6 Şubat günü Türkiye 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki büyük deprem ve yüzlerce artçıyla sarsıldı. Ardından Hatay merkezli 6,4 ve 5,8 şiddetindeki depremler gerçekleşti. Maraş ve Hatay merkezli depremler, Adana, Adıyaman, Antep, Diyarbakır, Hatay, Kilis, Malatya, Osmaniye, Urfa illerinde çok büyük can kayıplarına ve maddi hasara yol açtı. Bu 10 ili kapsayan bölgede 13,5 milyon insan yaşıyordu. Resmi rakamlara göre 90 binin üzerinde bina yıkıldı veya ağır hasar gördü. Yıkılan binaların altında on binlerce insan kaldı. Kimi şehirlerin neredeyse tamamı oturulamaz hale geldi. Depremden sağ veya yaralı olarak kurtulan milyonlarca insan haftalarca kış soğuğunda dışarda gecelemek zorunda kaldı. Yiyecek ve temiz su, giyim ve en temel ihtiyaç maddelerine ulaşamadı. İlk depremlerin üzerinden 3 hafta geçtiği halde halkın büyük bir bölümüne kışlık çadır dahi verilmedi. Bu durum da, yakınları enkaz altında kaldığı için bekleyenler ile en yoksul kesimler dışındaki milyonlarca insanın yaşadıkları şehri terk etmesine yol açtı.
Yıkımın sorumlusu siyasi iktidardır: Erdoğan istifa!
6 Şubat’ta gerçekleşen deprem, etkilediği nüfus büyüklüğü, şehir sayısı, alan ve yol açtığı can kaybı bakımından Türkiye tarihinin en büyük depremidir. Erdoğan ve iktidar sözcüleri de depremin çok ağır sonuçlar yaratmasındaki sorumluklarını ve suçlarını bu gerçeğin arkasına gizlemeye çalışıyor. Oysa bir doğa olayı olan depremi büyük bir felakete dönüştüren bu siyasi iktidardır. Çünkü;
- Deprem bilimi çalışmaları, bu bölgede yakın bir gelecekte yaklaşık 7,5 şiddetinde bir deprem olacağını ve bunun nelere yol açacağını öngörüyordu. Yapılması gerekenler de açıkça ortaya konmuştu. Buna rağmen iktidar hiçbir konuda somut, yeterli önlemleri almadı
- Bölgedeki binaların çok büyük bölümünün güçlü bir deprem sırasında yıkılacağı bilindiği halde bu binaların denetimi yapılıp güçlendirilmesi veya yıkılması, içlerinde oturanların depreme dayanıklı binalara geçirilmesi için ciddi bir adım atılmadı. Tam tersine, tümüyle denetimsizce kaçak yapılan, depreme dayanıksız binalara oy ve para uğruna defalarca “imar affı” çıkarıldı.
- “Tek adam rejimi” gereğince tüm yetkilerin bir kişinin elinde toplanması, bürokratların Saray’dan talimat gelmeden adım atamamasına, liyakat değil sadakata göre eleman alınarak devlet kurumlarının arpalığa çevrilmesine yol açtı. Depremde görev yapacak olan AFAD, Kızılay gibi kurumlar da aynı çürüme ve yozlaşmanın etkisi altında kalarak deprem sonrasında hızla sahaya intikal etme, ilk 48 saat içinde arama-kurtarma çalışmalarında önemli ölçüde yol alma, aynı süre içinde sağ kalanların barınma, beslenme, sağlık, temizlik-hijyen ihtiyaçlarını giderme gibi görevlerini yerine getiremedi. Sadece 48 saat değil, ilk depremin üzerinden haftalar geçtiği halde bu kurumlar görevlerini yerine getiremedi. Bu ise can kayıplarının ve yaralanmaların katlanmasına, sağ kurtulanların aç-susuz, barınaksız, sağlık ve temizlik hizmetlerinden yoksun kalma nedeniyle kitlesel biçimde göç etmesine neden oldu.
