Başkanlık/partili cumhurbaşkanlığı için referandum yolu görünüyor. Birinci aşamada Mecliste 330’a ulaşılmaması için vekillere kamuoyu baskısı oluşturmanın kanalları zorlanmalıdır. Bunda bir sonuç alınamaması durumunda referandumda “hayır” kampanyası örülmelidir.
Türkiye’de rejim krizi derinleşerek devam etmektedir. Egemen güçler kendi içlerinde güç paylaşımından dolayı gerilimler yaşamaktadır. Bu gerilim içinde Erdoğan liderliğinde ilerleyen çizginin önemli oranda yol aldığını ve diğer güçlerin buna uygun dizilimler içinde olduğunu söylemek mümkün. Erdoğan liderliğinde ulaşılması hedeflenen zirve İslam-Türk sentezine dayandırılmış; mezhepçi, ırkçı, erkek/heteroseksist, anti-laik ve farklılıklara asla tahammülü olmayan bir totaliter sistemdir. İktidar, toplumun tüm kodlarını inşa etmeye çalıştığı yeni rejime uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır. Atılan her adım yeni rejim olarak faşizmin kitle tabanını genişletilme, konsolide etme ve rejimi kurumsallaştırma hedefine odaklıdır.
Kapitalizm özel bir kriz döneminden geçmektedir. Genel karakteri gereği ve dönemin de bu özelliğinin etkisiyle sürekli daha otoriter eğilimler üretmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ve ürettiği otoriter eğilimler kapitalizmin özel krizi içinde sırıtmamaktadır. Çevre ülkelerin görece at oynatabildiği bir dönemdeyiz. Hegemonya krizi kimi ülkelere göreli özerklik sağlamıştır. Bunlardan biri AKP iktidarındaki Türkiye’dir. Erdoğan’ın bu tabloda küçümsenmemesi gerek. AKP, Erdoğan gibi bir figürün liderliğinde yeni rejimin kurucu unsuru olan partidir. Erdoğan başkanlık sistemiyle taçlandırmayı hedeflediği bu yürüyüş ile kaderini birleştirmiştir. Bu yürüyüşün etrafında odaklanan güçler de kaderlerini buna bağlamıştır. Bu durum salt bir otoriterleşme değil aynı zamanda totaliterleşme yönelimidir. Diğer unsurlarıyla birlikte otoriterliği ve totaliterliğiyle karakterize olan faşizme yürüyüştür. Bu yürüyüşünde durmak iktidar açısından tamamen kaybetmek anlamına gelir ki o nedenle kararlı bir şekilde hızlı adımlarla devam ediliyor.
Hem bu sebeple hem de faşizme doğru gidişatın iç mantığından bakıldığında başında “reis” olarak Erdoğan’ın bulunduğu mevcut iktidar bloğu, sendelememek için hamle ve saldırı üstünlüğünü elde tutmaya, sürekli pedal çevirmeye, kitle tabanını saldırgan bir seferberlik ruhu içinde tutacak manipülasyonlara mecbur ve mahkûmdur. Dolayısıyla, önümüzdeki günlerde yeni ve daha sert saldırı dalgalarına, faşizmin tamamına erdirilmesini kodlayan “başkanlık” için gerekli plebisit desteğini üretmeyi amaçlayan iç ve sınır ötesi harekâtlara tanık olmamız mümkündür.
Elbette geleneksel devlet aygıtı ve sermayenin tamamının bu çizgide mutabık olup olmama meseleleri göz ardı edilemez. Geleneksel devlet yapısının içinde bu sürecin evrildiği durumdan memnuniyetsizlikler vardır. Ancak güçleri şu an gidişata müdahaleye yetememektedir. Farklı ittifaklara açık olmaları sürece müdahil olma potansiyellerini geliştirebilir. Özellikle Erdoğan’ın Batı’dan kopma yönünde Türkiye kapitalizminin kapasitelerini ve küresel konumlanışını aşırı zorlaması halinde yeni bir darbe ihtimal dışı değildir. Erdoğan ve şürekâsının bu ihtimali savuşturmak için buldukları yol, ordu ve bürokrasi saflarında bir belirsizlik ve diken üstü hali yaratmak pahasına, “Gülen Cemaati” operasyonları ile ordu, güvenlik bürokrasisi, yargı, istihbarat aygıtlarını bunu planlamaya fırsat bulamayacak bir güvensizlik iklimi ve operasyon tehdidi altında tutmaktır.
