Demokratik Halk Direnişi ve Faşizmi Püskürtmek – 2. Olağan Konferans Kararı | Haziran 2016

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi 2. Genel Konferans kararlarından Demokratik halk direnişi ve faşizmi püskürtmek başlıklı kararımız gerekçesiyle birlikte aşağıdaki gibidir.

GEREKÇE

A) Faşizm Tehlikesi Somut ve Günceldir
1) Bütün olgu ve belirtiler Türkiye’de uzunca bir dönemdir inişli çıkışlı biçimde ama müzminleşerek devam ede gelmekte olan “rejim krizi”nin keskinleştiğine, bu bağlamda tayin edici bir konjonktüre girildiğine işaret ediyor.
2) Otoriter bir tek adam rejimi veya genel olarak bir diktatörlük olasılığından söz etmek hem mevcut durumu hem gündemdeki tehlikeyi anlatmakta artık yetersiz kalıyor. Mevcut krizin tersten ve egemen güçler lehine “radikal” çözümü olarak giderek kristalize olan, kuvvet kazanan seçeneği ve yönelimi daha net biçimde adlandırmak gerekiyor: Açık ve çıplak diktatörlük, yani faşizm.
Şüphesiz, rejim krizi bağlamında egemen güçler ve hatta mevcut iktidar bloğu içindeki itişme, tepişme ve güç paylaşımı çekişmeleri zaman zaman sağlanan geçici mütarekelerle dinmiş gibi görünse de nihayete ermiş değil. Dolayısıyla, egemen güçler katında, faşist bir rejimde karar kılma konusunda artık perçinlenmiş ve iç çelişkileri geride bırakan bir mutabakattan hala söz edilemez. Ama buna rağmen, faşizme yönelişin bazı sermaye hiziplerinin aktif desteği, bazılarının ise pasif rızası veya bekle-görcü fırsatçılığı ile giderek daha belirgin, baskın ve ortalama bir doğrultu haline gelmeye başladığı ve olayların hâlihazır seyrinin de buna delalet ettiği rahatlıkla gözlenebilir. Bu nedenle faşizm tehlikesi somut ve günceldir; faşizme doğru gidişat, 7 Haziran’ı takiben gerçekleşen ve 28 Şubat’a göre daha karmaşık bir özgün darbe sürecinin eşliğinde yeni bir ivme kazanmıştır. Her otoriter ve baskıcı rejimi peşinen faşizm olarak nitelemek ne kadar yanlışsa, faşizm tehlikesi gerçekten belirdiğinde “fark etmez”ci bir kayıtsızlık ve gaflet içinde olmak da bir o kadar, hatta çok daha vahim bir yanlıştır.
3) Dimitrov’un ünlü “en…., en”li tanımının Türkiye somutuna uygun düşüp düşmediği tartışılabilir şüphesiz. Faşizm tarihsel bir olgu olduğu için bu tanım da son tahlilde tarihsel, hatta belirli ölçüde konjonktüreldir. Dolayısıyla ona dogmatik ve skolastik bir yaklaşımla, faşizm hakkında yeni hiçbir tartışma ve güncellemeye cevaz vermeyen bir nihai hüküm muamelesi yapılamaz. Bu kayıtla, tanımdaki “en” vurgusu, genellikle TÜSİAD’ı çağrıştıracak şekilde, verili bir andaki “en iriler” demek değil. Özünde bu tanım, sermayenin “siyasi gericilik” eğilimini en uç ve fütursuz noktalara taşıyan sermaye hizipleri anlamına gelir ve bu bakımdan Lenin’in emperyalizm çağında sermayenin yönsemesi hakkındaki öngörüsü ile uyumludur. Kaldı ki, bizim somutumuzda en irileri barındıran TÜSİAD yeknesak bir tutum ve tavrın odağı değil. İşte Ayhan Şahenk, işte Erdoğan Demirören ve daha başkaları. Ayrıca en iriler sıralaması, sürekli olarak “iktisadi mülksüzleştirme” ve siyaseten kayırma silahını kullanarak sermaye ve servet transferleri yapan bir iktidar altında her an pekâlâ değişebilir ve değişiyor. Şu an “en iri” olan ve bir zamanlar otelini Gezicilere açan Koç grubuna gelince, olgular Erdoğan ve AKP ile bir mütareke yaptığına ve şu sıralar “en” çok kazanan askeri-sınai kompleksinin “en” ballı gruplarından biri olduğuna işaret ediyor.
3) Bu hem yukarıdan hem de aşağıdan inşa edilmekte olan bir faşizm. Saray-TSK-Ergenekon ittifakının marifetiyle gerçekleştirilen darbe, anayasanın askıya alınması, parlamentonun ve parlamenter sistemin adeta ilga edilmesi, kuvvetler birliği yönünde atılan seri adımlar ve bir bütün olarak mevcut devletin işleyişinde meydana gelen değişiklikler yukarıdan inşanın bir boyutudur. Devletin zor, ideoloji ve kültürel hegemonya aygıtlarının toplumsal muhalefeti ve belli başlı bütün direniş odaklarını ezerek adeta bir “mıntıka temizliği” yapmak üzere seferber edilmesi ise diğer boyutu.
4) Ama tarihsel deneyimle sabittir: Faşizm toplumun yukarıdan denetimi ve zapturapt altına alınması ile yetinen bir rejim değil. O toplumu aşağıdan da fethetmeye koyulur ve bunu yaparken sonradan çizmeyi aşanların, durumu yanlış anlayanların hakkından gelmek üzere aktif bir kitle desteğine ve hareketine yaslanır. Böylece toplumsal muhalefet faşizmin sokak gücü ile aşağıdan da boğucu bir kuşatmaya alınır; çok çeşitli türden yıldırıcı ve sindirici saldırının hedefi haline gelir. Buna, örneklerine Türkiye’de sıkça rastlamaya başladığımız gibi, simgesel ve caydırıcılık katsayısı yüksek saldırılar dahil. Aşağıdan ve yukarıdan inşa arasında her zaman ve bütün tarihsel örneklerde belirli bir geçişkenlik ve bazen eşgüdüm vardır. Türkiye bize bunun yeni ve özgün bir örneğini sunuyor. Bu çift yönlülük, tehlikenin, en koyusu olsa bile, artık salt “otoriter” değil, bütüncül (totaliter) bir rejim olduğu anlamına gelir ve totaliterliğin “ideal” ifadesi, klasik örneklerinden de bilindiği gibi, faşizm.
5) Klasik faşizmle bu benzeşim, tarihsel bağlam farklılıklarını ve Türkiye’nin özgünlüklerini göz ardı etmeyi gerektirmez. Türkiye, az çok “demokratik” nitelemesini hak eden 1918-33 arası Almanyasının “Weimar Cumhuriyeti” değil. Daha kuruluşunda ve oturma sürecinde ön-faşist özellikler sergileyen, İtalyan ve Alman faşizmi ile zamanında etkileşmiş bir devlet aygıtıdır karşımızdaki. Bu, faşizmin inşasında ve ona aşağıdan bir kitle temeli yaratılmasında “yukarı”yı belirleyici kılan karakteristik bir farklılıktır.
6) Yükselen faşizm “İslam-Türk sentezi”ne veya bileşkesine dayanıyor. Bildik “Türk-İslam sentezi”nin maruz kaldığı bu ağırlık/öncelik kayması ve yer değiştirme onun özgünlüklerini de belirliyor. Devlet iktidarındaki mevzileri, sahip olduğu aktif kitle desteği, yıllardır “sivil toplum”u, onun kurumlarını, kültürel alanı, toplumun simgesel evrenini ve ideolojik kodlarını moleküler olarak dönüştürmekte kat ettiği yol dikkate alındığında, faşizmin en önemli taşıyıcı gücünün ve omurgasının siyasal İslam olduğuna şüphe yok. Geleneksel faşist odakların ve onların vurucu sokak güçlerinin en azından bir bölümünün bu sentezin çekim alanı ve yörüngesinde bulunduğu çok açık. Aynı şey günümüz mafyası için de söylenebilir. Bu aynı zamanda, kurumsallaşması ve oturması halinde, gelmekte olan faşizmin gerek gündelik yaşam, kadınların konumu, giyim-kuşam, bedenlerin maruz kalacağı disiplin ve tasallut açısından gerekse de bir bütün olarak totaliterliğinin ve dışlayıcılığının derecesi yönünden klasik örneklerden daha beter olabileceğini ima eder. “İslam-Türk sentezi”ne dayalı bir faşizm mezhepçi, ırkçı, heteroseksist, erkek ve anti-laik ve farklılıklara hiçbir tahammülü olmayan son derece kudurgan bir totaliterlik kalıbıdır. Devlet aygıtı katında “kuvvetler birliği” totaliterliğin önemli bir boyutudur ama asla tamamı değil. O, asıl olarak devlet, toplum ve lider bütünleşmesidir.
7) Faşizm kendisine bir kitle temeli yaratırken gündelik hayatın örüntülerine sinen ve empoze edilen şovenizmden, ırkçılıktan, homofobiden, yabancı düşmanlığından, ayrımcılıktan, eril zihniyetin çeşitlemelerinden, dışlayıcılıktan ve toplumun kendi geçmişinin eleştirel bir muhasebesini yapmamasından kaynaklanan psikozlardan; yani “sıradan ve gündelik faşizm”den de beslenir. Dolayısıyla faşizme karşı mücadele, onun gündelik yaşamdaki tezahürlerini ıskalayan bir biçimde yalnızca genel ve ulusal çapta siyasetin konusu olamaz.
8) Faşizme yönlenme, sermaye ve egemen güçler bakımından keyfi ve arızi bir seçimin veya tercihin sonucu değil. Onları tedricen bu seçeneğe iten yapısal ve köklü nedenler var. Bunların başında, kapitalizmin “uzun durgunluk” koşullarında halen sürüp gitmekte olan neo-liberal taarruzla “demokrasi”nin bağdaşmazlığının dünya ölçeğinde artan bir keskinlik kazanması geliyor. Unutulmamalıdır ki, Türkiye neo-liberal taarruzun en pervasız biçimde, işçi sınıfını mutlak bir güvencesizlik ve örgütsüzlükle kuşatma; doğanın tahribinde, piyasalaştırmada, yeni ve dev bir mülksüzleştirme dalgası yaratmada karşılaşılan her engeli azami hızla aşma hedefi ile sürdüğü, sermayeye her açıdan kısıtsız ve “kopeksiz köyde değneksiz” gezebileceği bir “cennet” vadeden ülkelerin ilk sıralarında, hatta başında yer alıyor. Bu, faşizme yönelmeksizin sürdürülemez bir durumdur. Asla göz ardı edilmemesi ve hafifsetmemesi gereken, Türkiye somutuna özgü başka nedenler de cabası. Örneğin; siyasal çerçeveden bakıldığında, Türkiye’deki “rejim krizi”nin ara seçenekleri eleyecek biçimde “ya faşizm ya demokratik cumhuriyet” biçimde kristalize olmaya başlaması ve hiçbir zaman “ilerici” bir rol oynamamış olan Türkiye burjuvazisinin tarihsel pısırıklığı; Erdoğan’ın bu pısırıklığı ve risk almazlığı gayet iyi kullanması gibi. Örneğin; Kürt sorunu ile demokratik cumhuriyet arasında güncel olarak ayrılmaz bir bağlantının oluşması ve bunun “müesses nizam”ı bir “beka sorunu” ile yüz yüze bırakması gibi. Örneğin; Türkiye kapitalizminin kapasite-aşırı emperyal eşik aşma ve yayılma hedefleri; sermaye birikim devrelerinde inşaat, bunun uzantısı olarak güya “altyapı”, turizm, kentsel rantlar kadar askeri-sınai kopleksinin de vazgeçilmez bir kaldıraç haline gelmesi ve militarizm gibi.
9) Tehlikenin somutluğu ve güncelliği faşist bir rejimin diğer bazı asli özelliklerine bakılarak da saptanabilir.
• Faşizm sadece totaliter değil, aynı zamanda tekçi ve homojenleştiricidir. Bu amacına erişmek için mutlaka bazı etnik, dinsel, kültürel, cinsel grupları, ayrık otu gibi görülen “azınlık”ları şeytanlaştırarak öyle veya böyle yok edilecek hedefler haline getirir. Bunu yaparken aynı zamanda zor yoluyla sermaye ve servet transferleri gerçekleştirir.
• Faşizm egemenin hiçbir norm, kural ve yasayla bağlı olmayan kendinden menkul tasarruflarda bulunması anlamında “kararcı” ve keyfi bir rejimdir. Bu, her türlü örtü ve kısıttan sıyrılmış açık ve çıplak diktatörlüğün bir başka dille anlatımıdır. Egemenin her durumu anında karşılayan buyruk ve “kararnameler”i bunun en kestirme ve düz yoludur.
• Faşizm resmen veya de facto ikili hukuka dayanır ve muhaliflere “düşman hukuku” uygular. “Düşman hukuku” yargının ötesinde toplumsal-siyasal yaşamın bütün düzeylerine yansıtılır.
• Faşizm kitleleri sistematik olarak koşullamak ve kuşatıcı bir bombardımana tabi tutmak için dev bir propaganda, yalan ve demagoji aygıtı inşa eder. Zamanında Hitler, yeni bir iletişim ve sesleniş bombardımanı aygıtı olara radyoyu gayet iyi kullandı. Şimdi Erdoğan, bilgisayar çağında, dev ve karmaşık bir medya ağını, “ağ” doğası gereği denetimden taşacak ve ele avuca bütünüyle alınamayacak bir yayılım sergilediği halde, tamamen denetimine almak için peş peşe hamleler yapıyor.
• Faşizm devlet ve toplumu tek ve kaynaşık bir politik bünye haline getirmeyi amaçlayan korporatist bir düzendir. Bütün toplumsal sınıf ve kesimler, bütün meslek grupları, “sivil toplum”un bütün kurumları, bağımsız işçi hareketinin atomize edildiği ve bütün toplumsal muhalefetin ezildiği düzlenmiş bir zeminde, bütünleyici ve ahenkli öğeler olarak bu bünyeye içerilirler. Örgütlü işçi hareketi içinde Hak-İş, Memur-Sen ve kısmen Türk-İş üzerinden korporatizmin belli bir altyapısı şimdiden mevcuttur; odaların sahip oldukları özerklikler ve kamu adına denetim hakları tırpanlanmaktadır; esnafları bir sokak gücü ve istihbarat ağı olarak konumlandırma kışkırtmaları devam etmektedir; Erdoğan muhtar toplantılarını toplumun kılcal damarlarına uzanan bir tür kontra ve alternatif parlamento gibi işlevlendirme girişimlerini sürdürüyor, vb.
Evet, bütün bunların bugünün Türkiye’sinde alametleri görülen özellikler olduğu apaçık. Bu nedenle tehlike somut ve güncel.
B) Demokratik Siyasal Alan Terk Edilemez
1) Tehlike güncel. Ancak bir faşist rejim henüz kurulabilmiş değil. Hala kurumsallaşmış ve oturmuş bir faşizmden söz edilemez. Tersine, onun ilerleyişinin önünde hala bir dizi engel var; egemen güçler hala çeşitli açmazlarla yüz yüzeler ve hala risk ve fırsatların yan yana durduğu çelişki ve kırılganlıklarla yüklü bir sürecin içindeyiz. Bu, faşizmin yükselişini durdurmak ve püskürtmek bakımından, açık, demokratik, meşru, fiili ve kitlesel mücadele kanal ve zeminlerinin belirleyici bir önem kazandığı, direnişin asıl yığınağının buraya yapılması gerektiği anlamına gelir. Mevcut şartlarda Türkiye’nin batısında bu zeminlerin önceliğini ve belirleyiciliğini görmeyen veya hafife alan her taktik faşist yükseliş karşısında etkisiz kalmaya mahkûmdur. Bu ana zemin belirlemesi, faşizme karşı mücadele ve direnişin çok yönlü ve düzeyli karakterini göz ardı etmeyi, farklı direniş biçimlerinin meşruiyetini sorgulamayı ve son tahlilde kitlesel mücadeleye ivme katacak daha dar ve “öncü” çabaları önemsememeyi gerektirmez.
2) Bir demokrasi cephesinin zorunlu ve acil bir ihtiyaç haline geldiğinden bahsetmek yetmez. Kuvveden fiile çıkarabilmek için onun hangi zeminlerde inşa edilebileceği konusunda da tereddüde yer bırakmayacak şekilde net olmak gerekiyor. Bugün için adına layık ve güçleri gerçekten yeniden dizebilecek bir demokrasi cephesi ancak ve yalnız açık, demokratik ve meşru siyaset alanında var olabilir.
3) Müstakbel bir demokrasi bloğunun Türkiye’nin batısındaki olası bileşenlerinin konumu açısından da bakıldığında bu bir zorunluluktur. Bu güçlerin ezici çoğunluğu bu alanda konumlanmakta, direniş ve mücadelelerini halen buna uygun araç ve yöntemlerle sürdürmektedirler.
4) İktidarın demokratik siyasal alanı kapamaya ve temel hakları kullandırmamaya yönelik sistematik baskı, yasaklama ve engellemeleri, faşizmin sivil tabanının saldırıları, savaş ortamının yol açtığı baskılanma, Suruç ve Ankara katliamların “şok” etkileri vb. nedenlerle kitle hareketinin belirli bir düşüş yaşadığı ve bu anlamda göreli bir geri çekilmeye tanık olduğumuz tartışma götürmez. Ama bu aksi yönde bir kanıt oluşturmaz. Zira sorun özünde, faşizme karşı güçlerin hangi zeminlerde buluşturulabileceği, kitlelerin hangi mücadele ve direniş biçimlerine çekilebilecekleri ve kitle mücadelesinin hangi kanallardan büyütülebileceği sorunudur. Göreli edilgenleşme, pasifize olma ve geri çekilme eğilimini kırma ihtiyacı; bunun yaratıcı, yenilikçi, fırsat değerlendirici ve ustalıklı yollarını geliştirmek yerine ters yöne savrulmayı gerektirmez.
5) Kaldı ki, son yıllarda dört büyük deneyimden (Gezi, 6-7 Ekim kalkışması, metal işçilerinin direnişi ve 7 Haziran seferberliği) geçen kitle hareketi, göreli düşüşe rağmen soluk alıp vermeye, uygun anlarda ve uygun çatlaklardan kendisine yol açmaya, yeni mecralar aramaya ve fırsat kollamaya devam ediyor.
C) Erdoğan faktörü
1) Yaklaşan faşizm tehlikesini bire bir Erdoğan’la, onun kişisel heves, ihtiras ve çıkarlarıyla, ilaveten yakın çevresinin ikbal ve bekasıyla ilişkilendirmek, elbette sorunu büsbütün kişiselleştiren, sermayeyi bir seçenek olarak faşizme meylettiren nedensellikleri ihmal eden, Erdoğan faktörünü gerçek güçlerin dizilişleri, çelişkileri ve karşı karşıya gelişleri içine yerleştirerek anlamlandırmayan yanlış bir yaklaşımdır.
2) Ancak bu hatalı yaklaşım ve yanlış, faşizm “führer”siz, “duçe”siz veya “reis”siz olamayacağı, bu rolü görecek bir başkası hemen imal edilemeyeceği için kendi başına bir Erdoğan faktörü bulunmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, tarihte belirli sınırlar dahilinde kişilerin rolünden söz etmek, varsa bunu açığa çıkarmak tarihsel maddeci tahlille peşinen çelişmez.