Bu deprem dizisinde onbinlerce insanın yaşamını yitirmesinin, yüz bini aşkın insanın yararlanmasının, şehirlerin yerle bir olmasının, milyonlarca insanın yakınlarını yitirmesinin, evsiz, işsiz, geleceksiz kalmasının nedeni, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının yanı sıra, AKP’nin dizginsiz neo-liberal politikaları, ülke kaynaklarının başta yandaş sermaye grupları olmak üzere büyük sermayeye peşkeş çekilmesi ve Erdoğan’ın “tek adam rejimi”dir.
Özetle, bu deprem felaketinin siyasi sorumlusu AKP ve şahıs olarak, doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, 11 yıllık Başbakanlığı, 4 yıllık sınırlı yetkili ve 5 yıllık tek ve tam yetkili Cumhurbaşkanlığı sırasında halkın değil, öncelikle kendi çevresinin ve genel olarak sermaye sınıfının çıkarlarını koruyup kolladığı için emekçilere ve ezilenlere karşı suçludur. Ama sadece gelmekte olduğu bilindiği halde bu depreme karşı gerekli ve yeterli önlemleri almadığı, tersine insanların yaşamını korumak yerine rant siyasetini tercih ettiği için on binlerce insanın ölümünden, milyonlarca insanın geleceksiz bırakılmasından sorumludur. Sırf bu nedenle bile derhal istifa etmelidir. Bu iktidar gayrimeşrudur, AKP-MHP ittifakı seçimleri beklemeden elinde tuttuğu koltukları terk etmelidir.
SYKP olarak Tayyip Erdoğan’ı, bakanlarını, üst düzey kurum yöneticilerini istifaya zorlayacak bir politik çizgi izleyeceğiz.
OHAL ilanı iktidarın ömrünü uzatmaya yetmez
Erdoğan, depremin 2. günü depremin en ağır yıkıma yol açtığı 10 ilde (daha sonra bu 10 il, Elazığ’ın da eklenmesiyle 11’e çıktı) 3 ay süreyle OHAL ilan ettiğini duyurdu. OHAL ilanının gerekçesi, depremin yıkımına karşı alınması gereken önlemlerin hızla alınmasıydı. Ancak OHAL ilanına rağmen, tek adam rejimi altında çökmüş olan kurumlar günlerce sahaya intikal edememiş, görevlerini yerine getirememiş, depremin sonuçlarını daha da ağırlaştırmıştır.
Zaten Erdoğan’ın OHAL ilan etmesinin başlıca nedenlerinden biri, deprem felaketi nedeniyle iktidara yönelen tepkileri, OHAL’le daha da genişleyen yetkileriyle bastırmaktır. OHAL ilanının önemli nedenlerinden bir başkası ise, seçim sürecinde muhalefetin hareket alanını rahatça daraltabilme olanağıdır. Bu yaşamsal öneme sahip seçimin hazırlık ve propaganda sürecinin neredeyse tamamının OHAL koşulları altında yaşanması, muhalefet güçleri açısından zorlayıcı olacaktır.
Bununla birlikte, deprem felaketinin çapı ve derinliği ve de rejimin ve merkezi idarenin en azından şimdiki aczi ve felç olmuşluğu karşısında OHAL ilanı dahi muhalefetin kullanabileceği bütün gediklerin kapatılmasına yetmez. Bizler ihtiyatlı, uyanık ve çevik bir biçimde sürece müdahil olmaya devam etmeliyiz. Bunun olanakları var.
Üniversitelerin kapatılması çare değil, sorun kaynağıdır
Milyonlarca insanın deprem nedeniyle sokakta kalmasına AKP-MHP iktidarının “çözümü” ne onlara önce hızlıca çadır ve ardından geçici konteyner’lar temin etme, ne boş evlere ve otellere yerleştirme olarak şekillendi. İktidarın “kolay” çözümü, üniversiteleri yüz yüze eğitime kapatma, KYK yurtlarında kalan öğrencileri apar topar boşaltıp yerlerine depremzedeleri koyma oldu. İlk feda edilen, üniversiteler ve öğrencilerdi.
Oysa KYK yurtlarının depremzedelere tahsis edilmesi, onların barınma sorununu çözmedi, çözemezdi. Çünkü KYK yurtlarının kapasitesi 800 bin dolayında iken, boş ev sayısı 1,6 milyon ve otellerdeki yatak kapasitesi 1,8 milyon.
