Ortadoğu’da Hegomonya Mücadelesi, Olası Sonuçlar ve İttifaklar – M. Ramazan

Suriye’de ortaya çıkan ve Ortadoğu’yu bir bütün olarak etkileyen son gelişmeler ışığında hemen herkesin kafasında, soru işaretleri belirmeye başladı. Dünya güç dengelerinde ve hegemonya mücadelesinde bir kayma var mı? Artık tek süper güç ABD değil mi? Ya da ABD’nin gücünün sınırları belirmeye başladı mı? Çoğu aynı kapıya çıkan sorularla pekiştireceğimiz güncel bir tartışma ihtiyacı söz konusu. Bu tartışmanın ortaya çıkış zemini, yabana atılamayacak denli gerçek. Ama önce bu tartışmaya yol açan süreçleri şöyle bir hatırlayalım.

ABD açısından Ortadoğu’nun kontrolü yaşamsal öneme sahiptir. Tek süper güç olarak kalmak için dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin çok büyük bölümünün bulunduğu bu bölgenin ne pahasına olursa olsun denetim altına alınması gerekir. Geçmişte, Soğuk Savaş döneminde ABD Ortadoğu’da geleneksel gerici rejimlerle Sovyetler Birliği ve bölgedeki müttefiklerine karşı ittifaklar kurmuş, bu rejimlerin halk desteğinin olup olmamasına, serbest piyasa kurallarına uyup uymamasına bakmamışlardı. Ancak iki nedenle bu ülkelere bakış değişmiştir: Birincisi, ABD’nin kendisini çok güçlü hissetmesi. Karşıda da, acil bir ittifakı gerektirecek ciddi bir düşmanının bulunmaması. Yani bu geleneksel-gerici rejimlerle bir gerilim göze alınabilir. İkincisi, bu rejimler halklarından kopuktur ve yaygın bir meşruiyete, toplumsal rızaya sahip değildir. Bu halklar arasında kendi yöneticilerine karşı gelişen tepkiler sadece bu rejimleri değil, aynı zamanda onların dış destekçisi emperyalistleri de hedef alabilir/almaktadır.

ABD’nin müttefikleriyle birlikte Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile bölge coğrafyası, uluslararası güçler arasında pazar paylaşım kavgasının odağı haline geldi. Bu dönemde ABD, Ortadoğu’da bölgesel güç dengelerine bağlı olarak hegemonyasını pekiştirecek bir askeri stratejiyi uygulayıp küresel sistemle şu veya bu ölçüde uyumsuz olan bütün politik güçlerin tasfiyesini hedeflediğini çok açık olarak dile getiriyordu.

11 Eylül sonrası ABD küresel düzeyde saldırılarına çok hızlı başladı. Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan ve Ortadoğu’yu merkezine alan sömürgeleştirme harekâtına girişti.  Bölgenin kimyasını değiştirmeyi hedefleyen askeri saldırı ve uyumcullaştırma hamleleri, ABD’nin “imparatorluk” rüyasının köşe taşlarını döşüyordu. Küresel enerji deposu Ortadoğu kontrole alınacak, rakip küresel güçlere karşı üstünlük sağlanacak, o arada bölgede uygulanacak yüksek askeri şiddet yeryüzünün diğer bölgelerindeki ‘istikrarsızlık odakları’na ya da direnişçi halk güçlerine karşı bir ikna aracı olarak kullanılarak, onları imparatorun tebâsı olma yönünde eğitecekti.

Ancak, yanlış hesap Bağdat’tan döndü. ABD imparatorluk projesini uygulamaya soktuğu bölgelerde üst üste aldığı darbeler ve verdiği kayıplarla ciddi bir sarsıntı yaşadı. İşgal sonrası yaşananlar ABD açısından ne yengi ne de yenilgi sayılamayacak bir “pat” durumu şeklinde cereyan ediyordu. Bölge halklarının işgale karşı direnişi kalıcılaştıkça, ABD mali ve askeri gücünün gittikçe daha çoğunu bölgeye aktarmak zorunda kaldı ve dünyanın diğer coğrafyalarındaki etkinliğini yitirmeye başladı. Özellikle Latin Amerika’da halkçı-devrimci güçler inisiyatif almaya başladılar. Bölgedeki işgal süreci giderek bataklığa saplanma noktasına evirildi. Ve ne kadar güçlü olursa olsun ABD’nin, hem aynı anda birden fazla bölgede savaş yürütme yeteneğinin olmadığı anlaşıldı hem de sonunda ABD’yi vurarak zirve yapan kapitalizmin küresel krizi, işgalcinin mali gücünü sınırlamaya başladı.

İşte, bu zorlamalar bir dizi sonuç doğurdu. İşgalin bir sonucu olarak bölgedeki zengin enerji kaynaklarında, Afganistan ve Irak devletlerinin kritik noktalarında askeri ve politik güçleriyle mevzilenen ABD, başlattığı saldırıyı yaymak ve derinleştirmek yerine, mevcut konumunu koruma noktasına geri çekilmeyi kabullenmek zorunda kaldı. Ancak, gerek o konumun korunması ve gerekse işgal süreçlerinin yarattığı diğer bölgesel süreçlerin kalıcılığı açısından, askeri, siyasi ve mali operasyonların sürekliliğinin sağlanması gerekiyordu.