Türkiye sermayesi devlet fideliğinde büyümüş kişiliksiz bir sermayedir. Tekelci sermayenin büyük ölçüde TÜSİAD’da temsil edilen bir kesimi, bütünüyle bu yeni rejimin inşasına ikna olmuş değildir. Bir kısmı korkuyla, bir kısmı da yüksek karlılığı için göz yummaktadır. Diğer yandan bir iktisadi krizin ayak seslerinin giderek daha kuvvetle hissedilmeye başladığı ve buradan oluşabilecek çatlaklar gizlenemeyecek gerçeklerdir. Devalüasyon/enflasyon döngüsü Türkiye siyasi tarihinde pek çok hükümeti yerinden etmiştir. Elbette, artık devalüasyonlar çoktandır döviz kurunda oynamalar olarak otomatiğe bağlanmış durumdadır. Ancak bu durum TL’nin değer kaybının muhtemel ve sert bir iktisadi krizle ilintisini göz ardı etmeyi gerektirmez. Bu değer kaybı; enflasyon, pahalılık, ücretlerde erime, iflaslar, döviz cinsinden borçlanmalarda sürdürülemezlik gibi bir dizi zincirleme sonucu olacaktır. Büyüme oranlarının gerilediği, hatta eksiye geçme ihtimalinin belirdiği ve ihracatın ithalat girdilerine yüksek derecede bağımlı olduğu ve küresel krizin kuşatıcı çerçeveyi oluşturduğu koşullarda; liradaki değer kaybının ihracatı tetiklemesi de mümkün değil. Erdoğan istediği kadar İslam İşbirliği Teşkilatında vaaz versin ve Merkez Bankası’nın “özerkliği ”ne verip veriştirsin, onun faizler düşürülsün dediği gün aksi olabilir. Elbette iktisadi kriz güçlü bir muhalefetin olmadığı koşullarda muktedirlerin gücüne güç katmanın aracı olarak da işlev görebilir. Ancak tüm risk ve imkânlarıyla iktisadi kriz önümüzdeki dönemde tüm taraflarca göz ardı edilemeyecek bir faktör olacaktır.
Hâlihazırda ne yükselen faşizm artık zaferini ilan etmiş ve kendisinden emindir ne de bir dizi olumsuzluğa rağmen, toplumsal muhalefetin ve belli başlı direnç odaklarının saflarında bir teslimiyet, kabullenme ve yenilgi iklimi hâkim hale gelmiştir. Şimdiye kadar bu niyetle tezgâhlanmış bir dizi saldırı, operasyon ve komploya tanık olsak bile, Türkiye henüz faşizmin zafer ilanı ve muhalefeti zerre ve hücrelerine kadar ezmesi anlamına gelen bir “Rayhştag yangını”, bir “kristal gecesi”, tam gaz “Cemaat” operasyonuna rağmen bir “uzun bıçaklılar gecesi” yaşamadı. Daha doğrusu, değişen dünya koşulları ve Türkiye toplumunun ve toplumsal muhalefetinin yükselen bağışıklık ve direnç katsayısı bu yönlü girişimleri belirli ölçüde nötralize etmekte ve hükümsüz kılmaktadır. Ama bu yöntem ve geçiş adımlarındaki farklılıklar faşizmin genel karakterinin 21.yüzyıla uymadığı ve inşa edilemeyeceğini göstermez.