Pandemi sırasında 2 yıla yakın süreyle yüz yüze eğitimin yapılamamasının ardından bu dönemdeki online ders yapma kararı, üniversite eğitimine ağır bir darbe vuruyor. Deprem bölgesinde üniversite öğrencilerinin yaklaşık yüzde 10’u yaşadığı halde tüm üniversitelerin online eğitime geçmesi ayrı bir garabet oluşturdu.
Üniversitelerin yüz yüze eğitime kapatılması; siyasi iktidarın bilim düşmanlığının, deprem sürecindeki ve ülke yönetimindeki beceriksizliklerinin, halkın/insanların değil sermaye sınıfının çıkarlarına öncelik vermesinin bir başka örneğini oluşturdu.
Hem yaralarımızı saracak hem size seçim yenilgisi tattıracağız!
AKP içinden kimi isimler depremin yol açtığı nüfus hareketlerinin ve toplumsal psikolojideki olumsuz etkilerinin önümüzdeki seçimleri yapmayı imkansız hale getirdiğini, bu nedenle seçimlerin 1 yıl ertelenmesi gerektiğini ileri sürdü. Ancak AKP kurmayları, yaptıkları değerlendirme sonucu seçimin bir an önce, mümkünse 14 Mayıs’ta yapılmasının kendi yararlarına olduğuna karar vermiş görünüyor.
Belli ki AKP, depremin ağır travması toplumun bilincinde henüz tam olarak açığa çıkmadan, felaketin ekonomik boyutunun sonuçları topluma kuvvetle yansımadan, “1 yıl içinde yaraları sararız” yalanıyla umut dağıtarak ve bu yalanın mumu sönmeden seçimleri yapmak istiyor.
Ancak bu hesaplarının tutmayacağı şimdiden bellidir. Toplumda bu felaketin sorumlusunun AKP-MHP ittifakı ama şahsen Tayyip Erdoğan ve yönetimi olduğu konusunda giderek berraklaşan bir hüküm egemen oluyor. Depremin başından beri süregelen toplumsal dayanışma hareketinin yaygınlığı, sosyal medyadaki olağanüstü canlılık, yüzbinlerce insanın korku duvarını aşarak öfkesini her kanaldan dile getirmesi önemli göstergelerdir. Futbol maçlarında on binlerce kişinin bir ağızdan “Hükümet İstifa” sloganı atması, “Yalan yalan yalan, dolan dolan dolan, istifa istifa” diye tempo tutması bir başka göstergedir.
Halkın bu iktidara bir gün bile tahammülü kalmamıştır. Bir yandan depremin yaralarını sararken, diğer yandan 14 Mayıs ya da 18 Haziran’da yapılacak yaşamsal seçimi kazanmak, faşizmi püskürtmek, bu çürümüş iktidarı devirmek için HDP/Emek ve Özgürlük İttifakı, sosyalist, devrimci, demokrat güçler olarak tüm gücümüzü ve becerimizi ortaya koyacağız.
Önümüzdeki dönemin siyaseti deprem prizmasından geçecek
6 Şubat ve sonrasında gerçekleşen depremlerin etkisi, sadece ölenler, yaralananlar, sağ kalanlar ve onların yakınlarıyla sınırlı değildir. 6 Şubat’ta bir bütün olarak Türkiye sarsıldı; politik, ekonomik, demografik, toplumsal vb açılardan çok katmanlı bir sarsıntı yaşandı. Ve bu sarsıntıların etkisi yıllarca sürecek. Elbette ülkenin temel ekonomik, politik, toplumsal sorunları yerli yerinde durmaktadır. Ama bu büyük felaket artık siyasetin ortasına oturmuştur ve tüm siyasi sorunlar bu felaketin prizmasından geçerek görülmek durumundadır. SYKP olarak biz de siyaseti bu şekilde okumakla yükümlüyüz.