İşgal sürecinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ve yük paylaşmak isteyen ABD, uygun yerel ortak-işbirlikçi-taşeron arayışında vakit kaybetmeksizin hızlı adımlar attı. Bulundukları bölgede ABD’nin çıkarlarını “canı ve kanı pahasına” savunabilecek derecede sadık ve güçlü, ekonomik ve siyasi olarak istikrarlı ya da istikrara kavuşabilecek ve son olarak bölgesinin tarihsel ve kültürel ilişkilerinde etkin olan “model ortaklar”. Ortadoğu’da Türkiye, Uzakdoğu’da Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya, Orta Amerika’da Meksika, Afrika’da Güney Afrika Cumhuriyeti ilk etapta belirlenen “talihliler” oldu.  İşgalin ilk döneminde istenen ama başarılamayan ortaklaşma için, artık koşullar uygun hale gelmişti. Adım adım hamleler bu yeni sürece uyarlanmaya ve bölgesel inisiyatifler alınmaya başlandı.

Oluşan yeni konsept, bölgesel aktörlere,  sadece ABD’nin çizdiği ve belirlediği alanda ABD’nin çıkarlarını korumakla sınırlı olmayan, aynı zamanda kendi sermaye sınıfının çıkarlarına da hizmet eden, bölgesel rant alanından pay kapma potansiyeli taşıyan bir etkinlik alanı yaratmaktaydı. Tabii tüm bölgesel riskleri üstlenmek ve bedellerini ödemek kaydıyla. Ancak bu planlar henüz hayata geçirilemeden Arap coğrafyasını saran isyan hareketi patlak verdi.

“Arap İsyanı”

ABD’nin, küresel sermayenin 21. yüzyıldaki yönelimlerine uygun olarak dizayn etmek istediği Ortadoğu’da 2011 yılına gelindiğinde halk ayaklanmaları yaşandı. Halklar elden ele devrettikleri meşaleyle özgürlük ateşleri yaktılar.

Bölgede yıllardır küresel güçlerin sömürge valisi gibi çalışan işbirlikçi diktatörlerin tahtları sallanmaya başladı. Bir zamanlar güneşi batmayan ülke olarak nitelendirilen Britanya’nın (İngiltere), sınırlarını yer yer cetvelle çizdiği bu devletler uzun yıllardır hem bölge hem de kendi halklarına karşı küresel güçlerin çıkarlarını korumakla meşguldüler. Dünyanın en önemli enerji kaynaklarına sahip bölgede halk ağır yaşam koşulları altında ezilirken, refah birkaç ailenin sahip olduğu bir ayrıcalığa dönüşmüş durumdaydı.

Ortadoğu’da 20. yüzyılın başından bu yana açlık, yoksulluk, vurgunculuk, baskı ve zulümden dolayı biriken gerilim, öfke ve enerji patladı. Patlama, yarım asırlık tiranları alaşağı ederken, küresel sermayenin hesaplarını da değiştirdi. Bölgede art arda gelen ve bir domino etkisi yaratan halk hareketleri 2011 yılının ilk yarısına damgasını vurdu.

Fransa, İngiltere ve en son ABD’nin bölgeyi dizayn etme projesinin bir taşeronu gibi çalışan diktatörler teker teker kendi halkları tarafından alaşağı edildiler. Küresel sermayenin desteğini kendi halklarına uyguladıkları baskı ve zulüm politikalarında devamlı arkalarında gören Zeynel Abidin Bin Ali ya da Hüsnü Mübarek gibi diktatörler bir anda sudan çıkmış balık gibi dımdızlak ortada bırakıldılar. Onlar “Arap İsyanı”nın ateşinin sönümlemesi ve gazının alınması yönünde harcanırken, Kaddafi’nin linç görüntüleri tüm bölge halklarına bir gözdağı niteliğindeydi.

İsyanı Yaratan Koşullar

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra küresel sermayenin yürüttüğü toplumsal mühendislik sonucunda askerileştirilmiş kimi aileler ve gruplar bölge halklarının başına getirildi. Ve 30–40 yıl sürecek baskı, sömürü ve zulüm başladı. Bölgenin çok önemli zenginlikleri bir avuç azınlık tarafından paylaşılırken, bölgenin yoksul halkları ağır baskı ortamında bugüne kadar susmak zorunda bırakıldı.

