Merhaba İsyan ve Özgür Kent! – Mahir Sayın

Neoliberalizmin son 30 yıllık egemenlik dönemi, burjuva ideologlarınca “elveda, proletarya”, “elveda isyan”, “elveda devrim” sloganlarıyla taçlandırıldı. SSCB’nin çöküşüyle birlikte sosyalizmin de bir daha geri gelmemek üzere tarihin gerisinde kaldığı iddia edildi. Kapitalizmin zaferden zafere koşuyor görünmesi, Emperyalist müdahalelerin karşısında hiçbir gücün duramaz hale gelmesi, kapitalizmin ebedi egemenliği anlamında ”tarihin sonu” olarak ilan edildi. Zamanın ruhu kapitalizmin zaferiyle doldu. Marksizm ortadan kalkmasa da birçok çevrede zamanın bu ruhuna göre yeniden yorumlanır oldu. Hatta Marksizmin kendisi kapitalizmin bu zaferi için ekonomist yorumuyla tanık kürsüsüne de çıkarıldı. Kapitalizm üretici güçleri geliştirmeye devam ediyordu ve bizzat Marksizmin kendisi böyle bir koşulda devrimin olamayacağını söylüyordu! O da yetmedi, yine Marksizmden sahte alıntılarla proletaryanın ortadan kalktığı, artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olduğu yalanlarına dayanarak burjuvaziye entegreolduğu kanıtlanmaya çalışıldı. 2007 krizine kadar kapitalizmin bu zafer koşusu göz kamaştırmaya devam etti, ama birden o muzaffer koşucunun her bir yanına kramplar girmeye başlayınca, önce koşu stilini değiştirip ardından da neo-liberalizm koşusunun tümden iptal edildiğini ilan etmek zorunda kaldı. Türkiye de sistemin entegral bir parçası olarak aynı zamanın ruhunu paylaştı, binbir sahtekârlık insanlara sistemin ve o sistemin sürdürücüsü AKP’nin muazzam başarıları olarak yutturulabildi.

kurbağa uyandı…

AKP egemenliğinin gelişimini eleştirel olarak ele alan birçokları bu süreci kurbağanın yavaş yavaş pişirilmesi deneyi ile anlatıyordu. Suyun ısısının çok yavaş yükselmesini algılayamayan kurbağa sonunda kaynar suyun içinde kalıp pişiyordu. AKPde toplumsal hayata dinsel normları, dinsel olmayan argümanlara bindirerek yavaş yavaş yedirmekteydi. Yer yer tepki duyanları ise bu argümanları bilinçli bilinçsiz makul bulanlar teskin ediyorlardı: “Bakın kaç yıl geçti, şeriat geldi mi? Artık Türkiye’de ne darbe olur ne de şeriat gelir, korkmaya gerek yok!”denilmekteydi.

Elbette bütün toplumun tepkisiz durduğu yoktu. Ama AKP oylarının %50’yi bulmuş olması, hatta referandumda %58’e ulaşması bu yükselişin hep devam edebileceği gibi bir endişeye ve umutsuzluğa, umutsuzluğun verdiği bir teslimiyete de yol açmaktaydı. Bu yükseliş eğiliminin devam edeceği konusundaki en büyük endişeyi üreten de avanak “demokrat”, “sol” ve “sosyalist” çevrelerden AKP iktidarına açılan demokrasi kredisi olmaktaydı. Bu avanak taifesinin fonksiyonu ısının yükselmesi konusunda bir algılamaya varan kurbağanın yanıldığına ikna edilmesiydi:  “Senin hissettiğin ısının artışı değil, faşist, ulusalcı, darbeci zevatın yaptığı propagandanın sende yarattığı yanılsamadır. Aslında hepimiz İttihat terakki ve Kemalist geleneğin belli ölçülerde etkisi altında olduğumuz için bu propagandaya her zaman olumlu reaksiyon verebiliyoruz!” Tabi diğerleri Osmanlı tarihinin demokratik geleneklerine dayandıkları, İttihat Terakki ve Kemalistler tarafından bastırılan “Osmanlı demokrasisinin” yeniden vücut bulmasını sağladıkları için güvenilir durumdaydılar! “Adları muhafazakâr olsa bile TC militarizmini siyaset sahnesinden kovmaları tek başına yeterli olmasa da demokratik bir tutumdu! Ayrıca a’yı telaffuz eden b’yi de söyleyecektir; bekleyin, arkası gelecek!”Sanki, Kemalist militarizm İslami bir militarizmle yer değiştiremez ya da ikisinin bir sentezi olan militarizm ortaya çıkamazdı. Orduya “peygamber ocağı” diyenlerden bundan başkasını bekleyenlere en hafif ifadesiyle avanaklık etiketini yapıştırmaya kimsenin kızmaması gerekir.[1]Bu söylediklerimiz, aynı insanların bu faaliyeti maddi menfaat sağlamak için yürüttüklerini iddia edenlerle karşılaştırılırsa insaflı davranıldığı kabul edilmelidir.

Bütün egemen sınıflar ideolojik hegemonyalarını böyle değişik motivasyonlarla hareket eden aracılar vasıtasıyla kurarlar. Hiçbir egemen sınıf “gel bana tabi ol, ben seni rahat rahat sömüreyim!” diyerek ortaya çıkıp da egemenliğini sürdürmemiştir. Ama sınıf meselesini unutanların ya da onu sivil toplumla devlet arasındaki mücadele sayesinde devletin demokratikleştirileceği inancını yaymak için kullananların cinliklerinin aynı zamanda egemen sınıf hegemonyasının taşıyıcılığı avanaklığına tekabül etmesi de tuhaf değildir. Bu propagandaların yürütücülerinin tümünün avanak olduğunu söylemek olanaklı değildir elbette; Kimilerinin de geçim yolunu, yaptıkları buiş oluşturur.

AKP’yi iktidar yapan dönüşüm ve konjonktür

AKP, 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan Türkiye toplumunun yeniden yapılanması projesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Türkiye, sadece iktisadi ve siyasi olarak değil, demografik olarak da büyük bir değişikliğe uğradı ve 21. Yüzyılın ilk on yılında (2012) şehir (il, ilçe) nüfusu %77,3’e kadar yükseldi. 1980 darbesi olduğunda şehir Nüfusu %44 idi. Şehirlerdeki nüfus artışının kırlara göre düşük olduğu kabul edilirse bunun nasıl büyük bir göç hareketinin sonucu olduğu anlaşılır. Türkiye böylesine büyük göç hareketine daha önce 1950-60 arasında tanık oldu. 1927’de kent nüfusu % 24, kır nüfusu % 76 iken 1950’ye kadar bu oranda önemli bir değişiklik olmamıştır (kır %75,şehir %25). 1960’da bu oran kırda % 68, kentte % 32, 1970’te %61, %39, 1980’de %56, %44 olarak gerçekleşmiştir. Aslında bütün Türkiye 60 yılda kırdan kente göçmüştür.

12 Eylül darbesinin ardından ise akıl almaz bir göç dalgası başlamıştır. 24 Ocak 1980 ekonomik kararları Türkiye’nin neoliberal ekonomiye uyumlu hale getirilmesinin IMF tarafından dayatılmış reçetesi idi ve Demirel’in bunu yapamayacağı belli olduktan sonra mesele 12 Eylül darbesiyle halledildi. 24 Ocak kararlarının nüfusa ilişkin alanda yapmak istediği en önemli değişiklik, yeni ekonomik yapılanmanın ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü şehirlere yığabilmek idi. Bunun için geleneksel tarımın yıkılması ve yerine kapitalist işletmelerin kurulmasını sağlamak gerekiyordu. Geleneksel tarımın aleyhine alınan ekonomik tedbirler etkisini büyük bir hızla gösterdi. Köylüler kısa sürede artık toprakları üzerinde yaşayamaz hale geldiler.

1980’den 1985’e kadar Türkiye’nin kır şehir nüfus oranları altüst oldu. Kent nüfusu beş yıl içinde %44’ten %53’e sıçradı ve bu eğilim günümüze kadar her beş yılda %59, %65, %76 diye büyüyerek nihayet 2012 yılında %77.3’ü buldu. Kent nüfus artışının kırsalınkinden düşük olduğu da akılda tutulunca bu değişimin nasıl büyük bir kırdan kente göç hareketine tekabül ettiğini anlamak mümkün olur. 1980 öncesinde %0.26 olan nüfus artış hızı şehir nüfusunun artışına paralel olarak doğrusal bir hızla düşerek 2010’da %0.12’yi buldu[2]. Esasında bütün kent toplumlarının karakteristiği budur. İktisadi gelişmişlik düzeyi itibariyle Türkiye’nin biraz ilerisinde olan Latin Amerika ülkeleri bu duruma TC’den 20-30 yıl önce ulaşmışlardı. TC bunu akıl almaz bir hızla yaşadı. Bir başka örneği de Çin’dir. Çin metropol ülkelerinkine benzer bir biçimde kente gelenlerin neredeyse tümünü istihdam etmektedir. Çin’deki gelişmeden farklı olarak TC’deki gelişme işsizliği artırıp ücretleri düşürmeye yaramakta, bunun yanında da kenti kırsal alanların muhafazakârlığının sarmasını getirmektedir. İşte AKP iktidarının bunca zamandır sürmesinin bir hikmetini Emperyalizmin ona tanıdığı misyonda ve verdiği destekte bulur isek, diğer içsel faktörünü de bu göç ve ürünü olan muhafazakârlık olgusunda buluruz.

Avanak liberal ve solcularımız ise AKP iktidarının varlığını yeni ve sözde devletten bağımsız olarak yükselen burjuvazide bularak onun demokratikliğinin ekonomik temelinide keşfetmiş oldular. Hatta muhafazakârlığın haliyle en yoksul tabakalar arasında yaygın oluşuna bakarak onun halkçı karakterini bile kutsamaya kalkıştılar. Din her zaman en yoksullara en çok lazımdır. Bu dünyanın zulmüne ancak öyle dayanılabiliyor.[3] Dinin yoksullar arasındaki yaygınlığı kimi sosyalistleri de dinle yeni türden bir ilişkinin kurulması gerektiği sonucuna getirdi ama bunun ne olduğunu hiçbir zaman bulamayacaklar. Döne dolaşa yine gelecekler bizim Lenin’in ünlü anekdotuna[4].

Ne var ki, kente gelenler yüzyıllardır köylerinde sürdürdükleri anlayış ve ilişkilerini kentte sürdüremezler. Mekân değişimi onları yeni ilişkiler ve o ilişkilere ait düşünüş ve davranışlara sevk etmeye başlar. Er ya da geç kırsal alandan taşıyıp getirdikleri muhafazakâr kabuğu çatlatır ve içinde yer aldıkları yeni mekânın kendilerine dayattığı davranış ve düşünüş biçimlerini benimsemeye başlarlar. Eski nesiller “kemikleri kireçlendiğinden” direngendir ama gençler yeni mekânın gereklerini daha hızla benimserler ve ebeveynlerinin davranış hattından hızla koparlar. 1960’yıllarda tam anlamıyla bu değişimin sonuçlarını yaşadık. Önce kentli gençler muhalefetlerini deklere ettiler ve onları gecekondu semtlerinin kente yeni gelmiş olan gençleri takip etti ve o dalga kırlara kadar uzandı.