Toplumsal dayanışma yaşatıyor
İlk depremin 6 Şubat sabahının erken saatlerinde gerçekleşmesinin hemen ardından, internet iletişiminin sağladığı geniş olanakların da sayesinde, toplumsal duyarlılık hızla yükseldi ve derhal çok çeşitli politik kesimlerde, emek ve meslek, inanç, demokratik kitle örgütlerinde, deprem bölgesindeki halkla dayanışma ve destek ilişkisi kurmanın ilk adımları atılmaya başlandı. Depremin haber alınmasıyla birlikte ilk gönüllü grupları bölgeye doğru yola çıktı, nakdi ve ayni yardım toplanması için örgütlenmeler başladı. 2. ve 3. günlerde destek ve dayanışma daha organize hale geldi, yardım kamyonları/araçları bölgeye ulaştı. Bu toplumsal duyarlılık ve maddi-manevi dayanışma hala önemli ölçüde sürüyor. Çeşitli illerden deprem bölgesine gelen gönüllüler, devlet kurumlarının günlerce hatta haftalarca ortalıkta görünmediği, ya da geldiklerinde de ciddi bir çalışma yürütmedikleri sırada, arama-kurtarmadan, manevi desteğe, gelen yardımların dağıtılmasından cenazelerin gömülmesine kadar çok sayıda işi üstlendiler ve bölge halkına yaşamsal bir destek sundular.
Bu oldukça güçlü toplumsal destek ve dayanışma hareketi, 1999 Gölcük-Düzce depremlerinin deneyimleri üzerine inşa edildi. Ama farklı olarak internet iletişiminin olanaklarından da geniş biçimde yararlandı. Bu nedenle daha yaygın ve daha etkili olabildi.
Bu dayanışma-destek hareketi, kapitalizmin tüm yaşamımız boyunca ve yüzlerce kanaldan zihnimizi ele geçirmeye çalışan rekabetçi kültürüne karşı, on binlerce yıllık komünal geleneklerden ve binlerce yıllık ezilen sınıf/halk pratiklerinden süzülüp bugüne ulaşan dayanışmacı kültürün dip dalgalarının, güncel-yaşamsal dayanışma gereksinimi ve bilinciyle buluşmasıyla gerçekleşti. Parti olarak yıllardır dayanışma ağlarının örülmesi görevini önümüze koyduk ve hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ancak 6 Şubat depremi sonrasında gerçekleşen dayanışma-destek hareketinin hem nicel, hem de nitel olarak öncekileri çok aşan yapısı, bu dinamiğe çok daha güçlü asılmak gerektiğini gösterdi bize.
Bununla birlikte, bu dayanışma-destek hareketinin kimi zayıflıkları ve sınırları var: Kendiliğinden gelişen bir hareket olarak, sürekliliğini sağlamak ve etkinliğini derinleştirmenin ciddi zorlukları bulunuyor. Nitekim, depremin üzerinden daha 3 hafta geçmeden, ilk günlerin yoğun duygu ve heyecanı kaybolurken bölgeye gönderilen ayni yardımların ve bölgede görev yapan gönüllülerin sayısının azalma eğilimine girdiğini görüyoruz. Oysa bölge halkı destek ve dayanışmaya daha aylarca, hatta yıllarca ihtiyaç duyacak.
Öte yandan, dayanışmacıların ideolojik-politik aidiyetleri de dayanışma-destek hareketinin sürekliliğini etkileyecektir. Bunların bir kısmı, devletin sahaya hakim olmasıyla birlikte “bizim işimiz bitti” düşüncesiyle geri çekilme eğilimine girecektir. Yine düzen partilerinin etki alanındakiler, AKP karşıtlığıyla yetinecek, rantçı politikalarla arasına net bir mesafe koyamayacak, devletin kalıcı politikalarının halklar üzerindeki asimilasyonist etkilerini göremeyecektir.
İşte bu nedenlerle, dayanışma-destek hareketi içinde sürekli bir ideolojik-politik mücadeleyi de esnek, yaratıcı ama ısrarlı ve kesintisiz biçimde yürütme göreviyle karşı karşıyayız.