Buna dünya kapitalist sisteminin 70’lerde girdiği uzun dalga krizini aşma doğrultusunda giriştiği neo-liberal saldırı da eklenince, Ortadoğu’nun pek çok bölgesinde infial oluştu. Gittikçe ağırlığını hissettiren gıda krizleri; açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklar üretti. Bir tarafta bölgenin zengin enerji kaynaklarını küresel sermayeye ardına kadar açan birkaç ailenin şatafatlı lüks yaşamı, diğer tarafta günlük bir doların altında bir parayla geçinmek zorunda kalan kitleler. ABD’nin bir dönem çok yoğun olarak desteklediği ve hatta bizzat kurdurduğu birçok İslami örgüt, bu çelişkilerin derinleştiği yoksul bölgelerde örgütlenme alanı buldu. Öte yandan ABD’nin bölgeyi dizayn projesi kapsamında işgal ettiği Afganistan ve Irak’ta yarattığı yıkım ve yaptığı katliamlar bölge halklarında anti-Amerikancı duyguları besledi. Bir taraftan Amerikan karşıtı toplumsal hareket, diğer taraftan söz konusu bölge rejimlerine karşı toplumsal tepki ciddi boyutlara ulaştı. Dikta rejimlerinin küresel güçlerin yardımıyla bu hareketleri bastırması da imkansız hale geldi ve toplumsal çatışma milyonların katıldığı bir ayaklanma biçimini aldı.

ABD, desteklediği rejimlerin çökmeye başladığını gördü ve yeni durumu kendi lehine kullanma hamleleri yapmaya başladı. Yarım asırdır tiranları destekleyen ABD, bir anda demokrasi havarisi kesilerek bölge halklarının ortaya koyduğu pratik sürecin demokrasi adına meşru olduğu propagandasını yapmaya başladı. Böylece ABD bölge halkları arasında yeniden saygınlık kazanmaya çalıştı ve bunda kısmen başarılı oldu. Bölgedeki diktatörlere verdiği desteği çekerek onları yalnızlaştırdı ve çekilmeleri yönünde açıklamalar yaptı. Bununla iki kazanım elde etti: Birincisi, halkın desteğini alamasa bile, kendisine düşmanlaşmasını önledi. İkincisi, işbirlikçi devlet mekanizmasının yıkılmasını önleyip sadece iktidarın el değiştirmesini sağladı. Böylece milyonların eylemini bir etkisizleştirdi.

Küresel Blokların Kapışma Alanı: Suriye

Yaklaşık 8 yıl boyunca (2004-2012) Türkiye üzerinden küresel sermayenin bölgesel hesaplarının içerisine çekilmeye çalışılan ve bu konuda hayli yol alınan Esad yönetimi için süreç bir anda tersine döndü. Küresel sermaye, Türkiye üzerinden Esad yönetiminin bu sürecin gerektirdiği değişimi hazırlaması ve kendini yenilemesi için gerekli desteği verdi. Ancak Suriye’nin kendi iç ve bölgesel dengeleri, bu hesapları bozan bir denkleme sahipti.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da işbirlikçi despotik yönetimlere karşı ayaklanan halklara, BAAS yönetiminin baskısından bunalan Suriye halkının da eklenme olasılığı Esad’ı kendi içine dönmeye yöneltti. Diğer yandan Suriye’nin İran ve Hizbullah ile var olan tarihsel, siyasal ve kültürel bağları yaşanan bölgesel dönüşüm sürecinde Esad’ı onlarla birlikte bir tutum almaya zorladı. Ayrıca Rusya ile kurulu olan askeri, siyasi ve ekonomik bağlar bu süreçte ciddi bir etkiye sahiptir.

ABD’nin bölgesel hesaplarına uygun olarak dışardan yapılacak destekle, Libya tarzı NATO müdahalesine zemin hazırlayacak bir biçim verilmesi planı gereğince Suriye’de muhalefet hızla silahlandırıldı ve bir iç savaşın fitili ateşlendi. Ancak Libya’da oyuna gelen Rusya ve Çin’in Suriye’ye yönelik müdahaleye BM’de onay vermemesi bütün hesapları bozdu. Böylece Suriye’de sorun artık Esad ya da demokrasi meselesi olmaktan çıkıp küresel blokların kapışmasına dönüştü. Bir tarafta başını Rusya ve Çin’in çektiği, içerisinde İran-Irak-Suriye ve Hizbullah’ın yer aldığı aks; diğer tarafta ABD, İngiltere ve Fransa ile Suudi Arabistan, Katar, Türkiye ve el altından desteklenen El Kaide’den oluşan aks. Esad yönetiminin on yıllardır kurup yönettiği iç dengelerin gücüyle birlikte ortaya çıkan bu küresel bloklaşma, Suriye’ye askeri müdahaleyi engelledi ve mevcut durumu kalıcı hale getirdi.

Çin ve Rusya Faktörleri

Çin’in dış politikası esasen ekonomik büyüme ve bölgelerin ekonomik olarak kontrol altına alınması üzerine şekilleniyor. Asya kıtasında önemli bir askeri güç olan Çin, dünyanın başka ülkelerine yönelimde ekonomik ilişkileri ön plana çıkarmaktadır. Ortadoğu’nun, dünyanın enerji deposu olması ve önemli bir pazar oluşturması nedeniyle burada tutunmak, ekonomik ilişkilerini geliştirmek için önemli bir çaba içerisindedir. Bu bakımdan Libya’da kaybettiği avantajları Suriye’de de kaybetmemek için Esad rejimine destek veriyor.

