Kürkçü: Türk Faşizmden Özgürleşecekse, Kürdün Sömürgecilikten Kurtuluşuna Eşlik Edecektir

HDP Onursal Başkanı ve SYKP PM Üyesi Ertuğrul Kürkçü, 27-28 Ekim’de Diyarbakır’da toplanan “Ortadoğu Krizi ve Demokratik Ulus Çözümü” Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “Olan ve olacak olanı anlamanın formülü basittir, Türke faşizm dayatmadan Kürde sömürgecilik dayatılamaz, ya da Türk faşizmden özgürleşecekse, Kürdün sömürgecilikten kurtuluşuna eşlik etmelidir” dedi.

Konuşmanın Tamamı:

Herkese Merhaba,
 
Bu buluşmayı sağlayan ve iki gün boyunca dakik bir biçimde işleterek içinden geçmekte olduğumuz derin krizi, bu krizden bir adım geri çekilerek derinlemesine düşünmemizi ve çıkış yolları üzerinde yaratıcı bir görüş alış verişi yapmamızı sağlayan, bu tartışmaya kürsüden, salondan ya da kulisten katılan herkese çok teşekkür ederim. Bana da bu vesileyle söz verdiğiniz için müteşekkirim.

 
Buna gerçekten ihtiyacımız vardı. Bir yandan düşünce, ifade, toplanma, örgütlenme özgürlüğünü her gün daha çok daraltan yasaklar, şiddet ve medya kontrolü, demokratik mekanizmalar ve dolayımların bu iklimde kaçınılmaz olarak işlemez hale gelmesi, öte yandan üst üste gelen seçim manipülasyonlarının siyasal yaşam ve düşünüş üzerindeki heves kırıcı etkileri bizim düşünce evrenimizi de çölleştirebilirdi. Bu toplantının çöl fırtınalarının taşıdığı toz bulutunu uzaklara savuran temiz bir esintiyi başlatacağını umabiliriz. 

 
Bunu ummakta haksız sayılmayız. Diyarbakır son 30 yıldır sadece Kürtlerin çağdaş özgürlük mücadelesine değil, Türkiye genel siyasetine de yol gösteren kurucu fikirler ve paradigmaların dünyaya takdim edildiği bir sahne olarak toplumsal ve politik hayatımızda eşsiz bir rol oynuyor. Son 30 yılın tarihi Kürtler’in kendi gerçekliklerini yeniden keşfederken, varlık ve kimliklerini özgürce yaşamak ve gerçekleştirmek tutkusuyla sömürgeciliğin fıtratındaki inkâr ve asimilasyona meydan okuyuşlarının tarihiydi. Ama bu 30 yıl aynı zamanda Türkiye’nin de kendi gerçekliğiyle tanışmasının, çok etnili ve çok kültürlü tarihsel toplumun inkârı olan devletin ve onun ırkçı ve proto-faşist kültürel ve politik yapı taşlarını keşfinin ve idrakinin de tarihiydi. 1968-80 arasında Ankara ve İstanbul’dan esen devrimci rüzgarlar nasıl Kürt aydın ve demokratlarının dikkatlerini devrimci bir kurtuluş düşüncesine çektiyse, 1990’lardan bu yana da Diyarbakır’dan esen devrimci rüzgarlar da Türkiye’nin aydın ve demokratlarını bütün ulusların tam hak eşitliğine sahip oldukları özgürlükçü ve demokratik bir yeniden kuruluş imkanı üzerinde yeniden düşünmeye teşvik ediyor.
 