Öte yandan dayanışma-destek hareketinin milyonlarca insana yardım götürme, genel olarak yaşamı ve ekonomiyi canlandırma, şehirlerin yeniden inşasının makro ölçekte planlarını yapma ve mali kaynaklarını bulma gibi konulardaki sınırları bellidir. Elbette bütün bu işlerin nasıl yapılacağı konusunda dayanışma-destek hareketinin sözü ve etki gücü olmalıdır. Ama bu işleri asıl yapacak olan, kamu gücüdür, devlettir. Devleti/kamuyu bu alanlarda harekete geçirmek için mücadele, siyasi faaliyetimizin temel unsurlarından biri olacaktır.
Destek ve dayanışmanın coğrafyası genişledi
Destek ve dayanışma hareketinin faaliyet alanı artık deprem bölgesiyle sınırlı değil. Depremin yıkıma uğrattığı yerleşim yerlerinde barınamayan milyonları bulan sayıda insanımız diğer illere göçmek zorunda kaldı. Şu anda deprem göçünün en yoğun yaşandığı iller, Mersin, Adana ve Antalya olarak sıralanabilir. Ancak başta büyük şehirler olmak üzere pek çok diğer şehre de deprem göçünün olduğu ve olmaya devam edeceği anlaşılıyor.
Orta ve uzun vadede göç edenlerini nasıl davranacağı, ne kadarının kalıp ne kadarının geri döneceği konusu ayrı bahis; ama özellikle göç edenler arasındaki yoksullarla dayanışma, son derece acil bir görev durumundadır. Evleri, işyerleri yıkılmış, bütün birikimleri yok olmuş, sadece üst-başlarıyla çıkıp bilmedikleri şehirlere göç etmek zorunda kalmış olan insanların her türlü destek ve dayanışmaya ihtiyaçları var.
Bu durum, dayanışma hareketinin önüne yeni ve zorlu görevler koyuyor. SYKP olarak biz de deprem göçmenleriyle dayanışmayı örgütleme konusunda tüm gücümüzle çaba göstereceğiz.
Uyarıyoruz: Bölgenin demografik dokusuyla oynamaya kalkmayın
Depremin en büyük can kaybına ve maddi hasara yol açtığı illerden Adıyaman, Maraş ve Antep, devletin öteden beri Türkleştirmeye ve Sünnileştirmeye çalıştığı Kürt ve Alevi nüfusun yoğun biçimde yaşadığı illerdir. Aynı zamanda bu bölge, uzun zamandır hem Avrupa’ya hem Türkiye’nin diğer illerine yoğun göç vermektedir. Depremin ağır kayıplara yol açması, bu göç eğilimini ciddi oranda güçlendirdi. Bu, devletin 100 yıldır yapmak isteyip de tam olarak yapamadığı demografik değişimin “kendiliğinden” gerçekleşmesi anlamına gelecektir. Devletin de bu nedenle bu yurtiçi ve yurtdışı göçü teşvik edeceği açıktır.
Devletin aynı toplum mühendisliğini Hatay için daha da planlı-programlı ve fütursuzca uygulayacağından şüphe duyulmamalıdır. Hatay’ın merkezi ve kimi ilçeleri belki de depremin en ağır yıkımının gerçekleştiği, bu nedenle nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşam alanlarını terk etmek zorunda kaldığı yerleşimlerdir. En çok yıkımın olduğu ilçeler aynı zamanda Arap Alevi halkın da geleneksel merkezleri durumundadır: Samandağ, Defne ve Antakya (merkez), Arsuz ve İskenderun. Aynı ilçeler, Arap Hristiyan, daha az sayıda Ermeni ve çok az Yahudi nüfusun da yaşadığı yerlerdir. Hatay ilinin 1939’da Türkiye tarafından ilhak edilmesinden sonra devlet sistematik biçimde Arap Alevi çoğunluğu Türk ve Sünni nüfus lehine azınlık haline getirmeye, Hristiyan ve Yahudi nüfusu bölgeden silmeye çalıştı. Şimdi bu felaketi de aynı amaçla kullanmaktadır, kullanacaktır.
Öte yandan güncel olarak sınırın diğer tarafında Türkiye’nin himayesindeki, kimi tahminlere göre 2,5 milyon Sünni, cihatçı, Alevi düşmanı örgütlerin kontrolündeki bir nüfus var. Suriye merkezi hükümetiyle yapılabilecek bir anlaşma sonrasında bu nüfusun çok büyük bölümünün tek gideceği yer, Türkiye’dir, özel olarak da Hatay’dır. Bu nedenle mevcut durum, Arap Alevi halkımız için son derece büyük bir tehlike arz ediyor.