Ancak Çin’in stratejik merkezi İran’dır. Bugünkü koşullarda Suriye, Çin’in önemli bir müşterisi değildir. Bu bakımdan Çin’in İran politikası Suriye üzerinde kendisini yansıtıyor. Çin tüm petrol ithalatının % 58’ini Körfez’den karşılıyor. Çin’in bölgedeki en büyük petrol tedarikçisi, İran’dır. Çin ile İran arasındaki enerji anlaşmasının yıllık miktarı yaklaşık olarak 120 milyar dolardır.

Suriye Rusya için vazgeçilmez bir stratejik öneme sahiptir. Askeri anlaşmalar, silah satışları gibi önemli bir kısım etkenler olmakla birlikte, Rusya’nın Akdeniz havzasını kontrol etmesini sağlayan, bölgede ayağını basabileceği belki de tek ülke Suriye’dir. Bu ülkeden kiralanan ve tamamen Rusya denetiminde olan Tartus limanı, Rusya’nın Akdeniz havzasını kontrol etmesine olanak sağlamaktadır. Rusya bu avantajı hiç bir şekilde kaybetmek istemiyor. Aksi bir gelişme, Akdeniz havzasının bütünlüklü olarak ABD’nin denetimine girmesine, Ortadoğu’daki dengelerde Rusya’nın mevcut gücünün önemli oranda zayıflamasına ve hatta saf dışı kalmasına neden olacaktır. Ayrıca Rusya’nın İran politikasının başarısı bir bakıma Suriye’de izlenen politikaya bağlıdır.

Bölgesel Gerilimin Silahlanmaya Etkisi

Öte yandan Suriye krizi, küresel emperyalist güçler açısından hem kendi stoklarında bulunan silahları denemek hem de bölgesel gerilim ve savaş tehdidinin arttırdığı silah satışlarından paylarına düşeni almak için bir fırsat yaratmıştır.

Soğuk savaş döneminde 1,6 trilyon dolara ulaşan silah satışları, 1997’ye gelindiğinde 1 trilyon seviyelerine gerilemişti. Bu durum 2000’li yıllara gelindiğinde yeniden yukarı doğru bir seyir izlemeye başladı. Küresel hegemonya yarışının yön verdiği, ekonomik krizin tetiklediği Irak ve Afganistan işgalleri ABD açısından tam bir hezimet yarattı. ABD bu iki bölgede yürüttüğü işgal hareketinde tam anlamıyla bataklığa saplandı. Ancak tırmanan bölgesel gerilimin silah satışlarını etkilemesi kaçınılmazdı.

Suriye’nin sahip olduğu dengeler ve içerisinde yer aldığı karmaşık bölgesel ve küresel ilişkiler hem planlanan operasyonu zorlaştıran hem de Esad’ın direncini arttıran bir hal aldı. Bir kere Esad, Kaddafi gibi yalnızlaştırılamadı. Özellikle Rusya, Çin, İran ve Hizbullah desteği, ABD’nin hazırlamak istediği operasyon ortamının oluşmasını önledi. Ancak bu süre zarfında bölgesel düzeyde silahlanma en üst seviyeye ulaşmış oldu.

Küresel kapitalizm uzun süreden beri ekonomik krizin etkilerini kırmaya çalışıyor. 2008’den bu yana kapitalizmin geleceğini belirsizleştiren ve önünü görmesine engel olan krizin dip noktasında 4–5 yıl geçmiş durumda. Ancak dipte yaşanan bu süreçte silah satışları ve silah sanayisine yapılan yatırım artarak devam etti. Bugün gelinen noktada SIPRI’nın[1] verilerine göre silah satışları 1,7 trilyon doları aşmış durumda.  Bu durum ekonomideki daralmaya rağmen silah satışlarında bir daralma yaşanmadığını göstermektedir. Bu satışlarda ABD’nin payı yüzde 30 iken Rusya’nınki ise yüzde 25 seviyesine ulaşmıştır. Almanya ve Fransa ortaklığının payı ise ancak yüzde 15’i bulabilmektedir.

Bu veriler bize önemli ayrıntılar vermektedir. Rusya’nın küresel hegemonya yarışında Suriye’de takındığı tavrın ve ABD ile karşı karşıya gelmesinin arkasında bu dev silah ekonomisi yatmaktadır.  Rusya ve Çin ittifakı Suriye’de ortaya çıkan yeni dengelerde ve hali hazırda devreye sokulmaya çalışılan operasyon ihtimalinin devre dışı bırakılmasında önemli rol oynadı. Bu durum Rusya’yı yeniden küresel liderlik pozisyonuna taşımakla kalmadı, Akdeniz ve Ortadoğu’da etki alanını daha da genişletmesini sağladı.

Öte yandan ABD, olası Suriye operasyonun ortaya çıkarabileceği ağır faturanın sonuçlarından kaçındı. Gerek Esad sonrası El Kaide’nin sahip olacağı pozisyon, gerekse Rusya’nın doğrudan savaş sürecine dahil olmasına bağlı olarak, savaşın sınırlarının ve sonuçlarının kestirilememesi ABD’yi zora soktu. Rusya’nın öne sürdüğü Suriye planı, deyim yerindeyse Obama’nın imdadına yetişmiş oldu. Ayrıca kapitalizmin içerisine girdiği küresel ekonomik krizin dip noktasından çıkma çabalarına ve iyileşme hamlelerine, olası bir savaşın vereceği zarar göze alınamadı.