Son 30 yılda ulus-devlet eleştirisinden yola çıkarak siyasal ve kültürel alanda büyük bir zihniyet dönüşümüne kaynaklık eden birçok kavram Kürtlerin özgürlük mücadelesinden doğdu. Toplumun demokratik özyönetim organları olarak kongreler, bağımsız bir politik dinamik olarak kadın özgürlük mücadelesi, ulus-devletle müzakere ve bir arada yaşam sistematiği olarak demokratik özerklik, komünalizm, toplumsal barış ve benzeri bir çok kavram çoktan ortak politik sözlüğümüzün bir parçası ve pratik mücadele mirasımızın bir kazanımı oldular. Diyarbakır bu düşünce ve pratiklerin dünyaya duyurulduğu ortak aydınlanmamızın en önemli merkezidir. Diyarbakır’da ışıklar yanıyorsa Türkiye için iyidir. Işıkları yaktığınız için müteşekkiriz. 

 
İçinden geçmekte olduğumuz krize bu ışık altında baktığımızda yalnızca krizin yol açtığı karışıklık ve yıkımı değil aynı zamanda bir yeniden doğuşun imkanını da görebiliriz. Her şeyden önce ortak yürüyüşümüzü yeniden hizalamak açısından bir kaç önemli noktanın altını çizmek isterim.

 
i. Birincisi, kriz kapitalist toplumun doğasında mevcuttur. Krizden özgür bir toplumsal gelecek istiyorsak kapitalizmden özgürleşmemiz gerekir. Demek ki, her kriz döngüsünden çıkış arayışı o döngüdeki özgül anti-kapitalist özgürlük dinamiklerini ayırt etmeyi gerektirir. Bugün kapitalizm 1974’te başlayıp döngüler halinde süregiden ve son büyük döngüsüne 2008’de varan ve bunun etkilerinin hala hissedildiği bir krizin içinde yol alıyor. Kapitalizm doğayı onun kendisini yeniden üretme hızından daha yüksek bir hızla bozduğu için tüm gezegende dolaşan bir yaşamsal kriz halinde dünyayı kendisiyle birlikte çöküntüye sürüklüyor. Ekolojik kriz bu bağlamda insanlığın en önemli “beka” sorunudur.

 
ii. İkincisi, kapitalizm ulusal, yerel bir olgu olmayıp bir uluslararası sosyo-ekonomik rejimdir. Her ülkenin ekonomisi dünya piyasası üzerinden diğerlerine bağlıdır. Demek ki kriz ancak ezilenlerin ve sömürülenlerin ortak arayış ve çabalarıyla aşılabilir. Bir ülkedeki kriz bir süreliğine içeride aşılmış görünse de uluslararası durumdaki her değişiklikle birlikte kriz nükseder, salgın hastalık gibi bir ülkeden ötekine sıçrar durur. Kapitalist uygarlığın krizi, bir yandan mantıksal olarak insanlığın tamamını kurtuluş için birlikte harekete davet ediyor öte yandan kapitalist devletler ve şirketler arasındaki kıyasıya rekabet, din ve milliyet farkları da istismar edilerek insanlığı bölüyor. İnsanlık kendi kaderini ellerine alamıyor. 

 
iii. Bununla birlikte Orta-Doğu’da yaşamakta olduğumuz kriz yalnızca kapitalizmin ekonomik mantığının ve işleyişinin eseri değil. Bu yüz yılı aşkın bir zamandır Orta-Doğu’da süre giden emperyalist üstünlük mücadelesi ve rekabet boyunca emperyalist devletlerin Orta-Doğu toplumlarının tabii gelişimine yönelttikleri müdahalelerin de eseri. Bölgedeki eşitsizlikler, hak gaspları, katliamlar, despotlukların zulmü ve gaddarlığı Orta-Doğu’nun birinci dünya savaşından itibaren hedef olduğu emperyalist paylaşım kavgaları, işgal ve istilalarla daha da vahimleşiyor. Kürdistan’ın I. Dünya Savaşı sonrasında dört devletin sınırları arasında parçalanması ve özgür toplumsal ve ekonomik gelişiminin sakatlanması bunun en bariz örneklerinden biridir. Aynı durum Filistin için de geçerlidir. 