Dolayısıyla devletin başta Hatay olmak üzere depremin yıkıntıya çevirdiği illerin demografisini değiştirme yönündeki açık ve gizli tüm planlarına, teşviklerine, zorlamalarına kesin olarak karşı durmalıyız. Yaşayacak barınağı ve asgari yaşam koşulları bulunmadığı için başka illere gitmek zorunda kalan bölge halkının barınma, sağlık, eğitim ve çalışma koşullarının hızlı biçimde yeniden oluşturulması için devlet kurumlarını ve yerel yönetimleri zorlamalıyız. Elbette bu çalışmaları bölge halkıyla daha güçlü bağlar kurarak, dayanışma ve desteği daha da yükselterek gerçekleştirmeliyiz.
Göçmen düşmanlığına geçit vermeyelim
Depremin hemen ardından, Zafer Partisi ve benzeri faşist, ırkçı odaklar özellikle Suriyeli göçmenlere karşı yaygın bir nefret propagandası başlattı. Suriye’deki savaş ortamının yarattığı ağır koşullarda yaşayamayıp Türkiye’ye -Türk devletinin de teşvikiyle- göçen insanlara karşı “hırsız, yağmacı” damgası vuruldu. Özellikle Hatay’da bu ırkçı propaganda yayıldı.
Deprem sonrasındaki can pazarında halkta biriken öfke ve tepki bu ırkçı propagandayla Suriyeli yoksullara yönlendirildi. Kendi yakınlarını da kaybeden ve onları kurtarmaya çalışan çok sayıda göçmen, hırsız veya yağmacı denilerek dövüldü. Polis ve Jandarma güçleri de bu linç girişimlerini ya görmezden geldi ya da daha kötüsü, kışkırttı.
SYKP olarak, devlet sınırlarını gayrimeşru görüyor ve hangi milliyetten, hangi inançtan olursa olsun, hayatını kurtarmak için veya ağır yoksulluk, işsizlik, siyasi baskılar vb nedeniyle ülkesinden kaçıp Türkiye’ye sığınan göçmenlere insanca yaşam koşulları sağlanmasını savunuyoruz. Savaş suçu ve insanlık suçu işleyen, Alevi düşmanlığı yapan cihatçı çeteler dışındaki Suriyeli yoksul ve emekçileri kardeşimiz olarak görüyoruz. Zaten Suriyeli patronlar ve çetecilerin Hatay’ın yoksul semtlerinde yaşaması söz konusu değil.
Depremin sorumluluğunu iktidarın omuzlarından alıp Suriyeli yoksullara yıkmaya, öfke ve tepkinin hedefini değiştirmeye yönelik bu ırkçı-faşist harekete karşı mücadeleyi yükseltmek boynumuzun borcudur.
Depremin yaralarını sarmak için de Demokratik Cumhuriyet
Tek başına deprem ve sonrasındaki gelişmeler değerlendirildiğinde bile önümüzdeki seçimlerde bu rejimi alaşağı etmenin bizim boynumuzun borcu olduğu açıktır.
Çünkü deprem bir kez daha ve çok güçlü biçimde göstermiştir ki, faşist diktatörlüğe yönelmiş tek adam rejimi, halklar, emekçiler ve ezilenler için hep daha fazla sömürü, daha fazla baskı ve tahakküm anlamına geldiği gibi; toplumsal yaşamın asgari koşullarını dahi yerine getirememekte, büyük felaketlere yol açmaktadır.
Bu rejimi alaşağı etmezsek; şehirlerimizi de, yaşamlarımızı da, toplumsal yaşamı da demokratik, özgürlükçü bir biçimde yeniden inşa edemeyeceğimiz ortadadır. Halkların ve emekçilerin acılarına merhem olacak, yaşamsal sorunlarına çözüm üretecek olan demokratik cumhuriyeti kurma görevi hiç olmadığı kadar aciliyet taşımaktadır.
Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP)
Merkez Yürütme Kurulu