Neticede ABD, Rusya ve küresel silah tüccarı olan ülkelerin beklentilerini karşılayacak düzeyde silah satışlarında artışlar yaşanmıştır. Dünyada yaşanan ekonomik krize rağmen ülkeler silah alımını durdurmadığı gibi bu süre zarfında yaşanan bölgesel gerilimden dolayı % 9 oranında arttırmıştır. Dünyada pek çok ülke stoktaki silahlarına ilave yeni silah alımları yapmaya devam etmektedir.

Suriye’de gelinen nokta, nükleer programı üzerinden İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ve Almanya’nın katıldığı görüşmelerde bir anlaşma zemini oluşturdu.23 Kasım 2013 tarihinde yapılan bu anlaşma, bölgesel düzeyde oynayan taşların yeniden dizilmesinde önemli bir anahtar olma potansiyeli taşımaktadır. Nasıl ki Suriye’de ortaya çıkan dengeler Rusya’sız bir çözüm planını olanaksız kıldıysa, aynı şekilde İran gözetilmeden hiçbir stratejik planın istenilen seviyede devreye sokulamayacağını da görünür hale getirdi. Ayrıca ABD; Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun enerji geçiş yollarında bulunan ve stratejik bir konuma sahip olan İran’ın mevcut konumundan daha fazla yararlanmak istemektedir.

İran petrolüne hayati derecede ihtiyaç duyan AB ülkeleri, Japonya, Hindistan, Çin, Türkiye, Güney Kore vb ülkeler açısından ABD’nin koyduğu 180 günlük ambargo muafiyeti süresinin dolmasıyla beraber zor bir dönem başlamıştı. Bu anlaşmayla beraber bu ülkelere yeniden petrol akmaya başlarken İran’a sermaye akışı hızlanacaktır. Ayrıca İran’ın batı bankalarında bloke edilen milyar dolarları serbest hale gelecek, bu da İran ekonomisinin küresel sermaye gruplarıyla bağlarını güçlendirecektir. Bu durum, önümüzdeki dönem G20 toplantılarında İran’ın da boy gösterme olasılığını güçlendirmektedir.

ABD açısından Suriye’de ortaya çıkan gelişmeler kimi taktiksel hamlelerde değişikliği zorunlu hale getirmektedir. Bir taraftan İran üzerinden hem Suriye’nin normalleştirilmesi, Irak’ın yeniden kontrol altına alınması sağlanacak hem de siyasi, ekonomik ve askeri anlamda İran’la doğrudan bağlantılı Hizbullah’ın küresel kapitalist sisteme entegrasyonu sağlanacaktır. Diğer taraftan bir önceki dönem “Sünni İslam” üzerinden yürütülen bölgesel politikalar, Suriye, Irak ve Körfez ülkelerinde -ABD’nin başına bela açabilecek düzeyde- El Kaide bağlantılı örgütlerin kontrol ettiği alanların oluşmasına zemin hazırladı. ABD, İran üzerinden kurulacak yeni bir Şii politikasıyla hem bu güçlerin dengelenmesini ve kontrolünü kolaylaştırmak hem de Şii nüfus içinde ortaya çıkan anti- Amerikancı öfkeyi yumuşatmak istiyor.

Bölge ülkeleri ve bölgesel güçler açısından bu yakınlaşmanın çok yönlü sonuçlar üretme olasılığı söz konusu. Öncelikle Suudi Arabistan bu yakınlaşmaya ilk tepki gösteren ülkelerden biri. Öyle ki İsrail’le aynı görüşte olduğunu açıklayacak kadar gözünü karartmış durumda. Ortadoğu’da ABD politikaları bugüne kadar “Suudi-Sünni-Amerikan” hattı üzerinden yürüyordu. S. Arabistan buradan aldığı güçle pervasızca, her tür fitne, saldırgan, bölgesel düzeyde ayrıştırıcı politikalara imza atabiliyordu. Önümüzdeki dönem bu konuda daha temkinli hareket etmek zorunda kalacak. ABD, Şii Blokun güçlenme olasılığını hesaba katarak Ürdün, BAE, Katar, Kuveyt, Bahreyn vb Körfez ülkelerini, S. Arabistan öncülüğünde birleştirerek yeni bir denge oluşturma yoluna gidebilir.

Küresel dengelerde ne değişti?