Avrupa ve Amerika’da 68, kurumsal olan ne varsa ona isyandı; ama Türkiye’de 68 şehir toplumu olmaya başlayan bir ülkede sınıf zıtlıklarının en hızlı bir biçimde dışa vurumu ve devlete başkaldırının ifadesi oldu. DP ve AP muhafazakârlığının temelini oluşturan yeni kentliler hızla muhalefetin kaynadığı alanlara dönüştüler ve bu dalga 12 Eylül 1980 darbesine kadar, 12 Mart darbesiyle kesintiye uğratılsa da, hızını kaybetmeden devam etti.

Bu yıllar aynı zamanda dünya da dönüşüm arzusunun en güçlü biçimde dışa vurulduğu yıllardı. Merkezde olsun çevrede olsun zamanın ruhunu isyan oluşturmaktaydı. Ve bu öyle bulaşıcı bir ruhtu ki, ta Vietnam’dan ya da Washington’dan “bir hayalim var” diye uzanıp İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in Amed’in ve ilh. Çevresini de merkezini de kucaklayabiliyordu. 

Konjonktür değişimi ve isyan

12 Eylül darbesi, Sovyetlerin çöküşü, neoliberalizmin kurduğu ideolojik hegemonya, hep birlikte işleyerek (solun kendine ait hatalarını ayrı bir fasıl olarak ele almak gerekir elbette) hızla dönüşen toplumda 1960’lı yıllardaki gibi erken bir uyanışın gerçekleşmesine imkan vermedi. Ama sanki tarih tekrarlanıyormuşçasına “yeni bir dünya mümkündür” şiarıyla itiraza başlayan yığınların mücadelesi çok geçmeden tüm dünyada neoliberalizme hak ettiği tepkiyi vermeye başladı.

1986 Netaş Grevi sindirilmiş Türkiye toplumunda Kürt özgürlük ayaklanmasının yanında işçi sınıfının ilk güçlü başkaldırısı oldu. Takip eden yıllarda onu deri ve nakliyat işçilerinin grevleri izledi.12 Eylülün bastırdığı toplumda metal, maden, gıda, enerjivekamu işçilerinin yürüttüğü “Bahar Eylemleri” en önemli canlanma işaretiydi. Ne var ki bu büyük eylem toplumdan hak ettiği desteği göremedi ve hükümetin uyguladığı havuç ve sopa politikalarının etkisiyle yürüyüşünü yarı yolda kesmek zorunda kaldı.

Susurluk tepkileri ise 28 Şubatın kirli sularında bulanmaktan kendini kurtaramadı. Tabi bütün bu eylemlilikler ise Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle birleşip tek bir dalgaya dönüşme şansını en başta solun kendi sosyal şoven duruşunun sonucu olarak başaramadı. Bugün bile bu birliğin sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilememiş olması, toplumsal harekete büyük enerji kaybı olarak fatura olmaktadır.

2001 de kopmaya giden egemen sınıf hegemonyası sosyalist hareketin güçlü müdahalesi olamadığı için kırdan kente göçlerle güçlenen muhafazakârlığın basıncı altında yeniden şekillenen Türkiye toplumunda AKP eliyle yeniden oluşturuldu ve solun safları ulusalcılık/milliyetçilikle, liberalizm arasında yayılıp en etkisiz haline sürüklendi. AKP iktidarının sarsılmaz gibi yükselmekte olan hegemonyasına Tekel direnişi 2010 başında güçlü bir darbe indirdi.

Tekel eylemi, işçi sınıfının nelere muktedir olduğuna işaret etmişti. TC’nin başkentinin merkezinde aylarca direnmişlerdi.  Kendileri öğrenirken tüm topluma da çok şey öğretmişlerdi. O zaman herkeste bir umut uyanmıştı: “Bu toplum uyumayacak; Bu toplum artık iktidar karşısında direnenlere destek verecek ruh halini kendinde bulmaya başladı” diye bir kanı yaygınlaşmaya başladı.

Tekel grevi daha fazlasını yapamadı ama birçok insanın içine umut tohumlarını ekti.

Tekel grevinde işçilerin kişisel hakları itici gücü oluşturmuştu ve onların haklarını korumaya toplumun diğer kesimleri de katkıda bulunmak istemişlerdi. Bahar eylemlerine de katılmış olan kıdemli bir işçi desteğe gelen Ankara halkına keyifle bakıp şöyle demişti: “Bu insanlar bize şimdi yemek, su getiriyorlar. 89’da da balkonlardan üstümüze su atıyorlardı.”

Eylem toplumun diğer kesimleriyle haklar düzeyinden bir bağ kuruyordu ama onları, haklarını tekel işçileriyle birlikte korumak için, kendileri için harekete geçirecek köprüleri kuramıyordu. Katılanlar tekel işçilerine yardım etmeye gelmişlerdi ve eğer yardım eden bunu kendi meselesine dönüştüremezse enerjisinin bir noktada tükendiğini hisseder.

Taksim direnişi işte bu anlamda önemli bir farklılık yarattı. Topluma uzattığı köprülerinin üzerinden yürüyüp gelenler, önce gençlere yardım ettiler ama tam o sırada bunun kendi meseleleri olduğunu da algılamaya, verilen mücadelenin kendi gündelik yaşamlarını savunma mücadelesi olduğunu görmeye başladılar. İşte çevreyi koruma değil de tüm bir yaşamın korunması duygusunun uyandığı yerde herkes kendisine ait bir şey için mücadele etmeye başlar.

Burada zamanın ruhunun değişmeye başlaması asıl önemli rolü oynar. Burjuva hegemonyasının kendi zaafları içinde çatlaması, sınıf çelişkilerini bu çatlaktan fırlayarak zamanın ruhunu itaatten isyana doğru değişmeye zorlar.

2007 yılı dünya çapında neoliberalizmin havlu atmak zorunda kaldığı yıl olmuştu. Özellikle ABD’de olağanüstü şişirilen finans sermayesi balonu birden patladı. Bir zamanlar kutsal ayet gibi tekrarlanan  “piyasanın sihirli eli”nin bir kıyameti davet ettiği görülünce neoliberalizm teorisyenlerinin en ünlüsü Fukuyama“devlet müdahalesi olmazsa mahvoluruz” diyerek neoliberalizmin iflasını ilan etti. İktisadi alanda iflasa sürüklenen bu teori, ideolojik alanda da hızla bir çöküşe geçti. Çünkü neoliberalizm sadece bir iktisadi görüş değil aynı zamanda yeni bir ideolojik bakış da oluşturmaktaydı.

Güney Amerika’da esmeye başlayan devrim rüzgarları, Kuzey Amerika’nın her yanını sarıp Avrupa’ya ve Kuzey Afrika’ya ulaştı. Tüm dünyayı yeniden 20. Yüzyılın ikinci yarısında egemen olan isyan havası sardı.

Zamanın ruhu neoliberal hegemonya’dan ona olan isyana dönüştü.

Artık kopuş zamanı.

Türkiye’nin zamanın ruhunu içine çekmesi hemen gerçekleşmedi. Dünya çalkalanırken bir avuç sosyalistin ve Kürtlerin 30 yıldır süren isyanının ötesinde önemli bir halk hareketi görülmedi. İktidar partisinin kendisine TC’nin 100. yılını kutlama projeleri biçtiği ve birçoklarının da bunu münasip gördüğü, iktidarın muhalefetsizlik şımarıklığından artık aklına esen fanteziyi “çılgınca projeler üretiyoruz” diye toplumun önüne atmaya başladığı bir momentte, yine başlangıçta pek kimselerin isyan adını yakıştıramadığı Gezi direnişi ortaya çıktı.

1 Mayıs gibi kimi direnişlerin tüm fedakarlıklara rağmen bir günden fazla süremediğine alışmış ve bundan güya ders çıkarmış olan birçoklarının “makuliyet” adına şunu söylediğini sıkça duyduk: “Artık bu işi uzatmamak gerek. Hazır Başbakan da geri adım atmışken (11 Haziran) bu işe bir son vermek gerek. Yoksa dağılıp gidecek!” Daha kötüsü, bu işin AKP iktidarını yıpratmak için darbeciler tarafından yaptırıldığını sananlar bile oldu. Ama hiç bir şey öyle tecelli etmedi. Gezi direnişi Haziran İsyanına dönüştü. Ve müthiş bir yoğurma makinası gibi katılanları yeniden şekillendirmeye başladı. Ne darbeci, ulusalcı olduğu yerde kalabildi, ne sosyalistler, ne faşistler. Müthiş değişimin fotoğrafı elinde Türk bayrağı olan bir kadını yerden kaldıran BDP’li bir genç ve onlara kurt işareti yaparak sanki destek vermeye çalışan bir faşist olarak çekildi.

Herkes inanmaya başladı ki kurbağa uyandı ve sudan sıçradı…

Bu uyanış için yeni neslin getirdiği dinamiğe özel bir anlam yüklemek ve güvenmek gerekiyorsa, kurbağaya boynuz atıp zıplamasını sağlayan RTE’ye de ayrı teşekkür etmek gerekiyor. Yıllardır adım adım günlük hayatı İslami doğrultuda fethetmeye çalışan AKP, bu itidalini kaybedip tam bir öküz gibi masum bir kurbağayı boynuzlamaya kalkıştı.Nasıl oldu da on yıldır müthiş bir şans ve titizlikle örülmüş olan taktik davranış hattı birden terk edilip, kırmızı beze saldıran kızgın boğa gibi RTE her tarafı boynuzlamaya başladı?

RTE’yi kurtarıp işi Cemaatin üzerine yıkmaya çalışan muhtelif can simitleri kimi yandaşlar tarafından üretilmeye çalışılmış olsa da, RTE hepsini mahcup etmeye kararlı bir biçimde “polise emri ben verdim ve polisimi yedirmem” diye başladığı nutuğuna“ Taksim’de destan yarattınız!” diyerek devam etti.

O kadar kararlıydı ki, “ben gelene kadar bu işi bitirin!” deyip Tunus’a kankalarının yanına gitti. Birçok insan Başbakan vekili Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanının sözlerine bakarak bu işin tatlıya bağlanacağını sanırken, RTE onların beyanlarını duydukça zıvanadan çıkıp, hezeyan geçirdiğine delalet eden ifadeler kullandı.

RTE, kendisiyle görüşmeyen Kral Hasan’dan aldığı “derslerle” ve Tunus’ta uğradığı protestolarla Kuzey Afrika gezisinden ters döndü.  Hüseyin Çelik’in “karşılama yapmayacağız” açıklamasına karşın, organize olduğu ve konuşmasının önceden hazırlandığı belli olan belediye imkânlarının seferber edilerek yapılan bir gece yarısı mitingiyle RTE DirenGezi’ye tekbir sesleri arasında postasını koydu. Beklenen “yumuşatıcı, kapsayıcı” konuşma yerine namlusunu olayların yaratıcısı olduğunu iddia ettiği, kimsenin ne anlama geldiğini pek anlayamadığı  “faiz lobisine”  çevirdiği bir tahrikat konuşması yaptı. Yine Akif’ten sivri uçlu bir şiir bulup çıkardı. Belediye imkanlarıylaHavaalanına taşınmış olan kitle “ yol ver gidelim, Geziyi ezelim” diye haykırtılarak gerilim bilinçlice yükseltildi.

RTE bunları neden yaptı?

