Ekolojik kriz nedeniyle insanlık, varoluşsal bir sorunla yüz yüze. Bütün göstergelerin işaret ettiği gibi, kapitalist üretim tarzı, insanlığı ve yerküreyi kendiyle birlikte yok oluşa sürüklemeye devam ediyor. Tarihsel bir atılımla kaderine sahip çıkamazsa, insanlığın önümüzdeki yüzyılda sermaye boyunduruğu altında yaşamayı sürdürmesi bile iyimser bir öngörü sayılabilir. İçine sürüklendiğimiz bu felaketten kurtulmak için fazla zamanımız kalmadı. Dünya ve Türkiye deneyimi içinden politik bir ekoloji mücadelesi perspektifini mücadelenin tüm gerçek sahipleriyle ve birlikte oluşturmaya ihtiyacımız var.
Kapitalizmin tarihsel ve fiziksel sınırlarındayız
Doğayı, kendini yeniden üretme ve yenileme kapasitesinden daha büyük bir güçle bozan kapitalist sistem yeryüzünde canlı yaşamın sürekliliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bütün yerküreyi kasıp kavuran, seller, yangınlar, kuraklıklar; dondurucu soğuklar, kavurucu sıcaklar, susuzluk, toprağın, havanın, suyun zehirlenmesi ve türlerin yok oluşu ile bütün kıtalarda yaşayan bütün insanlara kendisini bir felaketler silsilesi olarak her gün daha çok duyuran ekolojik kriz, uygarlıktan kaçışı değil onu dönüştürmeyi, yeni ve daha ileri bir uygarlığa sıçramak için, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini bir ve aynı anda değiştirmeyi zorunlu kılıyor. Kapitalizm, emeğe nasıl davranıyorsa doğaya da öyle davranıyor: Daha çok kâr için iliğine kadar sömürmek!
“Kalkınma”, “gelişme”, “büyüme”, “refah” ve “ilerleme” gibi “daha iyi bir gelecek” vaat eden kavramlar sermaye dinamiği ve birikimiyle bağlantılı anlamlarından soyundurulup insanlığın kurtuluşunun gerçek ve maddi imkânlarıyla ilişkilendirilmedikçe hepsinin başına bir “sürdürülebilirlik” eklemek yaklaşan felaketi durdurmak açısından “post-modern” bir duadan fazla bir anlam taşımıyor. Sınırlı bir gezegen, sınırsız bir birikim ve büyüme içtepisinin yön verdiği, sınırsız bir enerji ve ham madde açlığı duyan, her türlü üretimi ve tüketimi hiçbir kısıt yokmuşçasına kamçılayan, tatmin ve yeterlilik nedir bilmeyen, doğayla aramızda gittikçe büyüyen bir “metabolik çatlağa” yol açan obur bir toplumsal sistemi sürgit taşıyamaz.
Kapitalist miyopluk insanı, doğanın dışında ve karşısında, dediğim dedik ve başına buyruk bir efendi gibi konumlandırıyor. Doğanın milyarlarca yıl alan kimyasal ve biyolojik evrimle oluşmuş karmaşık bir üretim örüntüsü içinde işlediğini, bunun her türden toplumsal üretim sisteminin verili önkoşulu olduğunu yok sayıyor: Onun nobranlığı despotların binlerce yıldır değişmeyen davranış tarzında özetlenebilir: “Benden sonra tufan!”. Artık bir ikilemin kapısındayız: Uygarlığın doğa ile barışarak ilerlemesi ya da kendisiyle birlikte biyolojik evrimi de geriye sürükleyerek yozlaşıp çözünmesi!
Uzağı görmek, insanı doğanın bilinci, doğanın kendisi üzerine düşünme kapasitesi, doğanın evriminin önemli bir doruğu ve tarih sahnesinde yer aldığı andan bu yana bu evrime bilinci ve etkinliği ile artan oranda etkide bulunan bir öğesi olarak algılamak, tarih boyunca hep olageldiği gibi bu kez de ezilenlerin ve sömürülenlerin omuzlarına yüklenen bir görev. Kapitalizmin dizginlerinden kopardığı araçsal akıl, egemenliğini ortak karar, katılım ve muhalefet mekanizmalarını birer birer devreden çıkararak, burjuva uygarlığının yorum, eleştiri ve özgürleşme birikiminden elde kalanı da yok ederek kuruyor. Otoriterliğe, türcülüğe, cinsiyetçiliğe ve her türden ırkçılığa karşı mücadele verilmeden tutarlı bir ekoloji mücadelesi verilmesi mümkün görünmüyor. Ki, bunun tersi de doğru!