Sonuç olarak küresel güçlerin Suriye üzerinden yürüttükleri hegemonya mücadelesi, şimdiki evrede Rusya’nın inisiyatif kazanmasıyla sonuçlandı. ABD bu süreçte kendi gücünün sınırlarını daha net gördü ve yeni duruma uygun manevralar geliştirdi. ABD’nin Pasifik’e güç kaydırma ve Çin’i çevreleme harekâtının o kadar da kolay olamayacağı daha da belirginleşmiş oldu. Rusya-Çin ittifakı bundan sonra kendi çıkarlarını korumak ve yeni inisiyatifler elde etmek için her yerde ABD’nin küresel gücünün karşısına dikilecektir. Tabii bu durum yeni ittifakların kurulmasının da kapısını aralayabilir. Buradan yola çıkarak ABD’nin yarım asrı aşkın süredir Ortadoğu’da kurduğu dengelerin, geliştirdiği ittifak ve ilişki ağının bir anda tuzla buz olmasını beklememek gerekir. Ama şu da bir gerçektir ki ABD’ye güvenerek yola çıkan her bölgesel güç artık iki defa düşünecek, eskisi gibi fütursuzca bir rahatlığa sahip olamayacaktır. Kısa vadede ABD’nin toparlanma ve eski şatafatlı günlerine kavuşmasını bekleyenler hayal kırıklığı yaşayacaktır. Tersinden Rusya-Çin ittifakı belki de AB ülkeleri içerisinde bir yarılma yaratarak Almanya’yı da yanlarına çekebilir. Rusya-Çin ittifakı buradan kazandığı güç ve inisiyatifi değerlendirerek adım adım ABD’nin kurduğu küresel düzeydeki hegemonyayı esnetme ve kırma zeminlerini zorlayacaktır. Tabii bu uzun vadeli bir süreçtir. Bugünden yarına tüm dengelerin bir anda değişmesi olanaksızdır.

Küresel güçler hamlelerini yaparken “ya hep ya hiç” gibi katı, sert ve kırılgan yöntemlerden kaçınırlar. Zaman zaman geriye çekilme, esneme, yeniden hamle yapma, bulunduğu zemini yeniden güçlendirme, ya da olmuyorsa koruma kıvraklığına sahip bir politik ustalığa sahiptir. ABD bu anlamda yaşanılan küresel ekonomik krizin etkilerini sınırlama, büyüyen dış borç açığını kapatma ve yeni hamlelerle hegemonyasını yeniden tesis etme hesabı yapıyor da olabilir. Ancak yaşanan gelişmeler ABD’nin hegemonyasının devam ettiğine ama aynı zamanda ciddi biçimde yara aldığına işaret etmektedir.

ABD Ilımlı/Uyumlu İslam’dan Vaz mı Geçti?

Tartışmaya değer bir diğer önemli nokta da, ABD’nin uyumlu/ılımlı İslam projesinden vazgeçip geçmediği meselesi? ABD 2011 yılında ortaya çıkan ve Akdeniz havzasında yer alan bütün ülkeleri etkileyen isyan dalgasını bastırmak, kendi bölgesel dizayn hamlesinin bir parçası haline getirmek için yarım asırlık tiranlardan vazgeçti. Ancak bölge halklarına yeni bir model sunmaktan da geri durmadı. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya Müslüman Kardeşler kuşağı yaratma projesi devreye sokuldu. ABD böylece küresel kapitalist sisteme yönelebilecek olası saldırıların önünü keserek iktidarın biçimsel el değiştirmesini sağlamış oldu. En önemlisi de bölgenin gerçekliğine ve dokusuna uygun, cilalanmış ılımlı İslam modeli olarak Müslüman Kardeşler, kapitalizmin neo-liberal politikalarını hayata geçirme konusunda en küçük bir tereddüt yaşamıyordu. Böylece diktatörler yıkılırken diktatörlükler baki kalacaktı. Ayrıca AKP tarafından yürütülen on yıllık Türkiye deneyimi bu projenin hayata geçirilmesi için önemli bir model oluşturuyordu.

Bu doğrultuda Arap isyan dalgasında başı çeken Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesinin önü açıldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü, Tahrir hareketinin yarattığı iktidar boşluğu ve ideolojik-kültürel karışıklık ortamında, örgüt yapısına, toplumsal desteğine dayanarak devlet başkanlığını, hükümeti, kısacası yürütmeyi ele geçirdi, Meclis’te istediği kanunları çıkaracak bir ağırlık elde etti.

Mısır’da istikrarı sağlamaya, krizin etkilerini yumuşatmaya öncelik vermek yerine, hızla yargıyı, devletin şiddet araçlarının tekelini elinde toplamaya, kendi toplumsal yaşam modelini, Mısır toplumunun tümüne dayatmaya yönelik adımlar atmaya başladı. Bu durum baskı ve yoksulluktan bunalmış Mısır halkının yeniden Tahrir Meydanı’nı mesken tutmasına yol açtı. Firavun Mursi iktidarına karşı Mısır halkının kararlı duruşu Ordu’nun, Suudilerin ve emperyalistlerin de desteğiyle istikrar adına yönetime el koymasının zeminini hazırladı.

Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in temsilcisi En Nahda partisi, seçimlerde, liberaller ve muhafazakârlarla birlikte bir koalisyon hükümeti kurabilecek kadar oy alabildi. En Nahda, hükümeti kurduktan sonra, koalisyonu unutup yalnızca kendi projesini uygulamaya yöneldi. Ancak, Tunus’ta güçlü bir sendikal hareket, liberal-seküler muhalefet vardı. En Nahda hükümeti, kısa sürede devleti yönetemez noktaya geldi; istifa etmek zorunda kaldı.