Libya istilasından çıkardığı dersle, bu kez Fransa’nın sıranın başını kapmasına izin vermeden Suriye’ye girmeyi planlamıştı. Bu sayede Srilankausulüyle yok etmeye kalkıştığı PKK’yi yok etme fırsatını elde ederken, bölgedeki birinci hegemon güç olma planını hayata geçirecekti.[5]Ama bunların hiç biri olmadı. Obama’yla görüşme sonrası tam tersi bir durumla dönmüş bir haldeydi. Suriye’nin istilası konusunda hiç bir umut yokken, “boş işler” olarak nitelediği bir de EsEd’in tanınması sonucuna varabilecek Cenevre II görüşmelerinede “ikna” edildi[6]. Sırtındaki Roboski kamburuyla zor dolaşırken, bir de kendisine ABD’de el üstünlüğü sağlayacağını sandığı Reyhanlı katliamı kamburunu ekleyince “gündem yaratmayı bilmeyene ben başbakan mı derim” deyip sonuçlarını esasında hesaplayamadığı “direnGezi” gündemini yarattı. RTE, başrolünü kendisine verdiği ve kendisini kurguladığı senaryoya öylesine kaptırmıştı ki, tam bir oyuncu gibi davrandığını gizleyemiyordu.

Erdoğan, Gezi eylemlerindeki sert üslubuna dikkat çeken İnanır’a,
“Sen Kadir İnanır’sın, filmlerindeki rolün ile buradaki durumun aynı mı?” dedi.
Elbette ki aynı değil. K. İnanır filmlerde senaryo gereği kılıktan kılığa girer ve gerçek hayatta bu kılıklarının kimseye bir zararı yoktur: “akil insanlar toplantısına” gelince de “akil” kılığına girer; işte burada oynadığı rolün gerçek hayatta insanların hayatına etkisi olabilir. Besbelli ki, RTE’de kendisini Kadir inanır gibi ‘artiz’ zannedip aynısını yapıyor. “Akil” olunmasını gerekli gördüğü yerlerde, örneğin Obama’nın karşısında olduğu gibi, akıllı davranmaya çalışıyor. Sonra aynı K. İnanır’ın yaptığı gibi siyaset sahnesine geçince eline verilen senaryonun adamı olarak karşımıza dikiliyor. Ama onun siyaset sahnesi ile K.İnanır’ın film sahnesi arasındaki farkı aklına getirmiyor, getirmek istemiyor. Rol roldür deyip oynuyor!

ABD’ye gitmeden önce, aklında Suriye’nin istilası, PKK’yi barışla oyalayarak önümüzdeki seçimleri rahat ortamda geçirmek, bu saye de edineceği prestijle yandaş sermayenin önünü sınırsız bir biçimde açmayı hesaplamaktaydı. Böylece kendi kendini boş yere “usta” ilan etmemiş olduğunu, etrafının onu “dünya lideri” olarak pohpohlamasının boşa olmadığını gösterecekti.

Ne var ki, Obama’nın yanına gittiğinde eline verilen senaryo onun şaşkına çevirdi; aklını neredeyse başından aldı. On yılda yaptıklarının hepsini birden yerle yeksan olacağını anlatıyordusenaryo:

1-Suriye işgali yok. Başına sardığın belaları (yarım milyon göçmen, El Kaide ve benzeri bir yığın haydut) bir an önce temizlemenin yolunu bul. Bulamazsan altına girdiğin angajmanın sosyal, siyasal ve mali yüklerinin altında kalmak da var kaderinde.

2-ABD merkez bankası yakında faizleri yükseltecek, bono alımlarını yavaşlatacak ve durduracak; sermaye bulmak eskisi kadar kolay olmayacak; onun için ayağını denk al;façayıçizdirebilirsin.[7]İyi bir konjonktüre denk gelip bol miktarda dış finans olanağı buldun ve borçla büyüme imkanıyakaladın. Borç yiğidin kamçısıdır ama borcunu ödemeyeni de fena halde kamçılarlar. Şimdi ödeme ya da kırbaç zamanı.

3-Siyasal İslam projesine dayalı TC’nin rol modelliği işi bitti. Çünkü bir işe yaramıyor tersine, hayata geçirilmeye çalışıldığı her yerde, model olan ülke de dahil olmak üzere gerginlikleri artırıyor. Bununla da kalmıyor, bu yolda ilerlerken iktidarın istenmeyen kesimlerin eline geçme tehlikesini yarattığı gibi, kimi müttefikler de (Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn gibi) bu işten hiç hoşlanmıyorlar. Irak’ta istenmeyen bir iktidar, Libya içinden çıkılmaz bir kaosta, Mısır’da yeniden darbe yapmak gerekti ve Suriye’de Esad’ın düşürülmesi durumundaEl Kaide belki de iktidar olacak. Barış vaat ederek iktidar olan Obama için epeyce kabarık bir savaş faturası masasının üstüne konulmuş durumda ve RTE ondan Suriye’ye girmeyi istiyor. Bunu kabul etmek Obama için mümkün değil.

 

RTE sahte bir biçimde şişirilmiş ekonomik başarılarıyla çok övünüyordu. IMF’ye olan borçları bitirmişti ama başka iç ve dış kreditörlerden 291 milyar Dolar aldı ve bunun 40 milyar dolarını IMF’ye ödedi. Borcu yeni borçla öderken, üstüne bir de 250 milyar Dolar daha borçlandı. Üstelik yeni icat ettiği bir yöntemle bu borçların çoğunu da kendisi uluslararası kredi kurumlarından almıyor tersine, yandaşları alıp devlete faizle borç veriyor. Böylece devletin dış borçları azalmış görünürken önemli bir yandaş faizci devlet eliyle kolayca zengin edilmiş oluyor. Ama RTE bu arada “faiz lobisi”ndenşikayet ediyor. Tabi faiz lobisi deyince de herkesin aklına “Yahudiler” geliyor. Bunlara bir de KOÇ vb’yi eklediğiniz zaman iç ve dış düşmanlar da hükümeti düşürmek için birleşmiş oluyorlar!

ABD merkez bankasının faiz yükseltmesi ve bono alımlarını azaltması demek, para sermayenin, borsadan, hisse senetlerinden uzaklaşması, kredi imkanlarının daralması, reel sektörün daha zor sermaye bulması ve nihayetinde, %65’i yabancı sermayenin elinde olan İstanbul borsasının daralmasının yanında %3’ün altına düşmüş olan büyüme oranının daha da aşağılara çekilmesi, işsizliğin artması, satınalma gücünün daha da düşmesi, reel sektörün de şikayete başlaması ile bütün dünyanın içinde yüzdüğü kriz durumunun bu kez Türkiye’ye de büyüyerek yansıması anlamına geliyor.[8]

Böyle bir ortamda RTE, hem barışı sürdürecek hem de seçimlere girecek, hem de başkan olacak!

Bunların hepsinin negatif sonuçlar verebileceğini kestirmek için kahin olmak gerekmez. O zaman ideolojik hegemonyasını kaybetmemek, bu işlerin onun başının altından değil de düşmanların şiddetli bir saldırısından kaynaklandığını ve milli savunma durumuna geçilmesi gerektiğini anlatabilmek için saldırıya geçmek gerekiyordu.

“Ustalık dönemi”ne girişiyle birlikte yerini sağlamlaştırdığına olan inançla günlük hayata müdahalelerini artırmaktaydı. Gelen kriz dalgasıyla içine yuvarlanacağı sefil durumu gizlemek, güçlü olduğunu göstermek ve taraftar saflarını kemikleştirmek üzere gerilim politikasını daha da artırdı. Akil adamlar toplantısında makul adamı oynarken, siyaset sahnesinde çevirdiği filmde sert adamı oynamaya başladı. Çamlıca tepesine dikmeyi planladığı “abide”ye ilaveten, 31 Mart (1909) vakası diye bilinen şeriatçı ayaklanmanın merkez üssü rolünü oynamış olan topçu kışlasını ideolojik bir mesaj olarak yeniden yapacağım diyerek, hem Taksim alanını işgal etme hem de Gezi Parkını ortadan kaldırma hevesi, en barışçı biçimde çevre için gösterilen tepkiye en azgın karşılığı vermesiyle sonuçlandı. Ama ne onun ne de başkasının beklemediği bir karşılık buldu.

On yıllık tepki birikimi Gezi Parkı vesilesiyle bütün Türkiye’yi sardı. Hükümetin de kabul ettiği üzere milyonlarca insan bütün baskı ve şiddete rağmen gece gündüz demeden sokaklara çıktı, hükümeti istifaya çağırdı. “Apolitikleri” siyaset sahnesine çekmeye, “söz”ün, halk iradesinin ortadan kalkmasına izin vermemek için şiddeti, kendini savunma anlamında en asgari düzeyde tutan yeni bir direniş kültürü yaratmaya, bu direnişin içinden özgür ve dayanışmacı kent alternatifinin embriyolarını üretmeye, iniş çıkışları olacak olsa bile totalitarizme isyan eden bireyin toplumsal varoluşunun çerçevesi olacak olan bir yeniden kuruluşun önünü açmaya çalışan, 68 benzeri bir hareketin gelişmekte olduğunu, hareketin yanında olan birçokları gibi RTE’nin de anlamaması mümkün değildi.
RTE, gelişen olaya, hazırlığını yaptığı seçimler dönemine problemlerin sorumluluğunu yükleyecek birilerini bulma, taraftarını kemikleştirecek, otoritesinin yerinde durduğunu gösterecek, karizmasını çizdirmeyecek bir davranış hattını kurmak ve bir tür erkenden seçim kampanyası başlatmak açısından yaklaşıyor. Bunun için toplumu, saf değiştirmenin imkânsız olacağı çok derin yarılmaya sürüklüyor.“Pis dinsizler” ve “Allah yolunda giden müminler” arasındaki çatışmayı derinleştirmek için, camide içki içenler, başörtülü kadını bebeğine aldırmadan dövüp üzerine işeyen “taksim zalimleri”, kamu malına zarar vermeyi zevk edinmiş, tinerci Vandallar, polise kurşun sıkanlar, bunları sahneye süren faiz lobisi ve dış güçlerin Türkiye’nin büyük devlet olmasına karşı yürüttükleri bir savaş üzerine kurulu ajitasyonla dindar gençliği kindarlıkla doldurup,“yol ver geçelim, taksimi ezelim” diye haykırttırıyor.

Tehlike ve tehditlerin büyüklüğünü göstererek şimdiye kadar yandaşların edindikleri kazanımların birden ellerinden gideceğini, sadece mallarının değil canlarının da tehdit altına gireceğini anlatıyor ve dehşete sürüklenmiş yandaşlarının öz savunma güdülerini harekete geçirip onları kemikleştirip, saldırganlaştırıyor. Tehlikenin büyüklüğünü anlamaları için, “Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, beni yiyemeyeceksiniz!” derken, onlara tehlikenin ölüm tehlikesi olduğunu ve var olmaya devam edebilmek için her şeyin mubah olduğunu anlatarak diktatörlüğün yolunu açıyor: Sertlik eleştirileri karşısında, “ Kusura bakmayın, ben değişmem!” diyor. “Sertsin, diyorsunuz; Menderes kibardı da ne oldu? Astınız!” diyor. Kibar olmadığında da nasıl olacağını barışçıl protesto eylemlerine karşı gösterdiği azgın tepkiyle ortaya koyuyor. Polisi yaptığı saldırganlıklarda cesaretlendirmek için, müdürüne, “Taksimde Çanakkale destanı yarattınız!” dedirtirken kendisi de “polisi yedirmeyeceğini, onların destan yarattıklarını” tekrarlıyor ve azdırmak için on maaşa kadar varan parasal teşvikler dağıtıyor. Ve gerçekten de, Ankara’daEtemSarısülük’ü herkesin gözü önünde öldüren, cinayet videosu ortada dolanan polisini “nefsi müdafaa” iddiasıyla serbest bıraktırıyor. Bülent Arınç polisin eline teröristlerin attığı taş geldiği için bir “kaza” olduğu masalını anlatıyor. Eskişehir valisi RTE’den aldığı cüretle AKP militanları ve polislerce katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın polise iftira atmak için arkadaşları tarafından öldürüldüğü yalanını söylemekte, video kayıtlarını sildirmekte hiçbir mahzur görmüyor. Artık polise cinayet işlemek serbest. Nerede bir slogan atan, polisin karşısında dikilen insan varsa, polis tarafından “kendini savunma” eylemi olarak öldürülebilir ve katil emsal davada olduğu gibi serbest bırakılabilir.

İşte Lice’de olanlar: Kalekol yapımını protesto eden halkın üzerine ateş açılıyor ve Medeni Yıldırım jandarma ateşiyle öldürülüyor; on kişi yaralanıyor ve Vali “bunun menfaatleri zedelenen uyuşturucu baronları ve terör örgütünün kışkırtmalarının sonucu olduğunu” ilan edebiliyor. Bu askeri vesayetin yerine tam anlamıyla polis devletinin geçirilmesidir.

Polisin ve askerin bu tutumu, muhataplarının da savunma güdüleriyle aynı yöntemlere başvurmasına yol açabilir. RTE bunun için can atmaktadır. Kenarda köşede sıkılan kurşunların protestocular tarafından sıkıldığını kanıtlamak için boşuna çabalamıyorlar. Bir polisin kurşunla öldürüldüğü yalanını boşuna söylemiyor. İstiyorlar ki, çatışmalar bir an önce silahlı boyuta tırmansın, kendilerinin kullandığı şiddet de meşruiyet kazansın ve hareket henüz rüşeym halindeyken ezilip bir kenara atılsın.

Silahların konuştuğu yerde halkın sesi duyulmaz olur. İktidarın istediği de budur. Bir an önce halk sahnenin kenarına çekilsin ve sahnenin ortasında elinde silah olanlar kalsınlar! Bu durumda silahlı örgütlenmesi üstün olan kuşkusuz kazanacaktır; Buna izin vermemek gerekiyor. Bugün iktidarla nihai hesaplaşmanın yakınına bile gelmiş değiliz. Henüz halk itiraz etmeye başlamış ama bu itirazına süreklilik ve etkinlik kazandıracak biçimleri verememiş, eylemini ve savunmasını sürekli kılacak bir bilinç ve örgütlenme düzeyine ulaşamamıştır. Elinde şiddet tekelini bulunduran iktidar hareketin bu safhasından ileriye gitmesine fırsat bırakmadan onu en şiddetli çatışmaların içine çekerek erkenden tasfiye etmeye uğraşıyor. Ama bütün yalan haberlerine rağmen şimdiye kadar başarılı olamadı. Lice saldırısına tepki gösteren BDP’nin mitinglerine en azgın bir biçimde saldırıp olayların tırmandırılmasına zemin hazırlamak istedi, ama başaramadı. Tersine Türkiye halkları buna Lice-Gezi köprüsünü kurarak yanıt verdi.

Barışın Gezi’ye katkısı

Kürdistan özgürlük mücadelesini oligarşi, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesini bulandırabilmek için elinden geldiği kadar şovenizmi yükselterek kullanmaya çalıştı. Tüm Türkiye’yi saran yoğun şoven milliyetçilikortamında zaten Kemalizm’le sakatlanmış, sosyal şoven bir raya oturmuş ve oradan kendine hayat alanı açmaya çalışan bir sol kesim de kendine hayat alanı kazandırdığını sanırken devletin bu şovenizmi yayma politikasının aracı oldu. Sanki sınıf mücadelesi ya Türk milliyetçiliğine ters gelmeyecek şiarlarla yürütülecekti ya da sömürge savaşının sonrasına ertelenmek zorundaydı! Ama böyle bir ertelemenin hiçbir anlamının olmadığını yine Gezi direnişi ortaya koydu. İki halkın mücadelesini ortak bir kanala akıtmak, Ortadoğu’nun emperyalist tasallutun elinden kurtulmasının ve halkların demokratik ilişkiler içerisinde birlikte yaşamasının imkânlarını içermek üzere tasarlanan barış planının tüm sıkıntılarına rağmen, hükümetin bunu kendi amaçları için kullanabileceğinin bilinci içerisinde A.Öcalan tarafından devlete dayatılması, şovenizm sisinin ortalığı bulandırmasının önüne geçti ve Türkiye halklarının kapitalist düşmanını daha berrak bir biçimde görebilmesine olağanüstü bir katkıda bulundu. BirçoklarıncaRojava devrimin ortaya çıkması ile PKK’nin Ortadoğu ve Kürdistan alanında etkinliğinin zirve yaptığı koşullarda savaşı şiddetlendirmesi beklenirken, Öcalan’ın barış planıyla sahnenin önüne gelmesi hükümetin Suriye’nin işgaline dayalı şoven-militarist politikalarına muazzam bir yanıt oldu. Hükümet barışı PKK’yi silahsızlandırma, ortadan kaldırma ve önündeki seçimleri rahat bir ortamda gerçekleştirme hesaplarının taktik adımı olarak hesaplarken, hiç hesabında olmayan bir başka gelişmenin kapısını da açmış oldu. Savaş davullarının susması, Suriye’nin işgalinin bir başka bahara kalmasıyla birlikte artık devletin halka karşı her eylemi bir başka bakış açısından görülüp, hiçbir bahaneye kulak asılmadan direniş vesilesi olarak değerlendirilmeye başlandı.

Gezi direnişiyle birlikte Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde görülmemiş bir biçimde özgürlük mücadelesinin Batı’da anlaşılmaya ve desteklenmeye başlandığı bir eşik oluştu. Polis mezaliminin boyutlarını gören insanlar, “Taksimin göbeğinde bize bunu yapanlar, kuş uçmaz kervan geçmez dağlarda Kürtlere kimbilir neler yapmışlardır?” diyerek özgürlük hareketine karşı önemli bir empati geliştirmişlerdir. Bu iki hareketin ortak mücadelesi için son derece değerli bir temel oluşturmaktadır.

Hareket dönüştürür

Ne var ki, bütün devrim hareketlerinde olduğu gibi bu harekete de faşistlerden sosyalistlere kadar geniş bir yelpazede değişik niyetlerle katılanlar olmuş ve Türk bayraklarının yoğunluğunu gören Kürt siyasal önderlerinin bir kısmı hareketin CHP-İP-Ulusalcılar-darbeciler yelpazesinin etkinliği altına gireceği endişesiyle, mesafeli durulması ve barış sürecini onların kötü niyetlerle baltalamasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Halbuki, hareketin herkesi eğittiğini en iyi bilebilecekler onlardı. Ama bu uzun sürmedi. Zaten daha en başından Kürtler Öcalan flamalarıyla varlıklarını göstermişlerdi. A. Öcalan hareketin özünde yatan karakteri en başından doğru olarak teşhis edip onu selamladı. Daha sonra Cemil Bayık daha incelikli bir biçimde sorunu ele alarak iki mücadelenin birbirini besleyeceği gerçeğinin altını sağlam bir biçimde çizdi.O bir devrimciye yakışır özeleştiri ve değerlendirmeleriyle barış sürecinin geziyle tek bir dalgaya dönüşebilmesi için gerekenleri yerine getirmeye girişti[9].

Devrimci bir halk hareketine katılanlar artık eski konumlarını asla muhafaza edemezler. Öyle ya da böyle değişerek bu hareketten çıkacaklardır. Değişmemekte kararlı olanları hareket savurup dışına atacaktır. Dikkatli bakan gözlerin aslında bunu daha en başından hareketin sergilediği kimi fotoğraflarda görmeleri gerekirdi.

Gezi direnişçileri korumak istedikleri ağaçlara Roboski’de öldürülen çocukların isimlerini vererek halkların kardeşliği ve dayanışmasının en güzel örneklerinden birini verdiler; korunacak çevrenin içinde değişik milliyetlerden insanın da olduğunu herkese en görünür biçimiyle hatırlattılar ve ebedileştirdiler. Artık Roboski’de katledilen fidanlar Gezi’nin ağaçlarında yeniden can buldular ve zalimlerin suçlarını onlara hergün haykıracaklar. Onun içindir ki, Erdoğan o ağaçları şimdi daha fazla yok etmek istiyor. Onun içindir ki, o ağaçlar bizim için şimdi çok daha değerli.

Hareket eğiticiliğini bütün süreç boyunca göstermeye devam eti. Cinsiyetçiliğin, militarizmin örneklerini ayaklarının altına alıp çiğnedi. Zalimlerin Lice saldırısı harekete bir adım daha attırdı. Onun ruhunda varolan özgürlük ateşini alevlendirdi ve onbinler Taksime bu kez “dayan Lice” diye yürüdüler. Dağdaki gerilla “umut Gezide” diye selamını gönderdi. Sönümlenip gideceği sanılan Gezi kıvılcımı çoktan tüm Türkiye’yi sarmış durumda. Artık iktidar kıpırdayan her şeye saldırmak ihtiyacı duyuyor. Bir zamanların yığınları uyutma aracı olarak görülmüş olan stadyumlar iktidarın korkulu rüyası haline geldi. RTE üniversiteleri polis işgali altına sokma planlarını ilan ediyor. Bunlar gösteriyor ki, iktidar katından bakılınca da artık eskisi gibi rahat bir hegemonyanın sürdürülemeyeceği, yeni egemenlik biçimlerinin geliştirilmesi gerektiği düşüncesi hakim duruma gelmiş.Gezi, direnişten toplumun tüm çelişkilerine yanıt üreten alternatif bir hareket olmaya ilerliyor. Mesele direnirken alternatif sunabilmekte. Direnenler neye karşı olduklarını haykırırken toplumun tüm kesimlerinin katılımını sağlamak üzere neyi istediklerini de sözleri ve pratikleriyle ortaya koyabilmeliler; bu Gezi direnişiyle birlikte çoktan başlamış bulunuyor.

Sosyalistler Haziran isyanından öğrenmelidir

Uzun yıllardır atomize olan, örgütsüzleşen, örgütün, ideolojinin “kötü”, “bela” olduğunu öğrenen yığınlar, bütün “bu kötülüklerin” arasından kafasını kaldırıp, “kötülüklere” karşı korunmaya çalışırken yolunu açmaya çalışmaktadır. İtiraz ederken yolunu arayan bu muhalefete eskinin bilinen yöntemleriyle müdahale edilmeye kalkışılmamalıdır. İktidar bunun için çok çabaladı; Hareketi eski yapılara mal etmeye çok çalıştı; Çünkü biliyor ki, eski yapılar onun kolayca yenebildiği yapılardır; Düşman olarak onları karşısında görmek istemektedir. Ama iktidar bunu başaramadı. Eski kurumsallaşmış yapılar ele geçirme çabalarında hareketin kıyısında kaldılar. Kendilerini değişime uydurabilenler hareketin tarihten yararlanabilmesine olanak sağlayarak, tekerleği de yeniden keşfetmeye kalkışmadan ilerlemesine yardımcı oldular ve bundan sonra da olabileceklerdir. Eski muhalefetin bu hareketten öğreneceği en önemli şey, kendi muhalefet biçimlerinin boyunun hiç uzamamasına karşın bu yeni hareketin nasıl yığınları kapsadığının ilmini kapmak ve kendini buna göre dönüştürmektir.