 
iv. Türkiye’nin I. Dünya Savaşı sonrasında toprakları paylaşılan Osmanlı Devleti’nden arta kalan çok uluslu, çok kültürlü ve çok inançlı toplumun bürokrat seçkinlerin öncülüğünde tek etniye ve tek inanca dayalı bir kapitalist ulus-devlet olarak inşası, bugün karşı karşıya kaldığımız krizlerin demokratik dönüşümlerle aşılmasını imkansızlaştıran ve kendisi daimi olarak kriz üreten en esaslı yapısal engeldir.
 

v. Uluslararası anlaşmalara ve müeyyidelere rağmen Türk’ten gayri bütün ulusları ve İslam’dan gayri bütün inançları asimile etmek, değersizleştirmek, ortak hafızadan silmek, kültürel alandan dışlamak, medyadan ve eğitimden uzaklaştırmak, gündelik hayatta görünmez kılmak Türk devletçiliğinin genetik kurgusuna içkindir. Onun proto-faşist olarak niteleyebileceğimiz bu özgül karakterinin sebebi hikmeti yukarıdan aşağı bir ulus-devlet inşasının Kürtler’e yönelik sömürgeciliği zorunlu kılmasıdır.
 

vi. Bu resmi ve hakim tutum elbette Türk devletçiliği kapsamıda mevcut tek yönelim değil. 1921 Anayasasına yansıyan şekliyle sınırlı olarak da olsa, eski geleneklerin yanısıra Balkanlar, Rusya ve Orta Avrupa’daki örneklerden de esinlenerek “muhtariyetler”e dayalı bir idari yapı ve çok partili bir siyasi yapı ihtiyacı güç dengelerinin gündeme geldiği dönemlerde düşünce ve uygulama alanına girer. Ama kriz eninde sonunda baş gösterir büyük bir hızla genetik kodlar baskın çıkar.

 
Bugün içinden geçmekte olduğumuz kriz, sadece proto-faşist nitelikleriyle birlikte bugüne kadar bata çıka gelen gelen cumhuriyetin baskıcı işleyişe iade olduğu bir rutin kriz olmanın ötesinde. Bölgesel, uluslararası ve ulusal ölçeklerdeki bütün kriz dinamiklerinin birbirinin içine geçtiği yeni nitelikte bir kriz momentini işaret ediyor. 


 
i. Bu krizin iktidar sahipleri tarafından “varoluşsal” olarak nitelenmesi boşuna değildir. Bunun başat nedeni Kürt halkının siyasi iradesinin uzun bir savaş ve çatışma döneminin ardından ve çatışmanın yanısıra bir politik sabit olarak Türkiye’nin parlamenter nizamına dahil olmayı başarması. Bununla da kalmayarak “demokratik ulus” zihniyetine uygun bir biçimde Türkiye’nin toplumsal ve demokratik güçleriyle kurduğu siyasi ortaklığın konvansiyonel yollardan bir “düzen hükümeti” kurmayı imkansızlaştırmış olmasıdır. 2015 Sopalı seçimlerinin MHP’nin hükümetin yanına geçişinin, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklanmalarının, 15 ve 20 Temmuz darbelerinin, Başkanlık rejimine geçişin önünü açan 16 Nisan referandumunun ve 24 Haziran seçimlerindeki sofistike hilelerin ve seçim mühendisliğinin, bizzat Cumhurbaşkanının “sabah erken sandık kuruluna gelen seçimleri alır” demekten ar etmez hale getiren budur.
 

 ii. İkinci neden Kürt özgürlük hareketinin, Kürt halkının kendi kendini yönetmesi hedefiyle özellikle Kürdistan yerel yönetimlerinde elde etmiş olduğu yerel iktidar odaklarının merkezi devlete alternatif hale gelmesi, fiili bir öz yönetim dinamiği halinde devletin tekçi karakteriyle boy ölçüşür olmasıdır. Kasım 2015 seçimlerinin ardından bu dinamiğin zor ve şiddetle sanki bir kanserli organ bedenden kesilip atılıyormuşçasına sökülmeye girişilmesinin, Sur, Silopi, İdil, Gever, Cizre… vb’deki kıyıcılığın arkasındaki “rejim zarureti” budur.
 

iii. Üçüncü ve ilk iki nedeni belirleyen ama bu manada TC’nin işleyişi bakımından dışsal olan özellikle Irak ve Suriye’deki Kürdistan parçalarında kabaran özgürleşme dalgasıdır. Türkiye’nin kıyıcılığının gerekçesi olarak sarıldığı gibi bu parçalar arasında Kuzey’deki mücadeleye dolaysız lojistik ve personel katkısı olmadığını Ankara da biliyor ama onu asıl “varoluşsal” kaygılara sürükleyen, her parçada halktan halka büyüyen sempati, esen ortaklık heyecanı, kurtuluş havası özellikle Rojava’da “demokratik ulus”, “özyönetim” ve “özsavunma” inşası doğrultusunda elde edilen muazzam kazanımlar ve bunu takip eden uluslararası tanınırlıktır. PYD ve YPG temsilcilerinin Elysee sarayında ağırlanmaları, ABD hava desteğiyle IŞİD karşısında gerçekleştirilen direniş, bunları izleyen muazzam medya görünürlüğü, Suriye’nin geleceğinde belirmeye başlayan Kürt suretinin doğurduğu “Güneyden kuşatılıyoruz” kaygısına cevaben Cerablus’a sokulan kamanın ve ardından Afrin’in istila edilmesinin ve durmaksızın “Fırat’ın Doğusu”nun işaret edilmesinin nedeni budur.
 

iv. Dördüncü neden dünyada ve bölgemizdeki jeostratejik güç kaymalarıdır. Ankara’nın Kürt halkının Türkiye sınırları dışında kazandığı başarıları ezmeye yönelik operasyonları bölge devletlerinin topraklarına taşıyabilmesi de bu kaymalarla yakından ilgilidir. Türkiye’nin Kürt meselesini “askeri çözüm” le halletmek üzere kendi topraklarının ötesine Lozan’dan bu yana Avrupa, Amerika ve Rusya’nın nüfuz alanı olan bölgelere asker yollamaya başladığı 2011 sonrasında iyice belirginlik kazanan en önemli gelişme haklar eksenli İkinci Dünya Savaşı sonrası statükosunun çökmesiydi. ABD ile Avrupa arasında Baba ve oğul Bush yönetimleri sırasında başlayan ihtilaf “Atlantik Çatlağı” olarak da adlandırılan bu gelişmeyi yansıtıyordu. Bunun yanısıra ABD’nin ekonomik olarak göreli yavaşlaması, Rusya ve Çin’in ilerlemesi de “Batı” normlarına meydan okuyan “güvenlikçi” dış politika zihniyetine özgüven kazandırdı. Trump’un başkanlığıyla birlikte de “Gücü yeten yetene” ilkesi uluslararası ilişkilerin hakim motifi haline geldi. Bu gelişmelere Doğu Avrupa’da sağın hakimiyeti (Macaristan, Polonya, Çekya), Avrupa’da yükselen ırkçılık da katılırsa, Erdoğan’ın nasıl olup da içerdeki bunca zulüm ve dışarıdaki fetihlerden sonra Avrupa Birliğinin Merkezi güçleri Almanya ve Fransa liderleriye, Rusyanın egemeni Putin’i yanına alıp sırtını Boğaz köprüsüne vererek fotoğraf çektirebildiğini daha iyi anlayabiliriz.
 
 

v. İçinden geçmekte olduğumuz krizin geleceğe sarkan asıl büyük “beka” gölgesi, bir nedeni rejimin kendisi olan mali kriz ve çöküntünün diğer nedenlerle eklemlenmiş olmasıdır. 24 Haziran seçimlerini öne aldıran kriz AKP-MHP blokunu 31 Mart 2019 yerel seçimleri arefesinde kaba güç kullanmanın aşmasına yetmeyeceği bir açmazla baş başa bırakmış bulunuyor. Bu, iktidar blokunun arkasındaki toplumsal yığınağın en önemli maddi müşevviki olan servet ve gelirler ile sadakanın yeniden dağıtım mekanizmalarını besleyecek kaynakları kuruturken krizi bir faşist diktatörlük tesisiyle aşma hamlesinin toplumsal zeminini de aşındırıyor. Bahçeli-Erdoğan arasında başgösteren yerel seçimde cumhur ittifakı ihtilafının arkasındaki neden budur.
 
16 Nisan ve 24 Haziran oylamaları yoluyla “başkanlık rejimi”ne yönelen iktidar blokunun gerçekleştirdiği Anayasa değişiklikleri, yani güçler ayrımının ortadan kaldırılması, basın ve ifade özgürlüklerinin ortadan kaldırılması, kent kuşatmalarının ardından yerel yönetimlere yöneltilen darbeler, parti-devlet özdeşliğinin tesisi, din-devlet ayrımının aşındırılması, Kürt halkının varlık ve haklarına yönelik saldırılar bir faşist diktatörlüğe geçişe yönelik tamamlanmış stratejik adımlardır. Uluslararası koşulların Suriye krizi dolayısıyla Türkiye’nin dostluk ve ortaklığına muhtaç kıldığı Avrupa Birliği merkez ülkeleri Fransa ve Almanya ile ABD ve Rusya’nın izlediği “appeasement” (sırt sıvazlama) siyaseti de Erdoğan’ın faşizme ilerleyiş stratejisi bakımından bir otoban değerindedir.
 
Madalyonun öteki tarafındaysa faşizmin zaferini hala ilan edemeyişinin önündeki tarihsel engel var: Bu engel Kürt halkının ve Türkiye’nin batısındaki diktatörlük karşıtlarının dinmeyen direnişidir. Faşizmden çıkışın en önemli imkânı, özgürlük güçlerinin elindeki en büyük siyasi servet budur. Türkiye halklarının yarısından çoğu kararlı bir biçimde diktatörlüğe karşı olduğunu 16 Nisan ve 24 Haziran’daki oylamalarda ortaya koymuştur. 31 Mart 2019 yerel seçimleri faşizme doğru yürüyüşün önünün iktidarın kendi oyun kuralları içinde barışçı bir biçimde kesilmesinin görünür gelecekteki sonuncu imkanıdır.
 
24 Haziran seçimlerinin otaya çıkardığı en önemli gerçeklerden biri, devlet ve müesses nizam tarafından sistematik dışlanışına, her türlü kriminalizasyon ve tecrit çabasına karşın “demokratik cumhuriyet demokratik özerklik” paradigmasıyla siyasi yürüyüşünü sürdüren HDP’nin başta üç büyük kent olmak üzere Türkiye’nin batısında kazandığı büyük politik destektir. Bu desteğin korunması ve 31 Mart seçimlerinde seferber edilmesi, inşa halindeki başkanlık rejiminin topal ördek durumuna düşmesini sağlayabilir. Bu hem çok mümkün hem çok gereklidir. Burada Garo arkadaşımızla aramızdaki bir görüş farkı var gibi görünecek, ancak, eğer 15 Temmuz’dan bu yana yıldırım hızıyla gerçekleşen değişiklikler dikkate alınacak olursa bir önceki oturumun ikinci bölümünde kendisinin de kabul ettiği gibi, Erdoğan artık devlete yanaşmaya çalışan Erbakan değildir. Onu küçümsemeyelim.
 
Erdoğan 16 yıl içinde gerçekleştirdiği seri darbeler ve darbe içinde darbelerle İttihat ve Terakki partisi ve liderlerinin Osmanlı Devleti’nde edindiği konuma çok yakın bir güç sahibi olan, ittifakları yoluyla sadece kendi damgasını taşıyan bir rejim inşasını, eski devletten taşıdığı malzemeyle yürüten bir tiran olarak, herhangi bir başbakan gibi, “devlet başka sen başkasın” diyemeyeceğimiz bir kudret sahibidir. O nedenle halkın oyuna başvurduğunda Erdoğan’ı yenmek 7 Haziran’da onun parlamenter rejimin efendisi olduğunu tartışılır kıldığı gibi bu kez başkanlık rejiminin efendiliğininin meşruiyetini tartışma konusu yapacak ve bu gayri meşru rejimin zayıflamasına yardımcı olacaktır. O nedenle küçümsenemez, bu fırsatın hakkı şimdi verilmezse daha sonra hiç ele geçmeyebilir. 

 
Mücadelemiz aynı zamanda “Demokratik özerklik çözümü”nün önünün açılması içindir. Öcalan’ın dediği gibi “Demokratik özerklik çözümü iki yolla uygulanabilir: “Birinci yol ulus-devletlerle uzlaşmayı esas alır. Somut ifadesini demokratik anayasal çözümde bulur. Halklar ve kültürlerin tarihsel-toplumsal mirasına saygı gösterir. Bu mirasların kendilerini ifade etme ve örgütlenme özgürlüklerini vazgeçilmez temel anayasal haklardan sayar. Demokratik özerklik bu hakların temel ilkesidir. Bu ilkenin başlıca koşulları egemen ulus-devletin her türlü inkâr ve imha politikasından vazgeçmesi, ezilen ulusun da kendi öz ulus-devletçiğini kurma fikrini terk etmesidir. Her iki ulus bu yönlü devletçi eğilimlerden vazgeçmedikçe demokratik özerklik projesinin hayata geçirilmesi zordur. AB ülkelerinin üç yüz yılı aşan ulus-devlet deneyimlerinin sonunda vardığı aşama ulus devletlerin bölgesel, ulusal ve azınlıksal sorunların çözümünde demokratik özerkliği en iyi çözüm modeli olarak kabul etmeleridir. Kürt sorununun çözümünde de ayrılıkçılığa ve şiddete dayanmayan, tutarlı ve anlamlı olan esas yol demokratik özerkliğin kabul edilmesinden geçmektedir. Bu yolun dışındaki tüm yollar ya sorunları ertelemeye ve böylece çıkmazı derinleştirmeye, ya da sert çatışmalara ve ayrışmaya götürür. Ulusal sorunların tarihi bu yönlü örneklerle doludur. Ulusal çatışmaların yurdu olan AB ülkelerinin son altmış yılı barış içinde zenginlik ve refahla geçirmeleri demokratik özerkliğin kabulü, onun bölgesel, ulusal ve azınlıksal sorunlarına esnek ve yaratıcı yaklaşım ve uygulamalar geliştirmeleriyle mümkün olmuştur. TC’de ise tersi geçerli olmuştur. Kürtleri inkâr ve imha politikasıyla tamamlanmak istenen ulus-devletçilik, cumhuriyeti çözülüşün, devasa problemlerin, sürekli krizlerin, her on yılda bir başvurulan askeri darbelerin ve Gladio ile yürütülen bir özel savaş rejiminin içine çekmiştir. Türk ulus-devleti ancak tüm bu yönlü iç ve dış politikalardan ve rejim uygulamalarından vazgeçtikçe, genelde tüm kültürlerin (Türk, Türkmen kültürü de dahil), özelde Kürt kültürel varlığının demokratik özerkliğini kabul ettikçe, normal, hukuki, laik ve demokratik bir cumhuriyet halinde kalıcı barış, zenginlik ve refaha erişebilir.”


 
AKP-MHP rejimi Suruç Katliamı’yla birlikte bu yolu kapattığını -aslında büyük vaadlere rağmen belki de hiç açmadığını- ilan etmiştir. 

 
“Demokratik özerkliğin ikinci çözüm yolu”, diyor Öcalan, “Ulus-devletlerle uzlaşmaya dayalı olmayan, kendi projesini tek taraflı pratikleştirme yoludur. Geniş anlamda demokratik özerkliğin boyutlarını hayata geçirerek, Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını gerçekleştirir. Şüphesiz bu durumda bu tek taraflı demokratik ulus olma yolunu kabul etmeyecek olan egemen ulus-devletlerle çatışmalar yoğunlaşacaktır. Kürtler bu durumda ulus-devletlerin ister tek tek ister ortaklaşa (İran-Suriye-Türkiye) saldırıları karşısında ‘varlıklarını korumak ve özgür yaşamak için topyekûn seferberlik ve savaş pozisyonuna geçmek’ten başka çare bulamayacaktır. Savaş içinde olası bir uzlaşma veya bağımsızlık sağlanıncaya kadar, öz savunmaları temelinde demokratik ulus olmayı tüm boyutlarıyla ve öz güçleriyle geliştirmek ve gerçekleştirmekten geri durmayacaklardır.”
 


Şu an bütün parçalarda Kütlerin özgürlük mücadelesi bu yola mecbur edilmiş bulunuyor. 

 
İşte bizim demokratik siyasetimizin bugünkü görevi birinci seçeneğin önünü açma mücadelesidir aynı zamanda. Bunun yolu, bu seçeneği yok ederek bir faşist bir diktatörlük inşasına girişen iktidarın bu projesinden vazgeçmesini beklemek ya da talep etmekten geçmez. Ama başka bir imkan var: Bu Türkiye’nin batısında demokratik cumhuriyet ve demokratik özerklik ilkesiyle yapısal bir dönüşüm hedefleyen güçlerle demokratik bir ittifak kurmaktan ve şiddetsiz ve ofansif bir siyasetle ileri atılmaktan, öte yandan Kürdistan’ın bütün demokratik ve toplumsal güçlerinin özgürlük hareketiyle anlamlı bir ortaklık kurmasına yardımcı olmaktan geçiyor. Bu siyaset, parlamenter mücadeleden fazlasını gerektirir, her şeyden önce HDP’nin demokratik kampın öncü gücü olma yükünü omuzlarına almasını, krizin mağdur ettiği bütün toplumsal güçlerin dayanışmasını örmek üzere sosyalizm ve demokrasi güçlerininin ortak bir mücadele zemini kurmasına yardımcı olmasını; rejime reaksiyon göstermekle yetinmeyip halkın kapitalizme, diktatörlüğe, faşizme, ırkçılığa ve kadın düşmanlığına yönelik bütün itirazlarının ileriye taşıyıcısı rolünü benimsemesini; siyasi masa başa ittifaklarının değil, Kürtlerin, kadınların, Alevilerin, Türkiyeli emekçilerin ve gençlerin ortak dili ve sesi olmasını gerektiriyor.
 
Olan ve olacak olanı anlamanın formülü basittir, Türke faşizm dayatmadan Kürde sömürgecilik dayatılamaz, ya da Türk faşizmden özgürleşecekse, Kürdün sömürgecilikten kurtuluşuna eşlik etmelidir.
 
Bunu halka anlatmanın binbir yolunu arayıp bulmaksızın, hakikatleri bıkmadan usanmadan halklarımıza taşımaksızın faşizme karşı ortak bir cephe kurmak hayaldir. Ne iyi ki, dört yıldır halklarımız bu formülü HDP şahsında tamamen kavramış görünüyor. 

 
Nihayet HDP’nin halklarımızın yanıltılmasına hiçbir zaman izin vermemesi, yanılsamalar yaratmamasını, toplumsal özgürlük mücadelemizin politik ve toplumsal paradigmasını kuran, hayatını Kürt halkının varlık ve kimliğini ispatı vücuda adamış olan Öcalan dışında bir muhatabın Kürt halkı nezdinde bir kurucu karşılığı olmadığı konusunda açık sözlü olmasını, Öcalan tecridi kırılmadıkça halklarımıza yönelik yasakların da aşılmış olmayacağını ifade etmekten geri durmamasını gerektiriyor. 

 
Çok verilenden çok istenirmiş. Halklarımız demokratik siyaset için çok şey, hayatını verdi. Borcumuzu ödemenin zamanıdır.