On yılı aşkın süredir iktidarda olmanın sağladığı olanca deneyime rağmen AKP için de çanlar çalmaya başlamış durumda. Bunun en temel sebeplerinden bir tanesi, Suriye ve bölgesel dengelerde izlediği dış politika sonrasında bataklığa saplanmasıdır. AKP, ABD’nin belirlediği sınırları zorlayarak bölgesel güç olma hevesi ile inisiyatifler almaya ve oyun kurmaya çalıştı. Ancak bütün planları çöktü ve kurduğu ilişkiler hem kendisinin hem de müttefiklerinin başına bela olmaya başladı. Mısır’da Mursi iktidarını darbeyle devirerek yönetime gelen General Sisi’ye karşı geliştirdiği tutum, AKP iktidarının kredisinin tükenmesine sebep olan bir diğer önemli faktör oldu. İkincisi Türkiye’de mevcut iktidarın gerçek yüzünü deşifre ederek ülkenin bütününe yayılan, milyonların katıldığı Gezi İsyanı hareketidir. Bu yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan AKP-Cemaat iktidar çatışması ve kirli ilişkiler ağı, meşruiyet tartışmasının zeminini hazırladı.

Yaşanan tüm bu gelişmeler ABD’nin Ilımlı İslam projesinden vazgeçtiğinin bir göstergesi olabilir mi? Aslında ABD bugüne kadar izlediği tüm bölgesel politikalarda uluslararası sermayenin ve küresel kapitalist sistemin ihtiyacı olan hamleleri yaptı. Bu doğrultuda en sadık müttefiklerini harcamaktan çekinmedi. Tahrir’de Mübarek’e karşı ayaklanan kitlelerin devrimini çalarak Mursi’ye hediye etti. Mursi bu imkânı kullanamayıp, iktidar sarhoşluğuyla yeniden halk devriminin kapısını araladığı anda da kitlelerin devrimini ikinci bir defa ellerinden alarak bu sefer darbeci Sisi’yi Mısır’ın başına getirdi. Aynı şekilde Tunus’ta Ğannuşi de benzer hatalara düştüğü için iktidarını kaybetti.

Yine de bu gelişmeler ABD’nin ılımlı İslam projesinin sonuna gelindiğinin göstergesi olabilir mi? ABD Ortadoğu’da hangi güçlerle ittifak geliştirebilir? Son sorudan hareket edersek, ABD’nin çok fazla alternatifinin olduğu söylenemez. Soruyu tersinden sorarsak; ABD kimlerle ittifak geliştirmez? Her şeyden önce sol, sosyalist, devrimci güçlerle bir ittifak kurmak bir yana, bu güçlerin ezilmesi daima onun ilk hedefi olacaktır. Sistem karşıtı güçlere destek vermeyecektir. İkincisi, bölgenin tamamında protestolara neden olan ve bir isyan dalgası yaratan eski rejim kalıntısı güçlerle yeniden açık bir ittifak geliştirmeyi göze almaz. Bu hem yeniden bu ülkelerde kazandığı inisiyatife zarar verir hem de Amerikan karşıtlığının bölgesel düzeyde vücut bulmasının zeminini hazırlayacaktır. Bu durum Rusya-Çin ittifakının daha çok inisiyatif kazanmasına da olanak sağlar. Üçüncü olarak ABD her ne kadar işbirlikçi Ordu üzerinden Mısır’da yeniden bir iktidar kurduysa da bunun uzun süreli ve kalıcı olamayacağının farkında. Bir şekilde tüm güçleri sistem içerisinde tutabilecek ve meşruluğu olan bir iktidar yaratmak zorunda. O zaman geriye çok fazla seçenek kalmıyor. Bir şekilde toplumda bir karşılığı ve örgütlülüğü olan güçlerle bunu yapmak zorunda. Bunların başında ise her şeye rağmen Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen siyasi güçler bulunuyor. Dolayısıyla ılımlı/uyumlu İslamcı seçenek halen geçerliliğini koruyor. Fakat yaşanan süreçlerden ders alınarak, bir şekilde etkisini sınırlama, kontrol altına alma ya da dengeleme hamleleri yapılarak yeniden bir model olarak sunulacaktır.

ABD Mısır’da Müslüman Kardeşler’in yanına bir önceki seçimde en fazla oy alan Sabbahi kanadını ekleyebilir. Ordu’yu da tıpkı geçmişte Türkiye’de olduğu gibi iktidarın arkasında ve onu kontrol edecek bir biçimde tutabilir. Zaten Mursi’nin seçimleri kazanmasının hemen öncesinde Ordu böylesi bir göreve talip olduğunu gösteren hamleler yaparak cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlandırmıştı. Yaşanan darbe sonrası Ordu, gelecek iktidarlar için vesayet rejiminin zeminini yaratmış oldu.