İktidar bloku, için için kaynıyor olsa da henüz iç dengelerini yitirmemiş, ideolojik hegemonyasını kaybetmemiş durumdadır. Bu mücadeleyi silahsız süren bir gerilla mücadelesi gibi görmek, iktidarın saldırdığı yerde fazla zayiat vermeden çekilmeyi bilmek, bir başka alanda nefeslenip, yeni saldırı noktalarını iyi tespit edip, güçlerini toparlayarak bir bıktırma savaşı stratejisi izlemek gerekiyor. İktidara karşı verilen bıktırma savaşı aynı zamanda en geniş yığınları neye davet ettiğinin örnekleriyle doldurularak direniş tam bir alternatif üretimine yönelmelidir. Taksim mücadelesi kendiliğinden bunun en güzel örneklerini verdi. Hareketin nispeten geriye çekildiği aylarda dayanışma ve doğrudan demokrasi örneklerinin üretilmesine girişildi.Parklardaki  forumlar, çalışma grupları, mahallelerdeki inisiyatifler şimdiden bir örgütlenmeyi ve hedeflerin hareketin taşıyıcıları tarafından ortaya konulması anlamında programını üretmenin ilk adımlarını oluşturuyorlar. Şimdi dayanışmanın ve doğrudan demokrasinin varolan rekabetçi alanlara ve temsili demokrasiye nasıl müdahale edip onları dönüştüreceğinin yollarının bulunması zamanıdır. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi değil. Tüm dünya, direnişlerle, işgal hareketleriyle, Arap ayaklanmalarıyla aynı kavgayı veriyor ve son derece zengin deneyler sergiliyor. Birbirimizden alıp vereceğimiz çok şey var.

Hareket öyle aniden bastırdı ki, kimse oturup neyin ne olduğunu sağlıklı biçimde değerlendirme şansına sahip olamadı. Kimi bunu bir zaman parlayıp sönen, 1 Mayıs ve benzeri hareketler gibi görürken, kimi de onu masumlaştıracak bir çevre hareketine indirgemeye çalıştı. Aslında şu andaki iktidara karşı olan her kesimden birazı itiraza girişti. İşin içinde faşistler, CHP’liler, MHP’liler, hatta kimi AKP’liler, ulusalcılar, nasyonal sosyalistler, sosyal şovenler, liberaller, demokratlar, değişik türden sosyalistler, çevreciler, feministler, LGBT, “X”, “Y” nesilleri, işçiler, küçük burjuvalar, antikapitalist Müslümanlar, demokrat Müslümanlar, Aleviler, Kürtler, Çarşı gibi akıl almaz katkılar sağlayan spor klubü taraftarları, sanatçılar, hatta yer yer kimi burjuva temsilciler, hülasa tüm Türkiye’nin temsilcileri kristalize olmadan, programsız ve örgütsüz tam bir halk hareketi olarak mevcut iktidarın karşısına dikildi. Hareketin ortak paydasını iktidarın uyguladığı şiddete, o şiddetin saçtığı, totalitarizm, kibir, bir başkasına söz hakkı bırakmayan toptancılığına karşı çıkış oluşturdu. Ama bu hareket sadece bir kaosu anlatmıyor. O kaosun içinden geleceğe taşınacak son derece değerli filizler fışkırıyor.

Esasında bizim neslimizin mücadeleye girdiği gibi, bu hareketin ağırlığını oluşturan en genç bileşenleri de elli sene sonranın şartları ve entelektüel ortamında devrim mücadelesine giriyorlar. Kendi deneyleriyle öğrenecekler. Önceki nesillerin önlerine koyduğu şeyleri kendi bildikleri gibi değerlendirecekler veya bir kenara atacaklar. Şimdiye kadar yürüdükleri doğrultuda ne yaparlarsa iyidir.İster atsınlar, ister aynen kullansınlar, ister değiştirsinler ama devrimci bir geleneği ve geleceği kuracaklarına hiç kuşku yok. Bir önceki nesiller nasıl son elli senenin organik yapısını şiddetle etkilediyse onlar da önümüzdeki elli seneyi kurgulamaya kendi tarzlarında başladılar ve kuşku yok ki, önceki nesillerden daha az maharetli olmadıklarındanaynı bir öncekilerkendilerinden eskilerin önüne nasıl geçtiyse onlar da hareketi bu güne kadar taşımış olanların önüne öyle geçme başarısını göstereceklerdir.

Somon balıkları tatlı sularda doğar sonra binlerce km yol kat edip denizlere ulaşırlar. Bir zaman sonra ise denize açıldıkları nehirden yukarıya aynı yolu tersinden kat ederler. Tam yumurtadan çıktıkları nispeten sakin yere geldiklerinde de yumurtlar ve bir zaman sonra da ölürler. Nehrin yatağı ölü balıklarla dolar. Kısa zaman sonra yumurtalarından yeni çıkan yavru somonlar bunları yiyerek ebeveynlerinin yaptıkları seyahati gerçekleştirmek üzere yola çıkarlar. Eski somonların yok oluşu yenilerinin varoluş imkânına dönüşmüş olur.

  1. yüzyılın ikinci yarısında hayata müdahale etmeye girişen 68 nesli ve devamı son elli yıllık hayata damgasını basmış olsa da uzun zamandır ki, değişen dünyanın ihtiyaçlarına yanıt verecek bir çerçeveyi ortaya çıkaramadı. Eski yapılar kemikleşti, daraldı ve kendilerini parçalanarak tekrarlayıp duruyorlar. Buna karşılık yeni nesiller örgüt anlayışı ve eylem biçimi açılarından eskinin tam benzeri olmayan yeni biçimlerle hayata müdahalelerde bulunuyorlar; Adım adım yeni duruma uygun yeni bir hareket türü ve gelenek yaratıyorlar. Eskiler onların eylemlerinin ve örgüt anlayışlarının pek sonuç getirmeyeceğini, kendilerini dinlemeleri gerektiğini düşünmek yerine, kendi projelerinin neden toplumdan yeni neslinki kadar reaksiyon almadığını sorsalar ve somon balıklarının içgüdüsel olarak gerçekleştirdiğini bilinçli bir biçimde gerçekleştirseler hem yeninin üremesini kolaylaştıracaklar hem de onun içinde dönüşmeyi benimsemiş olarak yeniden varolmanın imkânına kavuşacaklardır.

Kuşkusuz bir kesim sosyalist bunun farkına varmış ve buna uygun bir davranışı sergilemeye çalışmaktadırlar. Ancak önemli bir kesimin bu yeni hareketi kendi eski örgütlenmelerinin gelişme alanı olarak gördüklerine de kuşku yok. Eğer ikinciler başarılı olurlarsa Gezi direnişiyle başlamış olan hareket de kendini tekrarlayan eskiye dönüşerek bitmiş olacak. O yolun bitmiş olduğunu, bir salto mortaleningerçekleştirilmesi gerektiğini hareketin bütün fedakarlıklara rağmen düşük yoğunluklu olarak devam ediyor olmasıbize bunu kanıtlıyor.

Hayatın değişimi açısından ortada bariz farklılıklar var. Fordist döneme ait işçi karakteristiği ciddi bir değişime uğrayarak saflarına geniş bir zihin işçileri kitlesini eklemiş, fabrika tek iletişim ve kolektif davranışmekanı olmaktan çıkmış, bilgive insanların birbirine ulaşım olanakları akıl almaz ölçülere varmış, sanal mekan reel mekana eklemlenmiş durumda. Bu bir önceki dönemin mücadele biçimlerindebulunmayan ciddi bir farklılıktır. Hayat bu farklılıkları içerecek genel bir kurgu, mücadele biçimi, örgüt anlayışıve ilişki-iletişim biçimlerini talep ediyor; aslında bunlar kendiliğinden bir biçimde bu mücadelenin içinden yeşeriyor ve kendilerini bize dayatıyorlar. Meselemiz bunların kendiliğinden bir biçimden kurtulması ve bilincimize çıkarılmasıdır. Bunu kavrayabilmenin yolu hareketin öğretmeni, öncüsü olmaya kalkışmadan önce öğrencisi olmaktan geçiyor.

Burada artık büyük ölçüde yeni bir dil konuşuluyor. Eski hareket yeninin içinde kendisini var etmek istiyorsa öncelikle bu dili öğrenmeli ki, bu hareketin anlattıklarını anlayabilsin. Bu dili öğrenmek sayesindedir ki, yeni edebiyata eskinin tecrübelerini katabilmek mümkün olur ve tekerleğin keşfinin yeniden yapılmasının üstünden atlanabilir. Türkiye bunutek başına yaşamıyor. Kuzey ve Güney Amerika’lardan, Avrupa’dan Afrika’dan Asya’ya kadar eskiyi aşmaya kararlı olduğunu her adımda gösteren yeni bir hareket dalgası gelişiyor. Artık kırlardan şehirleri kuşatmaya niyetlenen gerillaya değil, ülke nüfusun %70’ini bünyesinde barındıran kentlerin tüm sokaklarında cereyan eden gerilla mücadelesine tanık oluyoruz. Ama bu gerilla mücadelesi de bildiğimiz eski şehir gerillası değil. Devlet bütün şiddet araçlarıyla üstüne giderken sivil itaatsizlik en önemli mücadele yöntemini oluşturuyor. Ama bu kadarla da kalmıyor. Kendini savunmak için adım adım gerekli yeni yöntemler eskilerle birleştirilerek mücadelenin o evresine uygun bir biçimde hayata sokuluyor. Yer yer ölçünün kaçtığı, hareketin meşruiyetini zedeleyebilecek şiddet öğelerine başvuranlar olsa da hareket kendi içindeki uyarıcılarıyla bir negatif geri besleme devresi gibi işleyerek bunların doğru biçimlerinin ortaya çıkmasına yardım ediyor. Büyük bir özenle meşruiyet korunuyor ve bu meşruiyetin üzerine basıp geçmek isteyen iktidar güçleri yığınların öfkesini yeniden yeniden alevlendiriyor. Haziran isyanının gelişimi özünde, isyanın meşruiyetinin yükselmesi, Hükümetinse meşruiyet yitimine uğrama sürecine tekabül ediyor.

Egemen sınıflar tarihte uyguladıkları provokasyon yöntemlerini elbette ki bu harekete karşı da uygulayacaklardır. Bizzat RTE ve adamları yalana başvurarak, “camide içki içtiler, başörtülü bir kadına saldırdılar, polisimizi kurşunla şehit ettiler, arkadaşlarını kendileri öldürüp polisin üstüne attılar” gibi yalanları peş peşe üretiyorlar. Bu ajitasyon yandaşlarda öfke katsayısını yükseltiyor ve satırlar elde saldırı için fırsat kollar hale gelmelerine yol açıyor. Yer yer AKP yandaşlarının sergiledikleri tutumlar bu provokasyon heveslerine işaret ediyor. 68 ve devamı olan neslin mücadelesinin önüne özel kamplarda eğitilen faşist milisler dikilmiş ve sonra huzur kaçtı bahanesiyle kapitalizmin neoliberal gereklerinin yerine getirilebilmesi için iktidara el konulmuştu. Şimdi RTE’nin“destan yazan polisler”ini okşaması gibi o zamanlar da Demirel inatla “milliyetçiler bana suç işliyor dedirtemezsiniz!” diyerek faşist tosuncuklarını okşuyordu. İnatla demedi, yolundan vazgeçmedi ve 12 Eylül darbesinin ihtiyaç duyduğu ortamın oluşmasında derin devletle birlikte suç ortağı oldu. Sonra da suçortaklarının karşısına geçip mağdurları oynayarak yeniden siyaset sahnesinde yer almaya çalıştı.

Şimdi kapitalizmin yeniden ağır bir krizle boğuştuğu ve bir yenilenme ihtiyacı içerisinde olduğu bu evresinde RTE kendi iktidarını koruma içgüdüsüyle Demirel’e ya da Menderese benzer bir biçimde devlet güçlerini halka karşı militanca kullanıyor. Ama nasıl “komşularla sıfır sorun” politikası tüm komşularla sorunlu olmaya, hatta kimileriyle savaşacak duruma evrilmişse, uyguladığı iç politika da “barış ve çözüm” derken adım adım çözümsüzlük ve iç savaş doğrultusunda bir gelişimi derinleştiriyor. RTE iktidarı asla kaybetmek istemediği için bu yoldan dönme şansını da kullanamayacak.

Hareket bundan sonra hangi evrelere tam olarak uğrayacak, bunu kimsenin kestirmesi olanaklı değil. Kuvvetlerin birbirleriyle mücadelesi hayata her gün yeni faktörler ekleyip bir başkalarını ortadan kaldıracak. Sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok entiteli dinamik bir matriks oluşturan mücadelenin her bir evresinin ne olacağını şimdiden kestiremeyecek olsak da nerelere varabileceğini ve somut şartların somut analizini yaparak, her bir evrede nelerin yapılması gerektiğini kestirebileceğimizi biliyoruz.

Başlayan yeni bir devrim sürecidir. Buradanbaşlayan hareketindüz bir çizgi üzerinden ilerleyerek devrime gideceğini söylemek olanaklı değildir. Hareket nerelerden geçer, hangi çukura girer, hangi tepeye tırmanır, bunların hiç birini şimdilik bilmek olanaklı değildir. Bilmeyeçalışmanın da zihin antremanı yapmaktan daha fazla bir anlamı olmaz. Kuşkusuz ki,  nasıl fizikçilerin dışındaki insanlar bilim kurgu yazıyorlar, öyle kurgusal devrim romanları da yazılabilir. Kimi romanlar varolangerçeklikten çok şeyi taşıdıkları gibi, geleceğin kimi öğelerini de içlerinde taşıyabilirler, ama nihayetinde kurgusal bir hayatı anlatırlar.

HiggsBoson’unun araştırıldığı ve artık büyük ölçüde bulunmuş olduğunun kabul edildiği CERN’de çalışanlara en çok sorulan soru şu: Bu “tanrı parçacığı” bulunduğunda ne işe yarayacak? Hayatımıza ne getirecek? Fizikçi de çoğunlukla, “bilmiyorum” diyor. “Bir teori var ve o teori maddeyi açıklamaya çalışıyor. Onun doğrulanması için bir Higgsbozonunun varlığına ihtiyaç var. Bulduk mu bu teori doğrulanmış olacak. Sonra? Sonra, maddeyi daha fazla anlamış olarak yine araştırmaya devam edeceğiz ama bunun günlük hayatımıza neyi sokacağını bilemem.” diye devam ediyor. Devrim de böyledir. Yapılması, bulunması gereken bir şeyler var ama bunlar bulununca ne olacak diye tahminler mümkün olsa datam olarak önceden bilmek olanaklı değil. Çünkü gelecek o kadar çoğul ki…

DirenGezi’den özgür kentlerin birliğine

Paris Komünü Marx’ın tanımıyla proletarya diktatörlüğünün neye benzediğinin anlatımı olarak esasında Paris kentinin özgür ve dayanışmacı özyönetimini oluşturuyordu. Aynı şeyin diğer kentlerde de gerçekleştirilmesi ve bunların varolan özgürlükleri içerisinde bir araya gelmeleri Fransa’nın birleşik komünler devletini yaratacaktı. Bu Fransa’da hiçbir zaman olmadı, ama işgalci Almanlarla işbirliği yapan yenik Fransız burjuvazisinin ortak çabalarıyla kanlı bir biçimde bastırılırken Avrupa siyasi tarihine ve devlet oluşumuna da silinmeyecek bir damga bastı; ve Sovyetler bu mirası devralarak, bugün yenilmiş olsa bile onu ulaşmak istediği  komünler birliği olarak Sovyetler Birliğine ulaştırdı. Burjuvazi bu tehlikeyi çok erkenden gördü. Feodaliteden kurtuluşun sancağı olarak ortaya çıkan özgür kentler burjuvazinin önderliğinden kurtulup proletaryanın önderliği altında kapitalist özel mülkiyeti de ortadan kaldıracak şekilde yeniden şekillendiklerinde, burjuvaziyi yaptığına yapacağına pişman etmiş ve yenildiği düşmanıyla işbirliği yaparak kendi halkına karşı savaşacak kadar alçalmasına yol açmıştı. Uzun zamandır böylesine tehlikeli görünür artık özgür kentler tüm dünya burjuvazisine.

RTE, Gezi direnişine kadar canın istediği gündemi rahatlıkla yarattı ve toplumu onun arkasına takmayı başardı. Bunu yönetme sanatının en temel öğesi olarak gördüğünü açıkça ifade etti. Gezi parkına gerici tarihi hortlatmak amacıyla dikmeye kalkıştığı “abideye” karşı gelişen direniş karşısında da hemen yeni bir gündem yaratma kararlılığıyla saldırıya geçti.

Ama kimin başbakan olmaya layık olduğunu göstermek istercesine “DirenGezi” de, demokrasinin sandıkta başlasa bile ondan ibaret olmadığını, “seçimi ben kazandım bütün paraları ben alırım” türünden bir demokrasinin olmadığını, yeni bir “Özgür Kent” gündemi ve projesiyle toplumun önüne koydu. Şimdi artık herkes demokrasinin sandıktan epeyce fazla bir şeyler demek olduğunu konuşuyor.

Özgür Kent,  “bildiğimi okurum” tarzıyla yönetmeye kalkışan RTE’ye karşı tüm Türkiye halklarının ortak özlemi olan bir demokrasi gündemi dayatmış oldu. On iki ağaç, kökleri sökülmek istenirken, kök saldı, dal verdi ve çevrenin nasıl bir demokrasi mücadelesinin kıvılcımı olabileceğini gösterdi. Yüzbaşı Dreyfus’umahkum etmek isteyen Fransız hükümetine karşı Emile Zola’nınL’ Aurore gazetesinde “Suçluyorum.” diye başlattığı kampanya nasıl bir milli krize dönüşebilmişse, “DirenGezi” de RTE’nin gündem yaratma sevdalarının arasından sıyrılıp Türkiye tarihine yeni bir demokrasi sayfası açma girişimine dönüştü.

Sanki yeni bir 1968 yaşanıyor. 68’li gençler ve takipçileri, “bizim de sözümüz var” diyerek siyaset sahnesinin ortasına dikilmiş ve TC’nin bugüne ulaşan, siyasal, sosyal, kültürel tarihine damga basan en önemli vektörlerden biri olmuşsa, DirenGezi/Haziran İsyanı da, geleneksel aidiyetlerden sıyrılıp birey olarak hayatın ortasına dikilendemokrat kişiliğin ve dayanışmacı bir demokrasi mücadelesinin kitlesellik kazanmış kıvılcımı oldu.

Kesintisiz bir biçimde sosyalizme ilerleyebilecek bir yeni demokrasi mücadelesi başlıyor. 68’li gençler de, tarifini açık seçik çizgilerle ortaya koyamasalar da önce, sadece “bağımsız Türkiye”yi gerçekleştirecek bir “devrim” istiyorlardı. O arzu Türkiye’nin Kürdistan dağlarına uzanan ihtilalci mücadelesi oldu. Şimdi diren Gezi de kendi kaderine hakim, merkezden bağımsız dayanışmacıÖzgür Kent istiyor. Onun da tarihin gerisinde kalan bürokratik pratikleri aşarak gerçek demokrasinin ifadesi olacak sosyalizme ulaşması sadece bir hayal değil.

Özgür Kent İstanbul komünü olabilir

Özgür Kent, kapitalizmin şafağında feodal despotizme karşı tüm alt sınıfların ortaklaşa isyan sancağının adıdır. Tüm bir ortaçağdan çıkışın bu sancağında “eşitlik, özgürlük, kardeşliğin” özeti olarak  “kent özgürleştirir!” yazar. Paris Komünü ve PetrogradSovyeti bu özgür kentin cisimleşmiş haliydi. 15 milyonluk devasa bir metropolün içinde Şimdi Taksim’de minik bir İstanbul Komünü geleceğin ana rahmine düşmüş rüşeymi olarak vücut buldu.

“İstanbul Komünü”, Gezinin ağaçlarına sahip çıkarak, bedenime dokundurtmam, ciğerlerimi söktürtmem dedi; devletin azgın saldırısının karşısına korkuyu bir yana koymuş olarak dikilen kadınlarıyla benim hayat tarzımı belirlemeye kalkışacak otoriteyi tanımam diyerek öz yönetimini, devletin şiddet aygıtlarını yerle bir ederek öz savunmasını gerçekleştirmeye girişti;  kendi kaderime ben müdahale ederim diyerek doğrudan demokrasiyi hayata geçirdi; üretim araçlarını değilse bile (çünkü böyle bir mekanda cereyan etmedi bu direniş) tüketim nesnelerini ortaklaşa kullanmaya başlayarak kolektivist bir yaşamın örneğini verdi;  Galatasaraylının Fenerbahçeliyi devlet şiddetine karşı savunmasıyla rekabet temelinde kurulu olanın nasıl aşılıp dayanışmaya dönüştürüleceğini ispatladı;  toplumsal alt kültürümüzün ayrılmaz parçasını oluşturan cinsiyetçi küfürlerle kendisini açığa koyan cins ayrımcılığını, homofobiyi, kadınların nasıl “aşk”adönüştüreceğinin yolunu açtı; çocukları askerde öldürülen anaların, çocuklarını artık kimsenin askeri yapmak istemediklerini haykırmalarıyla militarizmin kökünü nasıl kazıyabileceklerini gösterdi; “Apo’nin itleri” diye uluyan köpeklere karşı “faşizme karşı omuz omuza!” deyip, Kürt kardeşleriyle dayanışarakenternasyonalizme nasıl hayat kazandıracaklarının pratiğini sergiledi;  Miraç kandilini, devlet merasimi olmaktan çıkarıp, dini egemen sınıfın yığınları uyutma aracı olmaktan kurtarıp, Kürdistan’da olduğu gibi nasıl bir halk hareketinin öğesine dönüştürebileceğini, sosyalistlerin antikapitalist, demokrat dindarlarla bir sorunun olmadığını gösterdi.

Gezi direnişiyle birlikte, sadece bir direniş değil hangi evrelerden geçeceği bugünden bilinemeyecek ama kesintisiz bir biçimde özgür kentin tüm Türkiye’nin realitesine dönüşeceği demokratik ve dayanışmacı bir yaşamın kuruluşuna ilerleyen alternatif bir yürüyüş başladı. Bu yürüyüşü bilince çıkarmanın zamanıdır.

Özgür kente nereden yürüyebiliriz?

Haziran ayaklanması neyle yüz yüze? Hep böyle bir ayaklanma havasında sürüp gidecek ve bir devrime mi yol açacak? Yoksa hükümeti düşürüp yerine ne olacağını bilemeyeceğimiz bir hükümet mi geçirecek? Yoksa bir yandan hükümetin saldırıları diğer yandan yorulma sonucu sönüp gidecek mi? Tekel grevi nasıl büyük bir heyecan saçmıştı; Nasıl umutlar yaratmıştı! Ama şimdi kim ne kadar anıyor onu? Gezi direnişi ve rüşeym halindeki İstanbul komünün tetiklediği haziran ayaklanmasının da kaderi bu mu olacak?

Bugünün örgütlenmesi ve bilinç düzeyinin gerçekten demokratik bir Türkiye’yi şu anda yaratmaya yetmeyeceği herkesin bildiği bir gerçek. Ama hareket herkesi hızla eğitiyor. Türkiye’nin tüm sokakları sanki bir demokrasi akademisine dönüşmüş durumda.Artık herkesin bir biçimde kabul etmek zorunda olduğu bir başka gerçek de Türkiye’nin merkezden belirlemelerle yönetilemeyeceği ve yerel yönetimlerin özerkleşmesi gerektiğidir. Türkiye’nin işbirlikçi burjuvazisi Emperyalist soygundan biraz daha fazla pay alabilmek için kapısında bekletildiği Avrupa Birliğiyle birlikte Avrupa’nın birkaç yüzyıllık pratiği olan kentlerin özgürlüğünü degündemine almak zorunda kaldı. Ceberrut Osmanlının merkeziyetçi mirasını devralan Cumhuriyet hükümeti, “çağdaş medeniyete ulaşma”yı hedef olarak önüne koyarken hiçbir şekilde o çağdaş medeniyetin geliştirdiği demokratik değerlere itibar etmedi. Onların hepsini Osmanlının merkeziyetçi ve ceberut anlayışla şekillendirdi.

Kent yönetimleri burjuvazinin bütün engellemelerine, siyasal gericiliğin hakimiyetine rağmen özerkliklerinibütünüyle teslim etmemeyi başararak, Batı demokrasisinin temelini oluşturdular ama Cumhuriyetbu nispeten özerk kent yönetimlerini örnek almak yerine, Osmanlının Fatih kanunnameleriyle oluşturduğu ve merkezin kentte yarattığı pisliği temizlemenin aygıtı olarak kurulan Şehremanetini ve Şehreminini, belediye ve belediye başkanı diye niteleyerek devraldı. Cumhuriyet de bir zaman tam Sultan’ın divan hocalarından birini Şehremini olarak ataması gibi, içişleri bakanının valisini belediye başkanı olarak atadı.

Avrupa birliği ile olan ilişkiler çerçevesinde TC yerel yönetimlerin özerkliğini savunan Avrupa Özerklik Şartı’nı, demokratikleşmeye ilişkin canalıcı maddelerine itiraz şerhi koyarak imzaladı. Bu şerhler demokrasiye nasıl düşman olunduğunun bir başka yazılı belgesini oluşturur. Özgür kente adım atabilmek için bu şerhler kaldırılmalı ve merkezden, idari ve mali açıdan bağımsız kenti tanımlayan bir yasa benimsenmelidir.Böyle bir yasa benimsenmedikten sonra şerhlerin kaldırılmış olması da kendiliğinden bir anlam ifade etmez. Bu ancak bir niyet beyanı olarak kalır.[10] Onun için niyetin yasaya dönüşmesi özgür kentin kuruluşunun yolunu açar. Bu çağdaş demokrasinin gereği, Tüm Türkiye halklarının, işçi sınıfının, kadınların, inanç gruplarının ve 30 yıldır silahlı direniş sürdüren Özgürlük Mücadelesinin ortak talebidir. 30 yıldır sürmekte olan sömürge savaşını bitirecek, bizatihi A.Öcalan tarafından dile getirilmiş olan demokratik özerkliğin hayata geçmesini de sağlayacak taleptir. Bu talep aynı zamanda, kapitalist özel mülkiyetin sınırlarından kurtulmanın mümkün olduğu, bir devrimle kapitalizmden kolektivist topluma geçişi sağlayacak siyasal modele de temel teşkil edebilecek bir taleptir.

Özgür kent için:

1-Merkezden idari bağımsızlık. Bir ülke çerçevesinde mutlak bağımsızlık düşünülemez ve doğru da olamaz. Bütün insanların birbirlerine karşı sorumlulukları olmalı ki bir dayanışma dünyası ortaya çıkabilsin. Bu nedenle kentte yaşayanların iradesini kentin yaşamını belirleme imkânından yoksun bırakmayacak bir merkezileşmeyi tarif edecek, merkezin ve yerelin haklarını mümkün olduğunca birbirinden ayırıp müdahale imkânını ortadan kaldıracak bir temel yasa. Bunun için aşağıdaki taleplerin yükseltilmesi gerekir:

-illerin yeniden düzenlemesi

-her yerel yapının kendine ait bir yasama meclisi ve idaresinin/yürütmesinin oluşturulması.

-temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi organlarının yaratılarak, kent yaşamıyla ilgili hiçbir kararın bu organların denetiminden geçmeden uygulanamaması. (Temsili demokrasi ile doğrudan demokrasinin birleştirilmesi)[11]

-valiliklerin kaldırılması ve şehrin temsilinin seçilmiş yöneticilere devri.

-bakanlıkların ve özellikle içişleri bakanlığının yerellere müdahale uzantılarının feshi ve bu hizmetlerin yerel yönetime devri.

-polisin yerel yönetime devri

-eğitimin yerel yönetime devri

-yerel yönetimlerin bölgesel dayanışmayı gerçekleştirmek üzere birlikler oluşturabilmeleri

2- Merkezden mali bağımsızlık

-Dolaylı ve dolaysız vergilerin hangi oranlarda merkez ve yerel arasında paylaşılacağının yeniden belirlenmesi ve gelirin çoğunluğun yerel yönetimlere bırakılması. Merkezi Bütçeye hiçbir bağımlılığın olmaması.

– eşitsiz gelişme dolasıyla imkânları sınırlı olan yerel yönetim bütçelerine katkıda bulunacak bir ülke destek fonunun yerel yönetimlerin gelir düzeylerine orantılı olacak katkılarıyla oluşturulması. Fonun yönetiminin hükümetten bağımsız olması ve illerin tümü tarafından denetlenebilmesi.

– Açık bütçe modelinin uygulanması (Porto Alegre modeli) ve bu uygulamanın gerçekleşebilmesi için doğrudan demokrasiyle temsili demokrasiyi birleştiren kurumlaşmaların gerçekleştirilmesi.

 

Özgür kentlerin oluşumu, kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılması söz konusu olmadığı müddetçe elbetteki, kolektivist bir toplumun kurulmasına tekabül etmez. Sadece ve sadece Lenin’in işaret ettiği proletaryanın ve tüm emekçi halkın demokrasi okulunda eğitim görmesi, burjuva demokrasisinin en gelişkin biçiminin dahi toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliği ortadan kaldıramayacağı gerçeğini en açık biçimleri içinde yaşaması ve gerçekten kendi çıkarlarına işleyecek bir demokrasi mekanizmasının öğelerinin neler olduğunun yaşanarak öğrenilmesi anlamına gelir. Bu okulda eğitim görenler kuracakları toplumun somut olarak neye benzeyeceğini önceden tasarlama ve elde edecekleri iktidarı daha önceki deneylerde yaşandığı gibi başkalarına kaptırmamanın nasıl mümkün olacağının yollarını da öğrenirler. Kapitalist özel mülkiyet temelinin ortadan kaldırıldığı koşullarda gerçekleşecek bir özgür kent modeli ve özgür kentlerin iradelerini teslim etmeden oluşturacakları bir merkezileşme de Marx’tan beri sözü edilen devletin sönmesinin doğrudan demokrasinin gittikçe temsili demokrasiyi yutması ve temsili demokrasinin yerini alması ile gerçekleşeceğini bize anlatır. Doğrudan demokrasinin tümden egemen olduğu yerde artık herkesin yönetici olduğu, yani yöneticinin kalmadığı ve yöneten yönetilen ilişkilerinin düzenlenmesi anlamında politikanın ve devletin de son bulduğu, devletin söndüğü noktaya ulaşılmış olur. Elbette bu yerel bir olay değil global bir olay olmak zorundadır. Kendi başına tecrit edilmiş bir komünizm adacığının oluşturulamayacağını teori kanıtlayabildiği gibi sosyalizmin yaşanan tarihi de bundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır.

 

[1] Bu AKP’liler ve cümle cemaati güya demokratik olduklarını kanıtlamak için İttihat ve Terakki (İvT) ve M. Kemal’in MK) tepen dayatmacılığından söz edip duruyor ve bir sürü avanak da bunlara hak veriyor. İvT ve MK elbette ki yukardan dayatmacıdırlar, hatta  proto faşisttirler. Gel gelelim, “dinime küfreden Müslüman olsa bari!” lafı tam burada gerekli. Bu AKP, İvT, MK’ieleştirirken, diğer taraftan devletin bekası diyerek kendi iktidarları için kardeşlerini bile boğdurmayı fazilet sayan Osmanlı padişahlarını savunuyor ve içlerinde en zalimlerinden birinin, 40 bin Alevinin kanına girdiği Osmanlı kaynaklarınca zikredilen Yavuz Selim’in adını Boğaz’a kurdukları köprüye veriyor. İvT –MK ve Padişahların despot olmak konusunda acaba birbirlerinden ne farkları vardır? Hatta Padişahlar bunlardan da beter değil midir? Tek kişinin iradesi her şeyin üstünde kabul edilmez mi? Tanrı buyruğu ve onun yorumu en büyük yasama kaynağını oluşturmaz mı? Mutlakıyetin Meşrutiyetten daha ileri olduğunu iddia edebilecek Allah kulu var mıdır bu dünyada? Elbette vardır: mutlakıyetçiler. Meşrutiyetçiler her şeyin üstüne çıkabilmek için kırk numara yapmak zorunda kalırken padişahların böyle bir derdi olmadığını herkes bilir.

[2]RTE’nin de etekleri bundan zil çalıyor. Biliniyor ki, kent nüfusu arttıkça nüfus artış oranları da düşer ve birçok Avrupa ülkesinde artık artış değil eksilme gündeme gelebilmektedir. Erdoğan da TC’nin büyük devletler arasında sayılmasının önemli bir nedeninin nüfusunun büyüklüğü olduğunu bildiğinden, bunu korumanın yolunun ancak nüfusu artırmaktan geçeceğini düşünmektedir. Oysa nüfusu TC’nin onda biri kadar olan kimi ülkelerin GSMH’sı TC’ninkine denk gelebilmektedir. Tabi bir başka neden de Türk ırkçılığının “Kürtlerin hızla arttığı ve 2050 yılında nüfusun çoğunluğunu oluşturacağı” savıdır.  RTE her ne kadar ümmetçi olsa da nihayetinde Türk İslamcısıdır; onun için de ırkçılıktan yeteri kadar nasibini almıştır.

[3] Dinin yoksullar arasında para ettiğini gören birçok sosyalist de dönüp geçmişte sosyalistlerin dini doğru değerlendiremediklerini, onu sadece bir afyon gibi görmek kabalığına düştükleri masalını anlatarak,  sosyalizmin Müslümanlarla ilişkisini gözden geçirmesi gerektiği aklını vermeye kalkışmışlardır. Kimilerinin sosyalizmi din eleştirisi yapmak olarak algılamış olmaları genel olarak sosyalist hareketin böyle yaptığı anlamına gelmez. Sosyalistler, tüm diğer ideolojilerle olduğu gibi dinle alakalarını da Marx’tan beri tartışırlar ve onun ne olduğu konusunda ortada sadece Marx’ın “dinin bir afyon olduğu”na ilişkin sözleri yoktur. Ayrıca o da “din afyondur “ diye bir kestirip attırma değildir. Çok daha içerikli bir mahiyettedir:

“Din dünyadaki sıkıntıların tesellisi ve baskıları meşrulaştıran teorisidir. […] Dinin sefaleti hem gerçek sefaletin ifadesi hem de bu gerçekliğe itiraz edilmesidir. Din mutsuzluklar altında ezilen yaratığın son nefesi, kalpsiz bir dünyanın şefkati, ruhsuz bir çağın ruhudur. Din toplumun afyonudur. Halkın gerçekten mutlu olabilmesi için sahte bir mutluluk olan dinin yok edilmesi gerekir. İçinde bulunduğumuz durumun vehimlerinin yok edilmesini istemek aslında bu vehimlere ihtiyaç duyan durumun terk edilmesini istemektir.”

[4]-Papaz bizim partimize üye olabilir mi?

-Programı ve tüzüğü kabul ettikten sonra tabi olabilir.

-Ama bizim partimizin programı materyalist, papaz idealist;

-O bizim değil papazın çelişkisi.

[5]Özet olarak şu tabi: bu adam herşeyi Suriye’yi işgal, PKK’yi Srilanka gibi imha etme ve bu başarılarını üzerine de bir başkanlık sistemi kurmak ve Ortadoğu’da İsrail’i de aşan bir süper güç olma hesabı üzerine kurdu.ABD politikaları değişince, bu işi tam anlayamadı ve Suriye’ye ilişkin angajmanları uzun vadede idam ipi gibi boynuna dolandı. Enson olarak da ABD’de Obama’dan net ret cevabını alınca delirdi. Bütün planları yattı. Şimdi kendini müthiş zayıf hissediyor ve vereceği en ufak tavizin arkasının geleceğini ve örgünün geriye doğru sökülmesi gibi bütün iktidarının elinden alınabileceğini düşünüyor. Militan kişilikler çoğunlukla öyledir. Kendileri aldıkları ilk tavizin yenilerini nasıl getirdiğini bilirler ve bunun tersinin de kendi iktidarlarında nasıl ölümcül olabileceğini akıllarına getirirler. İşte o zaman verecekleri en ufak taviz tüm iktidardan vazgeçmek gibi gelir onlara. Tabi adım adım bunlara zaman içinderazı olacak, ama bunu baştan kabul etmek çok zor. Bence gençler bu işi biliyor ve onun için de çok kararlı bir biçimde direniyorlar.

[6] Her gün durum biraz daha vahimleşiyor. Suriye’ye saldırı umutları nerede ise tükenmişken birden gökte bir şimşek çaktı ve RTE’nin dünyası aydınlandı. Esad Obama’nın kırmızıçizgisini oluşturan kimyasal silahı kullandı! RTE Gökte aradığını yerde bulmuş oldu. Ama Reyhanlı gibi bir ilginç tesadüf bu da. Tam Cenevre II görüşmeleri başlayacakken ve Esad muhaliflere karşı üstünlük kazanmışken, daha sıkışık zamanında kullanmadığı zehirli gazı kullanıverdi! “Bunu acaba Esad mı kullandı?” sorusunu akla düşürecek bir tesadüf. Bu zehirli gazın muhalifler tarafından müdahaleye gerekçe oluşturmak üzere kullanıldığına ilişkin bilgiler dünya basınında dolaşıyor. Rusya ise neredeyse bundan emin konuşuyor ve BM’ye eylemin En Nusra’ya ait olduğuna ilişkin100 sayfalık bir rapor sundu.

Böylece savaş bulutları yeniden bölgeyi sardı. RTE gayet bir gevşeklik içerisinde PKK’nin kuvvetlerinin ancak %20’sini çektiğini, sözünde durmadığını ilan etmekten kendini alamadı. Yani reform yapmayacağını rahatça söyledi.  Ne var ki, konjonktüre bağlı politikalar yine konjonktür değişimiyle değişmek zorundadır. Putin’in, Suriye’nin zehirli gazlarını uluslar arası denetim altına alma teklifi kabul görünce savaş bulutları yeniden dağıldı ve RTE bu kez Gezinin ikinci dalgası ve PKK’nin çekilmeyi durdurup karakol inşaatını basmasıyla yüz yüze kalıverdi ve yerel seçimlere de sadece 6 ay kaldı. Onun için paket de gelecek haftaya kaldı.

[7]Bu mesele can alıcı önemde. 2007 kriziyle birlikte emperyalist sermaye büyük bir hızla “yükselmekte olan pazarlara” yöneldi ve buraların büyümesine gerçekte olandan daha büyük bir büyüme görünümü kazandırdı. Türkiye’de bundan nasibini aldı ve AKP “şu kadar büyüdük, dünya devleti olduk, dünya-bölge politikalarına yön veriyoruz”  böbürlenmelerine kendisi de inanarak bölge politikalarına ABD’nin önüne geçmeye kalkışacak adımlarla müdahaleye girişti. Girişti ama Irak, Suriye, Filistin, Mısır, politikalarının hepsinde hayal kırıklığına uğradı ve bunların faturası da üzerine yıkıldı. Hesaplamadıkları bu gelen sermayenin kar için geldiği ve karlılığın yeterli görülmediği noktada da geldiği gibi gideceğiydi. İşte AKP’yi çılgına çeviren de ABD merkez Bankası FED’in işaretini verdiği bu geri dönüş hareketidir. Şimdi mesele bunun hangi hızda cereyan edeceğinde. Çünkü Türkiye, cari açığı, faiz ve borç taksitleri ile önümüzdeki yıl 220 milyar Dolarlık bir faturayla karşı karşıya bulunuyor. Eğer sermayenin merkeze bu geri dönüşü böylesine büyük bir meblağı karşılamaya izin vermeyecek hızda cereyan ederse, şimdilik %3’le idare etmiş olan o çok övünülen büyümeler daralmaya dönüşecek ve kendilerini iktidara getiren 2001 krizinin yarattığı yeni bir kopuş evresinin yaşanmasına yol açacak tehdidini de beraberinde taşıyor. Üzerine bindiği dalganın kendisini bu seviyeye getirdiğini bilen RTE dalganın düşme değil kırılmaya uğrayacağı noktada tepetaklak olmanın kesin olduğunu çok iyi biliyor. İşte bu momente tahkim edilmiş bir gücü arkasına alarak girmek hesabını yapıyor. Cop ve gazın bu kadar yoğun kullanılmasının, toplumun kesin saflara ayrılması için yapılan bunca tahrikatın bundan başka bir nedeni yok. Onun da yeterli olmadığı noktada gerçek mermilerin kullanıldığı, hatta askeriyenin işe karıştırılmak zorunluluğunun doğacağı noktalara gelineceğine kesin gözüyle bakabiliriz.

[8] Esasında AKP’nin başarıları diye öne sürülen iddiaların büyük çoğunluğu bir balondan ibarettir. Örneğin, Türkiye dünyanın 17-18. Büyük ekonomisi haline geldi! Bu zaten AKP iktidara gelmeden de böyle idi. Türkiye’nin tarihinde görülmemiş bir büyüme oranına ulaştığı da bir başka yalan. AKP iktidarı döneminde yıllık büyüme ortalaması bizzat maliye bakanı tarafından %5.1 olarak açıklanmıştır ki, bu da cumhuriyet tarihinin ortalamasına eşit bulunmaktadır. Ekonominin  3.5 kat büyüdüğü,  kişi başına düşen milli gelirin üç kata yakın arttığı iddiası da tam anlamıyla kuyruklu bir yalandır. 2002-2012 arasında ekonomik büyümenin ancak %63’ü bulduğu ve kişi başına GSMH artışının gerçek fiyatlarla ancak %40’a ulaştığı hemen bütün ciddi iktisatçılar tarafından belirtilmektedir. Var olan enflasyon göz önünde tutulmadığında büyüme oranı sıfır olsa bile Türkiye ekonomisinin %120ile 200 arasında büyümüş görüneceğini yine iktisatçılar hesaplamaktadırlar.

[9]“Gezi’den sonra Türkiye artık eskisi gibi olamaz.”.. “Demokratik siyasetin önünü açan bir eylemdir. Dolayısıyla bu, çözüm sürecine de hizmet eden bir eylemdir. Ona katılmama, tereddütler yaşama yanlıştır”

diyen C. Bayık özeleştirisinde tereddütlü kalmaya neden olan üç noktaya işaret ediyor:

“Neden onu yaşadılar? Birincisi ‘Katılırsak, devlet Türkiye’deki demokrasi güçlerine saldırabilir, eğer katılmazsak saldırı olmayabilir, o zaman bu hareket daha güçlü gelişebilir’ diye düşünüldü. İkincisi, ‘Eğer katılırsak Önder Apo’nun başlattığı süreç zarar görebilir. Bunu kullanan güçler olabilir. Özellikle hükümet bunu kullanabilir. Zaten çözüm yönünde adım atmaya pek niyeti yok, bunu da gerekçe yapıp adım atmayabilir’ anlayışı vardı.”

…”Bu endişelerle, katılmama ve zayıf katılma durumu yaşanmıştır. Bu iki anlayış da yanlıştır. Bunun kesinlikle yanlış olduğunu söylüyorum” ..

“O endişelerle çok güçlü katılınmadığı için birçok güç öncülüğün zayıflığını gördü, oraya üşüşmek, öncülüğünü ele geçirmek, o hareketi amacından saptırıp kendi dar çıkarlarına alet etmek istedi. CHP-MHP-İşçi Partisi bunu AKP’yi yıpratma hareketine dönüştürmek istedi. Bu bir saptırmaydı. Diyelim ki bu sonuç yaratıldı, bunun kesinlikle Türkiye’nin demokratikleşmesine, Kürt sorununun demokratik, siyasal çözümüne hizmet etmeyeceği çok açıktır. Başarılı oldular mı? Elbette ki olamadılar ama gölge düşürdüler, bu bir gerçek.”

[10]Hükümetin  özgürlük hareketini oyalamak üzere oluşturdu yeni açılım paketinde söz konusu şerhlerin kaldırılacağına ilişkin haberler basında yer alıyor. Bunun bir aldatmacadan öteye geçebilmesi aynı pakette, şerhlerin kaldırılmasıyla birlikte nasıl bir yerel yönetim yasasının olacağının da yer alması zorunluluk olarak kabul edilmelidir.

[11] Bu konuda Porto Alegre ve sonradan onu örnek alarak oluşturulan birçok özgür kent projesi pratiklerinden yararlanmak gerekir.  Bu alanda oldukça zengin bir deneyim birikimi oluşmuş durumdadır.