Kapitalizmin doğaya saldırısı ve patriyarka birbirlerinden beslenerek büyüyor. Kadın-doğa-patriyarka üçgeninde doğa, bir dekor ve hammadde kaynağına dönüştürülürken yoksulların yoksulu kadınlar, ücretsiz ev içi emeğin daha fazla sömürüsüne maruz kalıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği derinleşiyor ve kadınlar erkek egemenliğine karşı var olmak için bedel ödemek zorunda kalıyor. Ekoloji, kadın ve demokrasi mücadeleleri karşılarında sermaye egemenliğini buluyor ve sermaye egemenliğini sınırlama içeriği kazandıkça aralarında nesnel bir mücadele bağı kuruluyor. Kadınlar, şiddet ve baskının öncelikli hedefi olurken yaşam alanlarına yapılan her saldırıda direnişin ön saflarında yer alıyor.
Politik bir ekoloji mücadelesine ihtiyaç var
Türkiye de pek çok ülke gibi, ekolojik krizin sonuçlarını ağır şekilde yaşıyor. Mevsimlerde kaymalar, şimdiye kadar tanık olmadığımız hortumlar, sıcaklık ortalamaları, seller, gündelik sıradan olaylar haline geldi. Ülkenin her karışı madencilik ve enerji şirketlerine tahsis edilmiş durumda. Sonu belirsiz jeostratejik hesaplarla adım adım nükleer bir maceraya sürükleniyoruz. Tarımın çökertilmesi için teşvik dahil her yol deneniyor. Gıda egemenliği ve gıda güvenliği yok ediliyor. Kentler ve müşterekler, zorbalıkla sermayeye transfer ediliyor. Geriye inşaat sektörü başta olmak üzere sermayenin çıkarı için yok edilen kültürel dokusuyla açık birer cezaevi haline gelen şehirler kalıyor. Tarihi ve kültürel varlıklarımız Palmira’da tanık olduğumuz dinci gericiliğin benzeri bir vandallıkla yok ediliyor. Bütün bunlar, bugün kaçak sarayda cisimleşmiş, her türlü evrensel hukuk ve demokrasi standardını yok sayan siyasi iktidarın ve onun etrafında yuvalanmış sermaye gruplarının bekasını korumak adına yapılıyor.
Türkiye’de artık güçlü bir ekoloji mücadelesi var. Ekolojik yıkıma karşı Bergama Köylüleri’nin direnişinden Gezi isyanına kadar ülkenin dört bir yanında ekolojik taleplerle verilen mücadele yeni bir evresinde. Şirketlerin önündeki her türlü hukuksal engelin kaldırılmasına, açıktan el koymalara, abartılı istihdam vaatlerine rağmen ekolojik saldırının olduğu her yerde direnişin, onurun ve insanlığın ortak geleceğine olan umudun sesi yükseliyor. Ekoloji hareketi, henüz yeterli kazanımları olmasa da nasıl kazanılacağına ilişkin azımsanmayacak bir özdeneyim biriktirdi. Dünyadaki benzer deneyimlerde olduğu gibi politik tartışma ve ortak programatik hatta yürümek için önemli bir uğraktayız. Bu eşiğin aşılması için her şeyden önce burjuva çevreciliğin sorunu tarihsel ve sınıfsal boyutta görmeyen, teknik ve hukuksal bir mücadele alanına sıkıştıran, uzmanların tekelinde tutmaya çalışan, sermayenin farklı sektörleri tarafından fonlanan, mücadelenin gerçek toplumsal ve düşünsel dinamiklerini körleştiren etkisinden kurtulmamız gerekiyor. Ancak bu sayede kapitalist yıkıma karşı kurucu yeni bir uygarlığın taşlarını döşeyebiliriz. Üzerinde konuştuğumuz kadim topraklar, kapitalist modernleşmenin yok edemediği zengin bir mirası bağrında taşıyor. Ekoloji Politik Konferans, farklı yerellerde ve farklı mücadele başlıklarında direniş alanlarında yürüttüğümüz tartışmaları, politik bir zeminde konuşma çabasını taşıyor. Bu sayede sınıf mücadelesinin ve sosyalist hareketin yeniden kuruluşuna da önemli bir katkı sağlanacağına inanıyoruz. Ekoloji mücadelesinin çoğul, çok özneli, çok biçimli karakterini bir zenginlik olarak görüyoruz. İki gün boyunca dünyanın farklı kıtalarındaki ve Türkiye’deki ekoloji hareketinden temsilciler, İstanbul’da bir araya gelecekler. Yine Toplumsal Ekoloji, Ekososyalizm ve Marksist Ekoloji akımlarının uluslar arası temsilcileri konuk olarak aramızda olacaklar. Bu enternasyonalist buluşmada, küresel ölçekte konuşmayı ve deneyim paylaşmayı amaçlıyoruz. Aynı ihtiyacı duyanları, dinleyici olmaya değil, ortaklıklarımız ve gerilimlerimizle tartışmayı birlikte geliştirmeye çağırıyoruz.