Türkiye’de AKP açısından da sınırlama, kontrol altına alma ve dengeleme politikaları devreye girmiş durumda. Şu an tümden AKP’nin gitmesi üzerinden bir hesap yapılmadığı ortada. Öyle olsaydı yapılan operasyonlar sınırlanmaz sonuçlandırılırdı. Ancak şimdilik alternatif yaratma ve rüşt ispat etme zeminleri yoklanıyor. Bunun için CHP sağ tandanslı adaylarla yerel seçimlere sokuluyor. Açıktan olmasa da Cemaat’in açtığı kulvarda ilerlemesi sağlanıyor. Böylece ABD’nin ve bölgenin ihtiyaçlarına uygun bir zemine yerleşip yerleşemeyeceği gözlenecek. Eğer merkez sağ aşısı tutarsa bölgeye pazarlanacaktır.

Diğer yandan ABD’nin yıllardır gerilim yaşadığı, ekonomik ambargo uygulattığı İran’la nükleer enerji konusunda anlaşmaya varması da bir başka hesabın tezahürü. İran’ın Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya ve hatta Yakın Doğu Asya’da Şii olarak bilinen nüfus üzerinde önemli bir ağırlığı bulunuyor. Küresel güçler, bölgesel ilişkilerde İran’ın çok daha fazla pozitif bir etkide bulunabileceğini hesaplıyorlar. Bu bakımdan nükleer anlaşma, İran’ı bölgesel bir güç olarak çok daha fazla ön plana çıkacaktır. El Kaide eksenli İslamcı hareketlerin özellikle Körfez ülkelerinde artan etkisi ve Irak-Suriye hattındaki gücü, küresel güçlerin stratejik çıkarları bakımından önemli bir tehlike olarak görülmektedir.

Geçmişte İran ile yürütülen müzakerelerde arabulucu rolünü oynayan Türkiye çok belirgin olarak ön plana çıkmıştı. Ancak bugünkü çözüm sürecinin dışında kalmış olması, Türkiye’nin sıfırlanan Ortadoğu/Suriye politikası ile doğrudan ilişkili olup, bir bakıma izole edilmesidir. Özellikle İran’ın mevcut anlaşmaya tam bir uyum sağlaması ve küresel güç ilişkilerinde güvenilir bir noktaya gelmesi, Türkiye’nin stratejik konumunun çok önemli oranda değişmesine yol açarak ikincil plana düşmesine yol açabilir. Böylelikle bu durum aynı zamanda Türkiye’nin stratejik rolünün İran’a kaymasına yol açabilir.

Bunun başka bir anlamı da, ABD tarafından uygulanmak istenen “Sünni İslam” politikasının aşamalı olarak terk edilmesidir. Buna paralel olarak Sünni-Şii denkleminin İran lehine yeniden sağlanmasıdır. Bu durum, Suriye’de radikal Sünni grupların, Batı tarafından desteklenen ABD-Rusya-İran yakınlaşmasını reddederek, şeriat düzeni kurma projesinde birleşmeye başlamalarına sebep olmuştur. ABD ve Rusya birleşerek bu radikal grupların sınırlanması konusunda ortak tutum almaya başladı. El Kaide bağlantılı Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak’ın Felluce ve Ramadi kentlerinde kontrolü ele geçirmesi sonrasında ABD ve Rusya, Irak Başbakanı Maliki’ye her türlü silah ve mühimmat desteği vermeye başladı. Bu durum, küresel kapitalist sisteme yönelebilecek her tür saldırının düşmanmış gibi görünen güçleri nasıl yan yana getirdiğinin de bir örneği.

2013 yılının Eylül ayında yaşanan, ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin linç edilişinin görüntüleri ve buradaki El-Kaide bağlantısı, dünya kamuoyunda ve özellikle Amerikan halkında bir travma yarattı. Keza aynı ay içerisinde yaşanan Eş Şebab (Kenya), Cundallah (Pakistan) ve Boko Haram (Nijerya) tarafından gerçekleştirilen, yaklaşık 300 kişinin ölmesine, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan saldırılar, Müslüman dünyasında Hıristiyan, Yahudi, dinsiz vb sıfatlarla tanımladıkları grupları hedef almaları infial yaratmış durumda. ABD, tüm bu gelişmeleri hesaba katan bir ittifak politikası geliştirmek zorunda.

Yukarıda sorduğumuz sorulara şimdi daha net cevaplar vermek gerekirse, ABD uyumlu/ılımlı İslam projesinden tümden vazgeçme şansına en azından şimdilik sahip değil. Sistemle ve kendisiyle uyumlu yeni güç dengeleri oluşana kadar bu durum bir şekilde sürmek zorunda. Öte yandan kurulan ittifak ilişkilerinde, uç noktaların törpülenmesi, mevcut gücün sınırlanması ya da mümkünse kontrol altına alınması ya da başka dinamikler veya güçler devreye sokularak dengelenmesi ihtiyacı söz konusu. Önümüzdeki dönem ABD’nin bu yöndeki hamlelerini daha belirgin biçimde görme şansımız olacak.

M. RAMAZAN

[1] SIPRI: Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü.