun için etkin mücadele, bir taraftan devleti zorlarken diğer yandan devletten beklemeden kendi yaşamına dair kararlaşmaya gidip pratik adımları yaşama geçirmekle olur. Bu konuda KÖH’ün örnek bir pratik sergilediğini ifade etmeliyim. KÖH, bir taraftan devleti zorlarken, diğer yanda bu zorlamayla yetin­meyen ve bu zorlamanın sonuçlarını beklemeyen bir kararlaşmaya gitmekte ve örgütlü halk gücüyle yeni yaşamın ögelerini yeşertmektedir.

Bu unsurda eleştirilmesi gerektiğini düşündüğüm ve çelişkili bulduğum yanlar ise şunlardır: Devleti reddetmekle anarşizmle ortaklaşırken devleti ortadan kal­dırmak ama yerine işçi sınıfının devlet iktidarını inşa etmemek olarak özetlene­bilecek anarşist yaklaşımla farklılaşmaktadır. Zira Karasu, devleti ele geçirmek ya da yıkmakla ilgilenmemektedir. “Bir hak edinilecekse ya devleti ele geçirerek ya da savaş vererek değil, esas olarak toplumun demokratik örgütlenmesini gerçekleşti­rerek sağlanacağını”35 belirtmektedir. Devletin varlığı koşullarında ama devletin dışında bir yaşam öngörmektedir. Bir anlamda komünist bir toplumsal yaşam tariflemektedir. Bununla birlikte, son tahlilde devletle ‘savaşmadan’ ve burjuva devleti yok etme mücadelesini geliştirmeden halk kendi özgür komünal yaşamı­nı kurarken devletin tümüyle bu gelişmeye kayıtsız kalıp kalmayacağı, engel olup olmayacağı sorusuna verdiği yanıt ise şudur:

“Eğer herhangi bir zorba güç haklarını gasp ediyor ya da toplumun haklarını kul­lanmasının önüne geçiyorsa, toplum her alanda kendi demokratik örgütlenmesini yaparak kendi özgür ve demokratik yaşamını ortaya çıkaracak; bu özgür ve de­

 

mokratik yaşama dayanan toplumsal güçle söz konusu devlet ya da herhangi bir siyasal gücü geriletip demokratik haklarını ve özgürlüğünü kullanmayı kendileri­ne kabul ettirecektir. Bir hakkı elde etmenin en etkili yolu devleti ele geçirmek de­ğil, toplumu güç yaparak devleti bu taleplere saygılı ve duyarlı hale getirmektir… Özcesi radikal demokrasi devletin ordusunu, polisini, şu veya bu bürokratik aygı­tını ele geçirerek halkın güç yapılamayacağını, bunları ele geçirerek güç olma yak­laşımlarının sonuçta halkı zayıflatmayla sonuçlandığını, dolayısıyla bunlara karşı olarak ve bunlardan uzak durarak, bu kurumlar zayıflatılıp güçsüzleştirilerek hal­kın güç yapılıp demokrasinin kurulacağını vurgulamaya dayanmaktadır.”36

Görüldüğü üzere, halkın örgütlü demokratik gücünün (ama bu örgütlü güç dev­leti yıkmak ya da ele geçirmek için seferber edilmeyecektir) devletle ilgilenmeden ve devletin dışında bunu yapmaya muktedirdir olduğu ifade edilmektedir. Ade­ta birbirine dokunmadan iki (ikili iktidar) siyasal yaşam formu yan yana sürüp gidebilecektir. Hele ki “Bir hakkı elde etmenin en etkili yolu devleti ele geçirmek değil, toplumu güç yaparak devleti bu taleplere saygılı ve duyarlı hale getirmektir” ifadesini anlamak oldukça güç. Zira egemenlerin devletinin; egemenlerin çıkarı­na ve egemenlerin sistemine karşı olan halkın taleplerine saygılı olmasını ve bir de bu saygının kalıcı olmasını beklemek Marksizmin devlet kuramını, tarihte ve bugün yaşananları/ yaşamakta olduklarımızı yok saymak olur.

Burjuva devletin ordusunu, polisini şu ve ya bu bürokratik aygıtını ele geçirerek, burjuva diktatörlüğünün/demokrasisinin, işçi sınıfı ya da halk diktatörlüğü/ de­mokrasisi haline getirilemeyeceği tartışmasızdır. Zira halk demokrasisinin bün­yesine bürokrasi ve düzenli ordu uymaz. Ama bu kurumlardan uzak durarak ve bu kurumlarla “savaşmadan”, bu kurumlar nasıl zayıflatılıp güçsüzleştirilecektir? Salt bunların dışındaki demokratik halk örgütlenmesini güçlendirerek mi? Kaldı ki, zayıflatıp güçsüzleştirmek yetecek midir? Eğer özgür komünal kolektif top­lum sınıfların, sömürünün ve baskının olmadığı bir toplumsa, devleti tümüyle ortadan kaldırmadan nasıl kurulacaktır? Eğer toplumlar tarihi sınıf mücadele­lerinin tarihiyse, bugün sınıflar varlığını koruyorsa ve sınıfsal çelişkiler uzlaş­maz çelişkilerse ve de sınıflar üstü devlet yoksa, burjuva devlet tarihin çöplüğüne atılmadan ve proleter devlet tümüyle sönümlenmeden özgür toplum mümkün olmayacaktır.

Bu bağlamda siyasal devrim yoluyla burjuva devletin tarihin çöplüğüne atıl­masından sonra; işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlü halinden ibaret bir yarı devlet süreci, proletaryanın tam demokrasiyi uyguladığı süreç yaşanmadan tam komünizme geçilebileceği iddiasının, gerçeklerle bağı olmayan bir hayal ol­duğunu düşünüyorum. Zira siyasal devrimle inşa edilecek olan “bu sosyalizm, genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının da­yandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, dev­rimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”[34]

Lenin ise, sosyalist politik devrimden sonraki sürecin hiçbir yönetim olmadan ve “insanların baştanbaşa dönüşeceği” bir süreç yaşanmadan, devletsiz bir komü­nist toplum olarak tahayyül edilmesinin anarşist bir düş olduğunu şu ifadelerle dile getirir: “Biz ütopyacı değiliz. Birdenbire, herhangi bir yönetim olmadan, her­hangi bir tabiyet olmadan yapılabileceği “düşü”görmüyoruz. Proletarya diktatör­lüğünün görevlerini yadsımaya dayanan bu anarşist düşler Marksizm’in özüne yabancıdır ve gerçekte sadece, sosyalist devrimi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder”[35]

İkincisi, radikal demokrasi halkın güç olması ve yönetmesini sağlayan araç ve yöntemlerin geliştirildiği demokrasi ise halk kimi yönetecektir? Kendi kendine yönetecektir deniliyor. Ancak kendi kendine yönetmekten söz ediliyorsa temsili organların varlığından söz ediliyordur ki temsili organların varlığı bile özel bir organizasyonun-yapının varlığı olarak devletin varlığına işarettir. Ancak, radikal demokrasinin devlet olmadığı söyleniyor. Bu bir çelişkidir.

Eğer halk toplumsal ilişkilerini doğal alışkanlıklar haline alan biçimlerle sürdü­rür hale gelmiş ise bu yönetme değildir. Yine ortada sınıflar kalmamışsa siyasal anlamıyla yönetilecek insan da kalmamıştır. Artık insanların değil “şeylerin” yö­netimi söz konusudur. Aksi halde halk sömüren (ama tekelci olmayan) sınıf­ları da içine alan farklı sınıflardan oluşan bir kapsamı ifade etmektedir ya da hala halkın dışında da birileri vardır ki ifade edilenlerden böyle anlaşılıyor. Hal böyleyken farklı sınıfların aynı zeminde bir arada yaşamalarını sağlayacak ortak kurallarla oluşmuş bir aygıta ihtiyaç duyulacaktır ki bu aygıt ne kadar demok­ratik olursa olsun, kim başat olursa olsun bir devlet aygıtıdır. Nitekim aşağıdaki üçüncü unsur bu tespitin ipuçlarını veriyor.

Üçüncüsü, Karasu’nun ifadesiyle radikal demokrasinin hüküm sürdüğü top­lumda halk “kendini yönetmede ve güç olmada başat hale gelmiştir.” Yani halkın dışında da birileri hala vardır ki, bunlar arasında başta gelen güç halk olabilsin.

Tek gücün olduğu yerde başat güçten söz edilmez. Öyle ise geleceğin nihai toplu­mu, halkın dışında sömüren sınıfların bile olduğu radikal demokratik bir toplum mu olacaktır?

Dördüncüsü, tanımlamada halkın dışında güç kalmadığını işaret eden aşağıda­ki ifadeler de vardır: “halkın devlet dışında tamamen kendi kendisini yönettiği, baskıcı ve sömürücü tüm objektif yapılanmanın ve bunu devam ettiren aktörlerin ortadan kalktığı bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşam arayışıdır.” Gö­rüldüğü gibi, sözü edilen radikal demokrasi baskıcı ve sömürücü tüm objektif yapılanmanın, yani devletin ve devletin sahibi egemen sınıfların kalmadığı bir yaşam arayışıdır. Buradaki arayış vurgusundan radikal demokratik toplumun; sı­nıfların kalmadığı, herkesin özgür üreticiler haline geldiği, insanın insanı yönet­mediği ve sadece şeylerin yönetildiği komünist topluma ön gelen bir toplumsal yapı olduğunu mu anlamalıyız? Yoksa radikal demokraside aranan bulunmuş ve sözü edilen ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın (komünist toplumun, ya da Karasu’nun ifadesiyle komünal kolektif toplumun) gerçekleşmiş olduğu­nu mu anlamalıyız? Arayış sözcüğünden hareketle birinci anlamı çıkaracaksak, (bir önceki unsurdaki “halkın başat güç olduğu” ifadesindeki başat sözcüğü bu şekilde anlamamız gerektiğini işaret ediyor düşüncesindeyim) komünist toplu­mun arifesinde hala egemenlerin devleti ne arıyor? Bu devlet “baskısız ve sö- mürüsüz yaşamı kurma yolunda son aşamaya gelmiş halka” karşı nasıl kayıtsız kalabiliyor? Bu soruların cevapları verilmelidir. Aslında bu soruların cevaplarını yukarıdaki paragraflarda verdim. Tekrar edersem: Devlet kayıtsız kalmayacaktır ve komünist toplum için siyasal devrim yoluyla devletin yıkılması ve işçi sınıfı iktidarının inşası zorunluluktur. Siyasal devrimi öngörmeyen hiçbir demokrasi mücadelesi(radikal demokrasi de dahil) sömürücü ve baskıcı güçlerin ve bun­ların yapısının (devletin) ortadan kalktığı ekonomik, sosyal ve kültürel olarak özgür bir topluma evirilemeyecektir. Şu veya bu biçimde sömürü ve baskının var olduğu kapitalist ilişkilerle malul bir toplumsal yaşamı aşamayacaktır. Bunu 30 yıldır süren Kürt savaşında defaten gördük, görmeye devam ediyor ve devam edeceğiz.

Diğer yandan sömürü ve baskının olmadığı, halkın kendi kendine yönetmesi arayışı radikal demokrasinin tesis edildiği toplumda tamamlanacak ise durum daha karışıktır. Zira bu, radikal demokrasinin nihai bir hedef olduğu anlamına gelecektir ve ifade edildiği üzere, bu nihai toplumda siyasal bir yaşam devam edecektir. Bunun anlamı yöneten yönetilen ilişkisinin devam edeceğidir. İktidar ilişkisinin sonlanamayacağı, ama radikal demokratik bir iktidar ilişkisinin olaca­ğıdır. Egemenlerin devletinin yanında ya da yokluğunda (nasıl yok olacağından söz edilmemektedir) başka bir siyasal yaşam olacaktır. Dolayısıyla devlet aygı­tını kullanarak özgür bir toplum tesis edilemez denirken siyasal bir yaşamı ve ilişkileri barındıran radikal demokrasinin de başka türlü de olsa devlet olduğu göz ardı ediliyor düşüncesindeyim. Zira ortada siyasi bir toplumsal ilişkiden söz edilmektedir. Yine insanın insanı yönettiği bir yapılanmadan söz edilmektedir ve doğrudan demokrasi araçları olan meclislerin belirleyiciliğine karşın temsili- yet ilişkilerinden söz edilmektedir vesaire. Bu sözü edilenler; demokratikliği çok fazla olsa da, hatta burjuva demokratik cumhuriyetinden ‘milyon kez’ daha fazla demokratik olsa da, Lenin’in ifadesiyle ‘devlet olmayan devlet, bir yarı devlet’ olsa da, sonuçta devlettir.

Radikal demokratik yaşamın neyi ifade ettiği üzerine yorumlarımızı sürdürebi­liriz. Ama bunun sonu gelmez ve Karasu yoldaşa haksızlık etme riski artar. Zira fazla yorum söylenmeyenleri söylenmiş saydığım anlamına gelebilir ki bu asla istemeyeceğim bir durumdur. Ama şu açık ki sözü edilen radikal demokrasi/ radikal demokratik yaşam, Marks’ın sözünü ettiği sınıfsız, sömürüsüz, yöneten ve yönetilenin olmadığı dolayısıyla devletin ve de hiçbir siyasal yaşam ve ikti­darın olmadığı özgür komünist toplumu ifade etmiyor. Kaldı ki ifade ettiği de söylenmiyor. KÖH önderliğinin Marksizm’e dair eleştirileri de bilinmektedir. Dolayısıyla eleştirilerimi bu gerçekliği gören bir yerden, savunulan görüşlerin kendi içindeki belirsizliklerine işaret etmekle sınırlandırarak şu tespiti yeterli gö­rüyorum:

KÖH’’ün Radikal demokrasi olarak tanımladığı toplumsal yapı büyük ölçüde Demokratik halk Devrimlerinin ürünü Demokratik Halk demokrasilerine ben­zer bir yapıdır. Ancak bir farkla, Demokratik Halk Demokrasileri burjuva dev­leti yıkarak inşa edilen geçiş demokrasileriyken, radikal demokrasi devleti ele geçirerek ya da yıkarak değil, devletin dışında tesis edilen, halkın örgütlü gücü karşısında devletin “kendi dışındaki” bu halk sistemini saygı duymak zorunda olduğu nihai bir toplumsal yapıdır.

KÖH’ün Radikal Demokrasi Modelinin Belirsizlikleri ve Çelişki Noktaları

KÖH’ün radikal demokrasi modeli, demokratik özerklik yolunda gerçekleştirdi­ği pratikleri göz önüne aldığımızda değerli açılımlar sunuyor. Toplumsal dönü­şümleri ötelemeden bugünden pratikleştirmesi yönüyle, bir taraftan devletle mü­zakere ederken esas olarak halkın örgütlü gücü üzerinden demokratik bir yaşamı örme pratikleri, reel sosyalizmin merkeziyetçi ve sınıfın öz örgütlerinin inisiya­tifine yer vermeyen devlet yapılanmasına yönelik eleştirel yaklaşımı üzerinden geliştirdiği meclis örgütlenmeleri vb. açılımlar bunu gösteriyor. Ancak, ulusal özgürlük mücadelesi hedefi olarak demokratik özerklik ile her türlü “baskıcı ve sömürücü tüm objektif yapılanmanın ve bunu devam ettiren aktörlerin ortadan kalktığı” nihai özgürlük toplumu modeli olarak demokratik özerklik modeli aynı görülmemelidir. Demokratım, devrimciyim, komünistim diyen her bireyin/ya­pının, ulusal özgürlük mücadelesinin ve bu bağlamda bir hedef olarak demokra­tik özerklik mücadelesinin tereddütsüz yanında ve içinde olması zorunluluktur. Bugün enternasyonalist komünistlerin pratikleri de bunu göstermektedir.

Ancak, salt ulusal kurtuluş/özgürlük mücadelesinin ötesine geçecek biçimde ve topyekûn nihai toplumsal kurtuluş modeli olarak demokratik özerklik önerildi­ğinde yaklaşım farklılaşmaktadır. Zira önerilen ulusal kurtuluş ya da ulusal barış modeli değil, toplumsal barış ve topyekûn toplumsal kurtuluş modelidir. Dola­yısıyla radikal demokratik ilişkilerle belirlenen ulusal kurtuluş modeline içkin bir hedef olarak demokratik özerklik için KÖH’ün tezlerinde hiçbir sorun gör­müyorum ve bu mücadelenin bir parçası olmayı zorunluluk olarak görüyorum. Topyekûn toplumsal kurtuluş modeli olarak ise demokratik özerklik modelinin tartışılır olduğunu belirtiyorum ve böyle sunulduğu için eleştirilerimi paylaşma­yı bir görev biliyorum.

Yukarıda KÖH’ün Radikal Demokrasi modelinin ne olup olmadığını özetledim. Bu özet içinde belirsizlik noktalarını da işaret ettim. Bu bölümde ise modelin belirsiz ve çelişkili noktalarını; Pınar Öğünç’ün Demokratik Toplum Kongresi yetkilileriyle yaptığı ve Radikal’in web sitesinde, 28 Nisan-2 Mayıs 2014 tarih­lerinde “Kürtler Demokratiklik Özerklikle Ne İstiyor?”[36] Başlığıyla yayımlanan söyleşi dizisinden yapacağım alıntılarla, daha net ve ayrıntılı biçimde ortaya koy­maya çalışacağım.

Demir çelik, Pınar Öğünç’ün yazı dizisinde devlete ilişkin katıldığımız şu açık­lamaları yapıyor: “Toplum kendini yönettiğinde, siyasal, sosyal, ekonomik an­lamda artılarını gördüğünde ulus üniter devlete tapınanlara yer kalmaz ki. Reel sosyalizm pratiğinden de çıkardığımız şey şudur, devleti ele geçirmekle, devletin el değiştirmesiyle özgürlük, eşitlik, adalet gelmiyor. Savaşın da, yoksulluğun da, açlığın da gerekçesi devlettir. Kötü olan burjuvadan devleti alıp iyi olan proletere, işçi sınıfı adına yönetenlere bıraktığınızda devlet, devlet olma özelliğini kaybet­medi. Türk devletinden rahatsız olanın Kürt devletini savunmasının mantığı yok. Devlet ister Kürt’ün, ister Türk’ün, ister yoksulun, ister zenginin elinde olsun; bu, kötülüklerinden kurtulmasının yeter gerekçesi değil.” Bu yaklaşıma katılmamak mümkün değildir düşüncesindeyim. Ancak, tek devlet biçiminin üniter ulus devlet olmadığını hatırlatmaya gerek yok sanıyorum. Yine reel sosyalizmin dev­let yapılanmasını eşyanın doğası olarak genelleyip devleti reddetme yaklaşımının da gerçekçi olmadığı açıktır. Devletin kime bırakıldığıyla değil; burjuva devleti, bürokratik yapısı, düzenli devasa ordusu ve ideolojik aygıtları, halkın katılımını engelleyen işleyiş mekanizmaları vb. yapısıyla birlikte çöpe atıp; yerine işçi sı­nıfının ve ezilenlerin öz örgütlerinin egemenliği olan; her görevlinin meclisler tarafından seçildiği, düzenli ordunun ve bürokrasinin var olmadığı, doğrudan demokrasi mekanizmalarının genel, temsili mekanizmaların istisnai olduğu bir devletten söz ediyorum. Bu iki devlet aynı kefeye konulamaz.

DTK Daimi Meclis üyesi Edip Yaşar “Türkiye’de o demokratik bilinç oluşma­mışsa bunun nedeni de devlettir. İzmirlilere kentle, eğitimle, sağlıkla ilgili konu­larda siz söz sahibi olacaksınız. Ekonomik kaynaklarınızdan elde edilen gelirden daha fazla hak elde edeceksiniz, dense, kimse yok demez.” İfadeleriyle demok­ratik özerkliğe Türkiye’nin de ihtiyacı olduğunu ve herkesin bunu isteyeceğini belirtiyor. Buna katılıyorum. Ancak bu ifadeler genel olarak devleti değil mevcut devleti reddeden ve yerine radikal demokratik bir cumhuriyeti öneren ifadeler­dir diye okuyorum. Başka türlü bir devletin reddedilmemiş olmasını anlamlı ve yerinde olduğunu düşünüyorum. Ama önceki alıntılarla bu alıntının çeliştiğini dikkatlere sunmak isterim.

DTK Daimi Meclis üyesi Seydi Fırat “Demokratik özerklik bir siyasi hareketin yıllar içinde aldığı stratejik bir karardır. Bunu destekleyen milyonlarca da insan vardır. Somutlaşmamış, devletle müzakere edildikçe somutlanacak yanları olan, zamanla, pratikle anlamlanacak bir projedir demokratik özerklik” derken bir yanda devleti talep ve zorlama düzeyinde müzakerenin gereğini vurgu yapıyor. Diğer yanda demokratik özerkliğin esas olarak devletten beklemeden, devletin dışında gelişen halk gücü ve pratiğiyle gerçekleşecek bir model olduğunun da altını çiziyor. Ancak son tahlilde, devlet var olduğu sürece devlete rağmen de­mokratik özerkliğin tam olarak inşa edilemeyeceği gerçeğini; “Resmi statüye ka- vuşturulmazsa uzun sürmesi mümkün değil. Kendi başımıza vali seçebilir miyiz? Seçemeyiz” ifadeleriyle dile getiriyor. Bu yaklaşımda da görüyoruz ki, halkın ken­di kendine yönetimi de bir devlet yapılanmasına tekabül etmektedir ve örneğin valilik gibi temsili yapılar vardır. Ama bu yapı ve görevliler muhakkak seçimle ve halkın doğrudan katılımı olan seçimle belirlenecektir ve yerinde bir uygulamaya imza atılmış olunacaktır.

Songül Morsümbül ise, radikal demokrasinin komünal kolektif ekonomi mode­lini şu şekilde özetliyor: “Abdullah Öcalan’ın demokratik özerklik tezi Kürt mese­lesine bir çözüm getirmesi yanı sıra komünal kolektif bir ekonomi modeli öneriyor. Reel sosyalizm tecrübesinden çıkarılan derslerle özel mülkiyete yaklaşımda şahıs, grup, devlet, karma bir anlayışın ortaya konduğu, aslen kapitalizmi sınırlandır­mayı ve ‘aşındırmayı’ hedefleyen bir ekonomi. Bu baştan aşağıya başak bir ekono­mik yapı, bir zihniyet dönüşümü icap ettiriyor. Bu yüzden de nasıl uygulanacağı kısmı, hem Kürt hareketini düşündüren, hem de demokratik özerkliğin fikri bazda eksik bulunan bir cephesi.”

Bu içten ve gerçekçi yaklaşıma katılmamak mümkün değil. Evet, reel sosyalizm işçi sınıfı iktidarını parti iktidarına indirgeyip, işçi sınıfı ve ezilenlerin öz örgüt­lerinin ‘devlet olmayan devlet’ egemenliğini parti egemenliğiyle ikame ederken, üretim araçları mülkiyetini de, kolektif kamu ya da toplumsal mülkiyet adına devlet mülkiyetiyle ikame etti. Bundan ders çıkararak ezilenlerin ortak mülki­yetinin tesisi ve doğrudan demokrasinin ifadesi, ezilenlerin kendi kendilerinin yönetimi için mücadele bir zorunluluk. Bugün, hemen şimdi kapitalizmi her alanda olduğu gibi, iktisadi temelde de sınırlandırma mücadelesini pratikleştir­mek ertelenemez politik görevimiz olmalı. Bunun nasıl olacağı konusunda dört başı mamur politikalarımızın olmadığı ve pratik içinde geliştirme imkanı oldu­ğu da açık. Ancak bütün bunları yaptığımızda, dört başı mamur sınırlandırma politikalarını oluşturduğumuzda, bu sınırlandırma ve aşındırmaları ilerleterek bir siyasal devrimle baskı ve sömürünün teminatı, sürdürücüsü ve koruyucusu kapitalistlerin devletini tarihin çöplüğüne gömmeden kapitalizme “edi bese” di­yebilecek miyiz? Ben diyemeyeceğimize inanıyorum ve ezilenlerin nihai kurtulu­şunun, bu inanç doğrultusunda olacağını düşünenlerdenim. T.C. devletine karşı otuz yılı aşkın bir süredir mücadelenin/savaşımın her türlüsünü sürdüren KÖH, bunu en iyi gören ve bilendir. Öyleyse kolektif komünal ekonomi modeli ve ra­dikal demokrasi için söylenenlerde neden bu konu eksiktir? Aslında bir eksiklik olmadığını ya da eksikliğin modelin doğasıyla uyuşmayan beklenti/hedeflerde olduğu aşağıdaki anlatımlarda görülüyor.

Pınar Öğünç, önerilen 25 eyalete atıfta bulunarak DTK Ekonomi Komisyonu üyesi Gülistan Balkaş’a yönelttiği: “25 bölgenin bir kısmı dedi ki ‘Yok, biz sonuna kadar kapitalist olmaya karar verdik. Sizin ekolojik toplum, eko-endüstri modeli­niz falan da umurumuzda değil’ Ne olacak?” sorusuna Balkaş’ın cevabı; “Demok­ratik bir karar olarak elbette ki kabul edeceksiniz ama aynı zamanda benim seni ekoloji noktasında duyarlı kılmak gibi bir görevim de var.” oluyor. Bu ifadeleri nasıl yorumlamalıyız? Toplumun farklı kesimlerine neyin iyi ve doğru olduğunu bıkmadan anlatacağız. Ama birileri illaki kapitalist kalmakta ısrar ediyorsa ya­pacak bir şey yok. Demokratikliğin gereği onların tercihini makul karşılayacağız ve biz onların, onlar da bizim seçimimize müdahale etmeden, birlikte radikal demokratik bir siyasal şekillenme içinde yaşayacağız. Bu olmaz. Zira mesele salt farklı fikirlerin varlığı değildir. Farklı sınıfsal konumlar ve bu konumların doğal temeli olan farklı üretim tarzı ve ilişkilerin varlığı söz konusudur. Bu üretim iliş­kilerinin sürdürülmesinin ve korunmasının aracı olan farklı siyasal şekillenme/

devletleşme pratiklerinin varlığı söz konusudur. Bu söz konusu olanları sorgu­lamadan meşruiyetlerini teslim ettiğimizde daha fazla gidilecek yol yoktur. Mo­delin sınırlarına dayanmışızdır ve bu sınır kapitalizmin sınırlandırılma sınırıdır.

Fırat Anlı’nın, radikal demokratik toplum modelinin sınırlarını işaret eden şu ifa­deleri de görüşümüzü doğrular yöndedir: “Öngörülen karma sistemde orta sınıf tüccar ve sermayedar yok edilmesi gereken bir organizasyon olarak algılanmıyor. Belli bir alanda hegemonik ve tekelci anlayışa izin vermeyeceğiz sadece. İşadamla­rının daha çok kazanmasından rahatsız değiliz, istihdamı artırsınlar, sömürmeden kazansınlar.” Devamla; “En önemlisi örgütlü toplumun demokratik reaksiyonlarla koyacağı sınırdır. Örneğin alış veriş yapmayız” ifadeleriyle tekelci anlayışın sınır- landırılmasının nasıl sağlanacağına ilişkin yaklaşımı ortaya koyuyor.

Bütün bu ifadeler göstermektedir ki, radikal demokratik halk yönetimi ve komü- nal kolektif ekonomi modeli; kapitalist sistemi aşan bir model değil, kapitalizmin sınırlarını zorlayan ve aşındıran ama kapitalizm içinde kalan ve son tahlilde ka­pitalist ilişkilerin meşruiyetini de tanıyan bir modeldir.

Batı Post-Marksizm’inin Radikal Demokrasi Tezi ile KÖH’ün Tezinin Karşılaştırması

Bu karşılaştırmada; ekonomik model, siyasal yapı/devlet, toplumsal kimlikler, sınıflar vb. yönleriyle her iki radikal demokrasi modelini bakıştırabilmeyi amaç­lıyorum. Model sahiplerinin kendi ifadelerini, belirttiğim bu farklı yönler teme­linde eşleştirmeye çalıştım. Her iki modelin kendi içinde tutarlı olup olmadığı, her bir eşleştirmenin birbirinden farklı olup olmadığı ya da ne yönleriyle farklı olduğunun kararını okura bırakıyorum.

Batı Post-Marksist Radikal Demokrasi modelinde; KÖH’ ün Radikal Demokrasi modelinde;
Radikal Demokratik sistem nihai bir sistemdir. Radikal Demokratik sistem nihai bir sistemdir.
Farklı toplumsal sınıflar-kimlikler ve antagonist çelişkiler, agonizmaya dönüştürülmüş olarak varlığını sürdürmektedir. Sınıfsal kavramlar yerine halk kavramı geçi­rilmiş olup, halkın bileşimi açık değildir. Baskı ve sömürücü yapılar ve bunların sürdürücüsü aktörlerin olmadığı ifade edilmekle birlikte; şahsi, grup, devlet vb. karma bir üretim araçları mülkiyeti vardır.
Siyaset ve iktidar toplumsalın kurucu unsurudur. Siyaset ve iktidar/yöneten-yönetilen ilişkileri dolayısıyla devlet varlığını sürdürmektedir. Siyasal bir düzen devam etmektedir. Devlet devam edebilir de etmeye bilir de ama halkın demokratik siyasal düzeni devlet dışı bir sistemdir.

 

Batı Post-Marksist Radikal Demokrasi modelinde; KÖH’ ün Radikal Demokrasi modelinde;
Mevcut kapitalist ekonomik sistem esas olarak korunmaktadır. Şahsi, grup ve devlet mülkiyeti olarak üretim araçlarının karma mülkiyetine dayalı, komü­nal kolektif ekonomi modeli vardır. Karma mülkiyet temelindeki bu modelin özünde kapitalist ekonomi olmadığı belirtilmektedir. Bu geçiş sistemi değil nihai bir sistemdir.
Uzlaşmaz ve yok edilemez çelişkiler düşmanlar arası değil, muarızlar arası çelişkiler haline getirilerek agnostik(çekişmeli) çoğulculuk tesis edilmiştir. Halkın örgütlü gücü karşısında, devlet halkın haklarına saygı duymak zorunda kalmakta­dır. Kapitalistlerin tekelcilik yapmaları halkın tüketici boykotu vb. demokratik tavırlarıyla engellenmektedir.
Devletin radikal yapısal dönüşümünün ifadesi­dir. Toplumsal kimlikler arasında “eşdeğerlik” ilişkisi vardır. Radikal demokrasi devletin dönüşümü ya da yıkılmasıyla değil, devlet dışında oluşturul­muş halkın kendi kendine yönetimi olan halk sistemidir. Bunun farklı bir tip de de olsa devlet olduğu kabul edilmemektedir. Farklı kimlikler ve sınıflar demokrasinin gereği birbirine saygı duyacaktır.
Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel vb. boyutla­rıyla bir devlet düzeni söz konusudur. Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel vb. boyutlarıyla demokratik halk sistemi; “Siyasal demokrasi” olmasına rağmen devlet olmadığı ifade edilmektedir.

 

  • MARKSİZM, DEMOKRASİ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ

Demokrasi mücadelesi vardır, “demokrasi mücadelesi vardır”

Tartışma konusu, demokrasi mücadelesinin gerekli olup olmadığı ya da yakı­cı bir sorunsal olup olmadığı değildir. Zira demokrasi mücadelesinin yakıcılığı ve gerekliliği hemen hemen tüm ilgili taraflarca kabul gören ortak payda olarak görülebilir. Tartışma konusu, demokrasi mücadelesinin nihai toplumsal kurtu­luş için yeterli olup olmadığıdır. Demokrasi mücadelesinin nasıl bir perspektifle verileceğidir. Demokrasi mücadelesi ile sınıf/komünizm mücadelesinin ilişkisi ve birbirinden ayrılıp ayrılamayacağıdır. Bu iki mücadele arasında bir öncelik ve art-sıralı ilişkinin kurulup kurulamayacağıdır. Demokrasi mücadelesinin nihai hedefinin ne olduğu ya da hangi amaca yönelik olacağıdır. Bu sorular bağlamın­da, demokrasi mücadelesini aşağıdaki ara başlıklarda irdeleyerek, tartışma konu­muza dair komünist perspektifin bir özetini sunmaya çalışacağım.

Demokrasi Mücadelesi ve Araç-Amaç İlişkisi

Demokrasi mücadelesinde ve tüm toplumsal mücadelelerde, araç amaç ilişkisi hassas bir konu olup üzerine edilecek her sözün yanlış anlamalara yol açma riski fazladır. Bunun için ön açıklama yapmayı gerekli görüyorum: Mücadele araçları son tahlilde mücadele amacına göre belirlenir, ama bu belirli bir amaç için tek bir araç olacağı anlamına gelmez. Belirli bir amaca yönelik mücadele araçları son derece çeşitlidir ve somut koşullara göre değişkenlik arz ederler. Aynı şekilde tek bir aracın dahi somut koşullara göre farklı yapısal özellikleri olur. Yine farklı özgül demokratik hak mücadeleleri için sayısız farklı araç olabilir. İnsan hakla­rı mücadelesi için İnsan Hakları Derneği, Savaş karşıtlığı için Savaş Karşıtları Derneği, Ekolojik yıkıma karşı EGEÇEP gibi dernekler, var olan/olacak sayısız aracın birkaç örneğini oluşturmaktadırlar. Bütün bu özgül araçların ortak pay­dası ise demokratik kitle örgütü karakterinde olmaları ve siyasal iktidar hedefli yapılar olmamalarıdır. Demokrasi ise bir siyasal iktidar yapısını ifade eder. Bu bağlamda özgül demokratik haklar mücadeleleri ile Siyasal Demokrasi müca­delesi farkını (aynı zamanda ilişkisini) görmek gerekir. Bu sayısız demokratik hak mücadelesi araçları içinde komünistler birey olarak yer almalıdırlar/alırlar. Bu araçların özgül hedefleri doğrultusunda mücadele ederler ve bu mücadelenin sınıf mücadelesinin önünü açacak bir perspektife oturması için çaba gösterirler. Dolayısıyla, özgül demokratik hak mücadelesi araçlarının çokluğuyla, bütünlük­lü siyasal demokrasi mücadelesinin araçlarının çokluğu ve farklı koşullara göre farklılaşması nitel olarak aynı olamaz.

Bu özgül hak mücadelesi araçları içinde üye hukukuna göre çalışmak ile kendi iradesiyle biri siyasal demokrasi hedefli, diğeri komünizm hedefli, yapısı aynı programı farklı iki örgüt/ parti kurmak ya da kurucuları arasında yer almak çok farklıdır. Bu anlamda, devrim ve komünizm mücadelesinin temel siyasal aracı parti ile bütünlüklü (ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel boyutlu) siyasal de­mokrasi mücadelesinin temel siyasal aracı aynı olmalı ya da ayrı değil ortak ira­denin ifadeleri olmalıdırlar. Birbirinin muadili (kitlelerin karşısına aynı yapı ve işlevli iki araç olarak çıkan) bağımsız iki araç arasında irade ortaklığını/birliğini sağlamak ve sürdürmek mümkün değildir. Zira iki araç da aynı (iktidarı hedef­leme) işlevlidir ve bu “aynı” iktidar hedefi, iki farklı iktidarı ifade eder; Siyasal Demokrasiyi nihai hedef olarak gösteren iktidar ile siyasal demokrasiyi yeterli bulmayan devrimci demokrasi iktidarını ve süreklilikle proletarya iktidarını işa­ret eden; yönelen iktidar… Ayrı araç durumunda, bu iki amaç (demokrasi ve ko­münizm); birbirinin “seçeneği” iki farklı amaç haline gelir, kitleler tarafından iki farklı irade/ iki farklı seçenek olarak görülür ve siyasal demokrasi hedefli parti, komünizm mücadelesinin önünü açmak yerine engeli olur ya da olmaya başlar.

Şimdi, bu ön açıklamadan sonra, nedenlerinin analizine geçebilirim.

Demokrasi mücadelesinin amacının ne olduğu aracı/araçları belirler. Bu bağ­lamda işçi sınıfı mücadelesinin kapsama alanı içindeki ve nihai olarak komü­nizm amacına hizmet eden demokrasi mücadelesiyle, demokratikleşmeyi nihai amaç olarak önüne koyan demokrasi mücadelesinin araçları şüphesiz ki farklı olacaktır. Demokrasi mücadelesini devrim ve komünizm amacının bir parçası ve bu amaç için yürünecek yolun bir etabı olarak gördüğünüzde; bütünlüklü demokrasi mücadelesi aracı ile devrim ve komünizm mücadelesinin “temel” aracı “aynı” olmak durumundadır. Bu perspektif, iki mücadeleyi birbirinden ayrı görmemenin ve demokrasi mücadelesini her daim komünizm hedefine hizmet edecek bir tarzda sürdürme gerekliliğinin sonucudur. Demokrasi mü­cadelesinin, kesintisiz bir devrim sürecinin parçası olarak komünizm mücade­lesine içkin olmasındandır. Buna devrimci demokrasi mücadelesi ve mücadele sonucu inşa edilen siyasal yapıya da devrimci demokrasi denir. Devrimci de­mokrasi mücadelesi, komünizme giden yolu açan ve kitlelerde nihai kurtulu­şun komünizm olduğu bilincinin oluşmasını sağlayan demokrasi mücadelesi ve demokrasidir. Dolayısıyla tek bir nihai amaç uğruna iç içe yürütülen, bir­birinin seçeneği değil tek bir mücadelenin veçheleri, demokrasi ve komünizm mücadeleleri, esas olarak aynı araç/araçlarla (tek irade/ ortak irade ile) yürü­tülebilir. Komünizm mücadelesinin aracının muadili (üyelik hukuku, örgüt ve örgütlenme yapısı, iktidar hedefinin olması vs.) ayrı bağımsız (her birinin diğerinden/diğerlerinden ayrı kendi üyelerine sahip olması, üyelik hukuku ile hareket etmesi ve faaliyetini bu üyelerin kararlarıyla yürütmesi vb.) araçlarla verilen demokrasi mücadelesi, eşyanın tabiatı gereği kendini, son tahlilde ko­münizm mücadelesinin alternatifi olarak var eder/etmek zorundadır. Kitleler­de demokrasi mücadelesinin her şey olduğu yanılsamasını yaratır. Zira kitlelere sunduğu nihai program demokrasi programıdır ve bağımsızlığı gereği progra­mını, komünizm programlarıyla mesafesini netleştirerek ve açarak uygulamayı önemser. Bu nedenle ‘sonal amaç’ komünizmin propaganda ve ajitasyonundan uzak durduğu gibi, komünist örgütlenmelerden bağımsız bir hat çizme çaba­sında olmak durumunda kalır.

Bu ayrı bağımsız örgüt/parti, tümüyle üye hukuku üzerinden örgütlenen ve herhangi bir örgütlü bileşeni olmayan bir örgüt olabileceği gibi, farklı örgütlü bileşenleri olan bir parti de olabilir. Birinci durumda, yukarıdaki tespitlerimi­zi tartışmaya bile gerek yoktur. Zira öyle olacağı kuruluşundan bellidir. İkinci durumda, sorun biraz daha karışık gözükmektedir ama değildir. Ayrıca bileşen­lerinin muadili bağımsız ayrı bir demokrasi mücadelesi örgütü pratik olarak da mümkün olamaz.

Şöyle ki; komünizm mücadelesinin temel aracı partidir. Bir parti en basit ifadey­le; alan örgütlerinin, yerel-merkez/taban-tavan organizasyonu içinde karşılıklı denetim ve demokratik ilişkilerle tanımlanmış bir yapılanmadır. Yani, üretim ve yaşam alanlarında (işyeri, mahalle, okul vb.) çeşitli örgütlenmeleri (komite, bi­rim, konsey, meclis vb.) vardır. Bu örgütler temelinde oluşturulan ilçe, il ve mer­kez örgütleri vardır. Bu örgütler aracılığıyla komünizm mücadelesini, demokrasi mücadelesini kapsayan bir perspektifle yürütür. Bu partinin bileşeni olduğu ve aynı kendi gibi örgütlenme yapısı olan bir demokrasi mücadelesi örgütü olsun. Bunun anlamı, aynı alandaki bir kişi, iki ayrı örgütün üyesi olacaktır, aynı alanda aynı kişilerle bir komünist parti üyesi kimliğiyle, bir de diğer parti üyesi kimli­ğiyle iki ayrı ajitasyon, propaganda ve örgütleme ilişkisi kuracaktır. Bu eşyanın doğasına aykırıdır. Örneğin bir üniversite öğrencisi hem bir komünist örgütün üyesi olarak komünist örgüt için çalışacak, ajitasyon, propaganda ve örgütleme yapacak; hem de ortak örgütün üyesi olarak ortak demokrasi mücadelesi örgütü­nün ajitasyon, propaganda ve örgütlenmesini yapacak. Neden ve Nasıl?!

Durum bu ise, demokrasi mücadelesi birden fazla örgütün ortaklaşmasıyla ve­rilemez mi? Elbette verilebilir ve birlikte mücadele yeğlenmelidir. Ancak bu bir­likte mücadele örgütünün niteliği ve yapısı önemlidir. Çünkü ayrı ortak örgütün yapısı gerçekten ortak örgüt olup olmadığını, ortak mücadelenin amacını ve or­taklığın bileşenlerinin bağımsız mücadelelerini geliştirip geliştirmemeyi doğru­dan belirler.

Şöyle ki, eğer ortak örgüt komünizm mücadelesi veren örgütlerin/partilerin ay­nısı bir örgüt yapısı oluşturur ise ortak örgüt; bileşenlerden amaç, hukuk ve ör­gütsel olarak farklılaşır. Dahası zaten bileşenlerle aynı yapı demek, bileşenlerden bağımsız bir hukuk, üyelik, yapılanma, örgütlenme ve buna göre şekillenen farklı amaç demektir ya da buraya doğru yönelmek zorunluluğu demektir. Çünkü bu perspektifin gereği olarak ortak parti; bileşenler gibi, mahallelerde, işyerlerin­de okullarda örgütlenecektir ve kitlesel üye yapacaktır. Kendi üyeleriyle kararlar almaya başlayacaktır ki aksi durumda üyeleri olan bireyleri tutamayacaktır vs. Böylece ortak örgüt, hızla ortak örgüt olmaktan uzaklaşır. Bunu niyetle engelle­mek mümkün olamaz.

Bu durumda devrim ve sosyalizm mücadelesiyle ve komünizm mücadelesinin aracı/araçlarıyla ortak iradenin ürünü olacak ve nihai amaç perspektifiyle de­mokrasi mücadelesi verecek, ayrı ortak örgütün yapısı ne olmalıdır? Bu soruya verilecek cevap hayati önemdedir ve cevap cephedir. Devrimci demokrasi pers­pektifiyle verilecek topyekûn demokrasi mücadelesinin ortak örgütlenmesi cep­he formunda; “Demokratik halk/halklar cephesi” biçiminde olmalıdır. Cephe örgütlenmesi perspektifiyle oluşturulan ortak örgütlenmede, bileşenlerden ba­ğımsız ve ayrı, üretim ve yaşam alanları temelinde örgütler olmaz. Ayrı kitlesel üye ve birey olarak üye hukuku olmaz. Zira cephenin üyeleri bileşen örgütler­dir. Cephe, mücadelesini esas olarak bileşenlerin alanlardaki örgütleri dolayı­sıyla üyeleri üzerinden yürütür. Cephe örgütü, yürütülecek ortak mücadelenin programını oluşturan ve bileşen örgütlerin alanlardaki örgütlerinin koordinas­yonunu sağlayan bir koordinasyon yapılanmasından ibaret olur. Çünkü cephe bir eylem örgütüdür. Böylelikle kitleler tarafından cephe, bileşenlerden farklı ve bileşenlerin özgül mücadele ve amaçlarının alternatifi bir örgüt olarak algılan­maz. Cephe, demokrasi mücadelesini devrimci demokrasi perspektifiyle yürüt­me olanağına sahip olurken komünizm mücadelesinin önünü açar ve kitlelerde, nihai kurtuluşun salt siyasal demokrasiyi kazanmakla olamayacağı bilincinin oluşmasını da sağlar.

Bileşenlerin muadili örgüt yapısı olan ayrı demokrasi mücadelesi örgütü oldu­ğunda, hızla demokrasi mücadelesini temel alan ve yeterli gören bir “demokra­si partisi” kitlesi oluşacaktır. Böylece cephe örgütü niteliğini aşan ve gerçek bir parti/örgüt niteliğinde örgütlenen ortak örgütün/partinin, ortaklığı sürdürme­si mümkün olamayacak ya da ortaklığın sınırı, demokrasiyi kazanmanın temel amaç olarak görülmesine evirilecektir. Bu, kitlelerin karşısına ortak eylem ör­gütü olarak değil de, diğerlerinden farklı muadil örgüt olarak çıkmanın doğal sonucudur. Cephe örgütü olduğunda ise, kitlelerin nezdinde (gerçek durum da budur) cephenin mücadelesinin başarısı ortak başarı olarak görülecektir. Bu du­rumda cephenin mücadelesinden etkilenen ve olumlu bulan bireyler, örgütsel yaşama adım atma iradesini geliştirdiklerinde esas olarak bileşen örgütlere yö­neleceklerdir. Cephe mücadelesini olumlu bulan ama örgütlü olma bilinci daha az olan ya da aidiyet ilişkisi kurma konusunda kararsız bireyler ise doğrudan cephe eylemliliklerinde birey olarak yerlerini alacaklardır. Elbette bu ilişkiler bu kadar sade ve mekanik gelişmeyecektir. Ama gelişim “özü itibariyle” bu biçimde olacaktır.

Sonuç olarak; demokrasinin genel ve topyekûn boyutlarını kapsayan mücadele düzeyinin (siyasal iktidar düzeyi) aracının, mücadelenin karakteri gereği, esas olarak komünizm mücadelesi aracıyla “aynı” (bir iradenin/ortak iradenin) ol­ması gerekirken, mücadelenin farklı düzey ve boyutlarının her birinin özgül ve bağımsız araçları oldukça çeşitli olmak durumundadır.

Demokrasi Mücadelesi ve İktidar Perspektifi

Türkiye komünist hareketinin yakın tarihine baktığımızda, 12 Eylül 1980 ön­cesinde devrim ve komünizm mücadelesine içkin bir demokrasi mücadelesi sürdürülürken, sonrasında giderek devrim ve komünizm söylem düzeyinde bile geriledi ve salt demokrasi mücadelesi öne çıkarılmaya başlandı. Yine sınıf yerine, demokrasi güçleri/emek demokrasi özgürlük güçleri ikame edilir oldu. Elbette burada sorun demokrasi mücadelesine yoğunlaşmak değil. Sorun, demokrasi kavramının sınıfsal içeriğinin silikleştirilmesidir. Demokratik hak ve özgürlük­lerin kazanılmasıyla toplumsal sorunların çözüleceği ve toplumsal barışın tesis edileceği yanılsamasıdır. Demokrasi mücadelesinin, devrim ve iktidar perspekti­finde uzaklaşmış olmasıdır. Kesintisiz devrim sürecinin bir parçası olarak komü­nizm mücadelesine içkin yürütülmemesidir.

Marksistler genel olarak demokrasiden söz etmezler. Zira egemen ve sömürülen- ezilen sınıfların mevcudiyetinde herkes için genel bir demokrasi yoktur. Egemen sınıflar için demokrasi olan, ezilen sınıflar için diktatörlükten ibarettir. Bu anla­mıyla en demokratik burjuva cumhuriyeti dahi burjuvazi için demokrasi, ezilen sınıflar için diktatörlüktür. Elbette bu analizin gereği, burjuva demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi gereksizleştirmez. Aşağıda ayrıntılandıracağım gibi burjuva demokrasisi için mücadele, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve gereğidir. Ancak, sınıfsal içeriğinden koparılmış ya da sınıfsal içeriği gizlen­miş bir demokrasi mücadelesi sorunludur. İşçi sınıfı, demokrasi mücadelesini reformlarla sınırlandırmaz. Reformlarla sınırlı bir mücadele reformculuktur. “Reformculuk, sermayenin egemenliği ayakta kaldığı sürece, tek tük düzeltmelere bakılmaksızın her zaman ücretin kölesi olarak kalacak işçilerin burjuva tarafın­dan aldatılmasıdır.”[37] Böylesi bir aldatmaya hizmet edecek genel bir demokrasi söylemi ve demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının ve ezilen sınıfların sınıf mücade­lesini geliştirmelerine hizmet etmez. Tersine kapitalizmi güçlendirir. “Burjuva­zinin işçilerin isteğini kırmasına ve güçlerini ellerinden almasına yarayan bir alete dönüşür”[38] Dolayısıyla, “işçiler Marx’ın öğretisini benimserlerse, yani sermayenin egemenliği sürüp gittikçe ücret köleliğinin kaçınılmaz olduğu konusunda aydın­lığa kavuşurlarsa, hiçbir türden burjuva reformlarına aldanmazlar. Kapitalizm var olduğu sürece reformların ne sürekli, nede ciddi olabileceğini bilerek, işçiler, iyileştirmeler için savaşırlar ve ücret köleliğine karşı savaşımı daha da sert biçimde sürdürmek için iyileştirmelerden yararlanırlar”[39]

Bu perspektif devrimci demokrasi mücadelesi perspektifidir. Ancak böyle bir perspektifle devrimin yolu açılabilir. Demokrasi mücadelesinin; nihai amaç proleter devrim ve tam komünizm mücadelesinden koparılmasına ve sınıf mü­cadelesinin kavramları olan; devrim, sömürü ve komünizmden arındırılıp; de­mokratikleşme, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarına sıkıştırılmış biçimde sürdürülmesine karşı durulabilir.

Genel demokrasi ve demokratikleşmenin her derde deva olacağı algısının yaygın­laştırılmaya çalışıldığı bugün; ajitasyonda, propagandada ve pratikte sınıf müca­delesinin nihai amaç ve hedeflerine sıkı sıkıya bağlı bir demokrasi mücadelesini geliştirmek proletarya komünistlerinin savsaklayamayacakları görevlerdendir. Zira “sonal amaç (örneğin demokrasi ile ilgili olarak) ajitasyondan alabildiğine uzaklaştırılırsa, reformculuk bu demektir.”[40] Reformculuk sınıf mücadelesini çü­rüten bir virüstür ve bu virüs açık ya da sinsi biçimlerde her geçen gün yaşam alanını genişletmektedir. Radikal demokrasi ise reformculuğun güncel tezahür­lerinden biridir.

Demokrasi mücadelesi ile sınıf/devrim ve komünizm mücadelesi birbirinden ayrılamayacak ve art sıralı olmayan tek bir mücadelenin veçheleridir

İşçi sınıfının siyasallaşması, işçilerin kapitalistlerle sadece üretim sürecindeki ilişkileri üzerinden sürdürdükleri mücadelelerinin ürünü olamaz. İşçi sınıfı tüm toplumsal alanlarla ilgilendiği ve kendi ekonomik mücadele alanı dışına çıktığı ölçüde siyasallaşır. Tüm toplumsal sınıfların, sermayeyle, devletle ve kurumla- rıyla ilişkileri, çelişkileri ve sorunları alanına tam boy giren işçi sınıfı siyasallaşır. Bu tam boy girme, demokrasi mücadelesinde yer almadan mümkün değildir. Bu anlamıyla komünizm mücadelesi ile demokrasi mücadelesi birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi, komünistler demokrasi mücadelesinin öncüsü olmak durumundadırlar. “Sosyalist inançlarımızı gizlemeksizin, tüm halkın önünde ge­nel demokratik görevleri anlatmak ve belirtmekle yükümlü olduğumuzu pratikte unutan kimse sosyal-demokrat (komünist-m.d.) değildir. Her genel demokratik sorunun ortaya konmasında, keskinleştirilmesinde ve çözümünde herkesten önde gitme görevini pratikte unutan, sosyal-demokrat değildir”[41]

“Emperyalist sistemde… siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen “ger­çekleşebilir”, ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda. Ama bundan çıkan sonuç, sosyal-demokrasinin bütün bu istemler için derhal verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçmesi gerektiği sonucu değildir (böyle bir şey, ancak burjuvazinin işine yarar), tam tersine, buradan çıkacak sonuç, bu istem­lerin, burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parla­mentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eyleme çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin, reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.”[42] Bu yapılabildiği sürece her şey yolundadır. Bunun ye­rine, demokrasi mücadelesiyle sosyalist devrim mücadelesini birbirinden ayıran, önce demokrasiyi kazanmayı ve sonra sosyalist devrim mücadelesini geliştirmeyi ön gören anlayışlar hegemonik ise çoğu şey çıkmaz sokak yolundadır.

Demokrasinin gelişimi ve teminatı egemen sınıflar değil, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesidir

Kapitalistlerin kendiliklerinden demokratikleşme adımları atmaları bekle­nemez. Bu ezilenlerin mücadelelerinin sonucu olacaktır. Bu anlamıyla bur­juva demokrasisi ezilenlere sunulan bir lütuf olmadığı gibi, demokrasinin güçlenmesi ve kalıcılığı komünist işçi hareketinin güçlenmesi ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapmasıyla mümkündür. “Sosyalist işçi hareketi­nin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuvazinin de­mokrasiyi terk edişinin gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar”[43]

Demokrasi mücadelesi vermeden sosyalist devrim mümkün değildir ama…

Demokrasi mücadelesini küçümsemek ve/veya geleceğe ertelemek, sosyalist dev­rimi de gerçekleşemeyecek hayale dönüştürmek demektir. Elbette, “Kapitalizm­de, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşul­lara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiçbir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün “demokrasi”, kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen ‘haklar’ın ilanını ve ger­çekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sos­yalizm olanaksızdır”[44] “Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden baş­ka yöne çekeceğini ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygula­mayan başarılı sosyalizm olmazsa aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz”[45] Yeter ki demokrasi mücadelesi, devrimci demokrasi perspektifine sıkı sıkıya bağlı kalarak sonal amacın ajitasyon ve propagandasından bir an bile imtina etmeden sürdürülebilsin.

Demokratik dönüşümlerle kapitalizmi yok edilemez. Ancak demokrasi mücade­lesi yaratacağı demokratik dönüşümlerle devrimin yolunu açacaktır. Bu konuda bilinmesi gereken açık gerçeklik şudur: “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir – ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyaliz­min demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; de­mokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütle­medikçe, tüm emekçi halk yığınlarını, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köy­lüleri, saflarını ve güçlerini demokratik bir biçimde örgütlemeleri ve devlet işlerine katılmaları için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz”[46]

Demokrasi olmadan komünizm inşa edilemez

Bu konuda fazla söze gerek yok. Lenin’in aşağıdaki ifadeleri yeterince açıklayı­cıdır.

“Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: (1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; (2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez”[47]

“Onsuz Sovyetler, bizzat emekçi ve sömürülen kitlelerin, devleti kendi başlarına kurma ve mümkün olan her tarzda yönetme olanağını kolaylaştıran doğrudan örgütleridir…. Sovyet örgütlenmesinde… Basın özgürlüğü bir ikiyüzlülük olmak­tan çıkar, çünkü basımevleri ve kâğıt burjuvazinin elinden alınır. En iyi yapılar, saraylar, köşkler, konaklar vs. için de durum böyledir. Sovyet iktidarı bu en iyi yapıların binlercesini ve on binlercesini bir anda sömürücülerin elinden aldı ve böylece demokrasinin bir aldatmaca olduğu kitleler için toplantı hakkını milyon­larca kez daha “demokratik” kıldı… Proleter demokrasi herhangi bir burjuva de­mokrasisinden milyonlarca kez daha demokratiktir; Sovyet iktidarı en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyonlarca kez daha demokratiktir”[48] Siyasal demok­rasi olmadan, siyasal demokrasiyi en tam biçimde uygulamadan komünizm inşa edilemeyeceği gibi, siyasal demokrasi (en tamı da dahil) sönümlenmeden de tam komünizm inşa edilemez.

Sonsöz

  1. yüzyıl sosyalizminin çöküşü koşullarında yaşanan, işçi sınıfı ve dünya sos­yalist hareketinin içine düştüğü krizle birlikte; kapitalizmin artan neo-liberal saldırıları koşullarında, teknolojik gelişmeler vb. nedenlerle kapitalist üretim ve emek süreçlerinde meydana gelen değişikliklere de yaslanarak geliştirilen post- Marksist görüşler, anlamlı bir taraftar kitlesi edinmiş bulunuyor. Bu nedenle post-Marksizm’le mücadele güncel ve yaşamsaldır.

Post-Marksizm’in odak tezi Radikal demokrasi, somut koşulların somut tahli­linin gereği üretilen ve günceli yakalayan Marksist bir tez değildir. Ex-Marksist (Marksizm dışı) bir projedir. Dolayısıyla post-Marksizm yerine, ex-Marksizm kavramı daha yerli yerindedir.

Radikal demokrasi, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının bireysel mülkiyeti arasındaki çelişkinin komünizme gidişi belirlediği, kapitalizmin me­zar kazıcılığının öncülüğünü işçi sınıfının yapacağı, kapitalist devletin devrim yoluyla yıkılarak proleter demokrasisinin (proletarya diktatörlüğünün) inşa edil­mesinin toplumsal devrimin nihai zaferi için zorunluluğu, emek sermaye çelişki­sinin antagonist karakteri, siyasal demokrasinin/devletin sönümlenmesiyle tüm sınıfların ortadan kalktığı özgür toplum tam komünizme geçileceği vb. temel Marksist tezlerin reddedilmesinin projesidir.

Radikal demokrasi; toplumsal çelişkilerin ve iktidar ilişkilerinin toplumsalın kurucu unsuru olduğu ve aşılamayacağı, dolayısıyla kapitalizmin aşılamayacağı temeline oturtulmuş, kapitalizmi meşrulaştırma modelidir.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin radikal demokrasi modeli, devletin demokratikleş­tirilmesi, devletin yıkılması ya da ele geçirilmesi temelinde değil, devlete rağmen devletin dışında ve devletin yanında halkın öz örgütlerinin radikal demokratik bir siyasal yapılanması ve komünal kolektif bir ekonomi ile belirlenen modeldir.

KÖH’ün radikal demokrasi modelinin dört temel çelişkisi ve/veya belirsizliği olduğunu düşünüyorum. Birincisi; burjuva devleti yıkmadan, burjuva devlete rağmen, devletin varlığında ve devletin dışında halkın öz örgütlerine dayanan ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel bir yaşamın bütünlüklü olarak inşa edile­bilmesinin ve en önemlisi kalıcı olabilmesinin mümkün görülmesidir. İkincisi; sadece ekonomik, sosyal ve kültürel bir yaşam formu değil, aynı zamanda siya­sal bir yaşam formu olan radikal demokratik halk sisteminin devlet olmadığının ifade edilmesidir. Halk sisteminin başka türlü de olsa ezilenlere has bir devlet olduğunun kabul edilmemesidir. Üçüncüsü, reel sosyalizmin, toplumsal or­taklaşa mülkiyetin yerine devlet mülkiyetini ikame etmesinin çözümünün; özel mülkiyete yaklaşımda şahıs, grup ve devlet mülkiyetini kalıcı tanıyan karma bir mülkiyet sistemiyle ve tekelleri sınırlandırmasıyla belirlenen komünal kolektif ekonomide aranmasıdır. Bu “karma” ekonominin kapitalizm içi olup olmadığı, içi ise nasıl aşılacağının belirsizliğidir. Dördüncüsü, bu eksiklik ve belirsizlikle­rine rağmen, radikal demokratik halk sisteminin nihai toplumsal sistem olarak görülmesidir.

Marksizm yolunda yürüyen proletarya komünist devrimcilerine düşen görev; bıkmadan ve ustalıkla son bölümde özetlenen Marksist demokrasi mücadelesi perspektifini yaşama geçirmek için; en geniş demokrasi mücadelesi birliktelikle­rini kurarak ve var olanların içinde yer alarak, demokrasi mücadelesini kesinti­siz bir devrim sürecinin veçhesi olarak komünizm mücadelesine içkin biçimiyle sürdürmektir.

KAYNAKÇA

ÇELİK Gizem Ekin, “Aşk Otoriter Değil, Öyle mi” içinde; Amargi-34, Güz-2014

DALFİDAN Muhsin, Devrim Stratejisi bağlamında Devlet, Devrim ve Komünizm, Yaşayan Marksizm, Mayıs 2014 (Yeni Seri Sayı:2)

DALFİDAN Muhsin, Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi Sınıfı ve Emek Süreçleri, Yaşayan Mark- sizm-2 (Eski Seri), Ortaklaşa yyn, Nisan-2010,

DEMİR Gökhan, Postmarksizm ve Radikal Demokrasi, Patika Kitap, 2014.

KARASU Mustafa, Radikal Demokrasi, Azadi Matbaası, Haziran-2009.

LACLAU Ernesto, Evrensellik Kimlik ve Özgürleşme, Birikim yyn, 2012.

LACLAU Ernesto ve MOUFFE Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim yyn, 2012. LENİN V. İlyiç, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol yyn, Mart-1979. LENİN V. İlyiç, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol yyn, Nisan-1979.

LENİN V. İlyiç, Seçme Eserler Cilt-7, İnter yyn, 1995.

LUXEMBURG Rosa, Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya yyn, 1975.

LENİN V. İlyiç, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol yyn, Mart-1979. MARX Karl, 1844 El Yazmaları, Sol yyn, Ekim-2005.

MARX Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol yyn, Ekim-2005.

MARX Karl, Felsefenin Sefaleti, Sol yyn, 2007.

MARX Karl, Fransa’da İç Savaş, Sol yyn, Şubat-2005.

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, Seçme Mektuplar, Evrensel yyn, 1996.

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, LENİN V. İlyiç, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol yyn, Ekim-1993 MOUFFE Chantal, Demokratik Paradoks, Epos yyn, 2002

[1]        Demokrasi ve diktatörlük, devlet ve devrim, toplumsal devrim ve siyasal devrim ilişkisi, proletarya diktatörlüğü ve dev­letin sönümlenmesi konularında ayrıntılar için bkz; DALFİDAN Muhsin, Devrim Stratejisi bağlamında Devlet, Devrim ve Komünizm, Yaşayan Marksizm, Mayıs 2014 (Yeni Seri Sayı:2)

[2]         LACLAU Ernesto ve MOUFFE Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim yayınları, 2012, s. 29

[3]         A.g.e, s. 9

[4]

[5]       MARX Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol yyn, Ekim-2005, s.                        39

[6]       MARX Karl, ENGELS Fredrich, Seçme Mektuplar, Evrensel yyn,                     1996,   s.120

[7]       MARX Karl, 1844 El Yazmaları, Sol yyn, s. 96

[8]       MOUFFE Chantal, Demokratik Paradoks, Epos yyn, 2002, s.109

[9]       A.g.e, s. 109

[10] LACLAU Ernesto, Evrensellik Kimlik ve Özgürleşme, Birikim yyn, 2012, s. 61

[11]     ÇELİK Gizem Ekin, “Aşk Otoriter Değil, Öyle mi” içinde; Amargi-34, Güz-2014,

[12]       MARX Karl, Felsefenin Sefaleti, Sol yyn, 2007, s.171-172

[13]      LACLAU-MOUFFE, a.g.e, s. 214

[14]      A.g.e,   s.                                            146

[15]      A.g.e,   s.                                            147

[16]      A.g.e,   s.                                            147

[17]      A.g.e, s. 147-148

[18]       DEMİR Gökhan, Postmarksizm ve Radikal Demokrasi, Patika Kitap, 2014, s. 210

[19]       A.g.e, s. 143

[20]       İşçi sınıfının yapısındaki değişikliklerle ilgili ayrıntılar için bkz; DALFİDAN Muhsin, Kapsam ve Bileşim Olarak İşçi

[21]      A.g.e, s. 113

[22]       DEMİR Gökhan, a.g.e, s. 213

[23]       A.g.e, s. 174

[24]                        LENİN V. İlyiç, Seçme Eserler Cilt-7, İnter yyn, 1995, s. 45

[25]                       MARX Karl, Fransa’da İç Savaş, Sol yyn, Şubat-2005, s. 21

[26]       KARASU Mustafa, Radikal Demokrasi, Azadi Matbaası, Haziran-2009, s.118-119

[27] A.g.e, s. 126

[28] A.g.e, s. 127

[29]     A.g.e, s. 135-136

[30]     A.g.e, s. 120

[31]       LENİN V. İlyiç, a.g.e, s. 85

[32]       KARASU Mustafa, a.g.e, s. 126

[33]       A.g.e, s. 128-129

[34]       MARX Karl, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yyn, Ocak-1988, s. 148

[35]       LENİN V. İlyiç, a.g.e, s. 58

[36]       http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar_ogunc/kurtler_demokratik_ozerklikle_ne_istiyordevletin_el_degistirmesiy- le_ozgurluk_esitlik_adalet_gelmiyor-1188942

[37]       MARX Karl, ENGELS Friedrich, LENİN V. İlyiç, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol yyn, Ekim-1993, s. 259

[38] A.g.e, s. 260

[39] A.g.e, s. 260

[40]           A.g.e, s. 261

[41] A.g.e, s. 270

[42]       LENİN V. İlyiç, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol yyn, Nisan-1979, s. 142-143

[43]       LUXEMBURG Rosa, Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya yyn, 1975, s. 91

[44]       LENİN V. İlyiç, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol yyn, Mart-1979, s. 91

[45]          A.g.e, s. 141

[46]          A.g.e, s. 23

[47]          A.g.e, s. 92

[48]       LENİN V. İlyiç, Seçme Eserler Cilt-7, İnter yyn, 1995, s. 148-9