İçerisinden geçmekte olduğumuz sürecin ana karakteri konusunda konferans kararımızda yapılan saptama halen geçerliliğini korumaktadır: “Faşist bir diktatörlüğün inşası istikametinde hızlanan gidişat…” Evet, gidişat özellikle şaibeli ve pek çok bakımdan tartışmalı 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yepyeni bir ivme ve tempo kazandı. İnşanın tamamına erdirilmesi veya faşizmin püskürtülmesi bakımından neredeyse son kritik dönemece girildiği, “karar anı”na daha da yaklaşıldığı, zamanın daraldığı apaçık bir gerçek. Ancak, sürecin ana karakteri değişmemiştir. Halen bir “geçiş süreci” ama çelişki ve çatışkıların da şiddetlendiği bir geçiş süreci içindeyiz.
Konferans kararlarımızı hatırlayalım:
1) SYKP Konferansı, demokrasi cephesinin esas olarak demokratik siyasal alanda inşa edilebileceğini, bu konuda her hangi bir tereddüt, ikirciklik ve netsizliğin yalnızca cephenin kuruluşunu zora sokmakla kalmayıp, dolayısıyla faşizme karşı mücadeleyi de zaafa uğratacağını belirler.
2) Kuruluş zeminin de ima ettiği gibi, müstakbel cephenin açık, demokratik, meşru, fiili ve kitlesel mücadele biçimlerini, kitlelerin direnişe katılımını ve kazanılmasını esas alması gerektiğini vurgular. Yasal mevzileri de savunulmasını da kapsamakla birlikte, bunun hiçbir şekilde ve özellikle de keyfiliğin hüküm sürdüğü bir rejim altında yasalcı bir çerçeve anlamına gelmediğini; bu çizginin özünün faşizme karşı direnme hakkının meşru ve fiili biçimde kullanılması ve çeşitli biçimleriyle sivil itaatsizlik olduğunu vurgular.
3) Faşizmin Sokak terörüne karşı nefsi müdafaanın ve öz savunmanın yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir gereklilik olduğunun altını çizer.
4) İktidarın pasifikasyon taktiklerini boşa çıkarmanın, kitle mücadelesindeki göreli geri çekilmeyi giderecek, onları şu veya bu şekilde işlevlendirecek yaratıcı ve esnek yöntemler geliştirmenin konjonktürün öne sürdüğü bir görev haline geldiğini saptar.
Konferans kararlarımızın tanımladığı çerçevedeki meşru, demokratik mücadele hattı gerektiği önem ve konsantrasyonla savunulmalıdır. Demokratik mücadelenin alanının daraltıldığı bu süreçte bütün olanaklar seferber edilerek bu hattın inşasına yüklenilmelidir. Bu hatta mücadele veren bütün eğilimlerin, bireylerin refleksleri daha güçlü olmalı, eşgüdümlü davranış biçimini zorlamalıdır. Şüphesiz ki bunun bedelleri olacaktır. Muhalif güçlerin fazlasıyla bedel ödediği bu dönemde SYKP’de gözaltı ve tutuklamalara maruz kalmaktadır. Referanduma gidilen süreçte iktidarın sopası daha sert vuracaktır. Bir bütün olarak bunlara hazırlıklı olmalıyız.
Başkanlık önemli bir eşik, bunu püskürtebilecek yol yöntemler bulmalıyız.
Başkanlık bir eşik ise de her şeyin biteceği bir eşik değildir. Çeşitli çelişkiler ve çalkantılar sürecektir. Bu eşiğin gerektirdiği taktik ve örgütsel değişiklikler ortada duruyor. Şimdi yapılması gerekenin hakkını vermeyen, gerekli teyakkuzu yaratmayan yeni koşullara geçişi kolay yapamaz.
Başkanlık/partili cumhurbaşkanlığı için referandum yolu görünüyor. Birinci aşamada Mecliste 330’a ulaşılmaması için vekillere kamuoyu baskısı oluşturmanın kanalları zorlanmalıdır. Bunda bir sonuç alınamaması durumunda referandumda “hayır” kampanyası örülmelidir. Partimizin Türkiye’ye özgü faşizmin inşasına dönük değerlendirmeleri ışığında işaret ettiği meşru direniş çizgisini “hayır” kampanyasıyla güçlendirmeliyiz.
SOSYALİST YENİDEN KURULUŞ PARTİSİ (SYKP)
MERKEZ YÜRÜTME KURULU
6 Ocak 2016