3) Erdoğan faktörünün faşizme karşı mücadelede göz ardı edilmemesi gereken bazı nevi şahsına münhasırlıkları var.
• “Führer” ve “duçe” kabına sığmayan ve “hayat sahası” arayan iki “ulusal kapitalizm” uzamının ürünüydüler. Oysa Erdoğan, bütün “yerli ve milli” safsatalarına rağmen sonuç ve icaplarından kaçamayacağı biçimde dünya piyasası ile her açıdan ileri derecede bütünleşmiş bir kapitalizmin tepesinde oturuyor. Bu faşizme karşı mücadelenin ve yararlanılabilecek çelişkilerin kapsamını genişletiyor ve aynı zamanda ona küresel bir boyut kazandırıyor.
• Onun bagajındaki yüklerden, muhalefetin sistematik çabaları sonucu üzerine yapışıp kalan itham ve sıfatlardan, kendi evreni ve hitap alanı dışında, giderek dünya çapında bir yaygınlık kazanan kötü imajından kurtulması mümkün değil. Bu Erdoğan’ı ister istemez yükselen faşizmin zayıf karınlarından biri haline getiriyor.
• O, aynı zamanda bir tür saltanat ve hilafet anlamına gelecek şekilde “başkanlık” diye kodlanan kendi mecburi istikametini burjuvazinin ve egemen güçlerin kolektif ihtiyaç ve beklentileriyle henüz tam olarak uyumlulaştırabilmiş değil. Erdoğan ve kliğinin özgün hedefleri ve ikbali ile çeşitli sermaye hiziplerinin ve onların devlet aygıtı içindeki uzantılarının beklentileri arasında hala önemli bir açı ve örtüşmezlik var. Sınırlanmamışlık, keyfilik, “serbest rekabet”in kaba ve sistematik müdahalelerle ihlal edilmesi ve iktisadi mülksüzleştirmenin bir silah gibi kullanılması burjuvazinin bazı hizipleri için bir sorun ve tedirginlik kaynağı.
4) Bu nedenlerle faşizme karşı bütünsel mücadelenin münhasıran ve gerektiğinde özgülenmiş olarak Erdoğan karşıtı diye bir alt başlığı kesinlikle vardır.

KARARLAR

A) KARAR
1) SYKP konferansı, Türkiye’de bir faşist diktatörlüğün kuruluşunun yakıcı ve güncel bir tehlike haline geldiğini saptar. Mevcut durumu henüz faşizm olmasa da faşizme doğru hızlanan gidişat olarak tanımlar.
2) Faşizme karşı bir demokrasi cephesinin inşasını ve kuruluşunu mevcut durumun öne sürdüğü en öncelikli görev ve hedef olarak belirler. Bütün faaliyetlerini bu cephenin inşasına azami katkıda bulunma yaklaşımıyla düzenler. Böyle bir cephenin kuruluşunu yakın ve pratik görev olarak henüz gündemine almamış güç ve çevrelerle temaslarını yoğunlaştırır; alanlarda faaliyetleri ortaklaştırmayı ve eşgüdümlü hale getirmeyi amaçlar.
3) Yükselmekte olan faşizmin “İslam-Türk” sentezine dayandığı gerçeğinden hareketle, siyasal İslama karşı mücadeleyi ve onun sistematik teşhirini faşizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir veçhesi olarak ele alır. Siyasal İslamın hem içerdeki sıkışmasını hem de küresel çaptaki irtifa ve itibar kaybını bir olanağa çevirmek gerektiğinin altını çizer. Bu çerçevede, ideolojik ve kültürel mücadelenin artan bir önem kazandığını vurgular.
4) Bu senteze dayalı bir totaliterliğin hedef haline getireceği bütün toplumsal kesimleri ve çevreleri harekete geçmeleri ve güçlerini birleştirmeleri için uyarır.
5) Bu cephenin dayatmacılıktan uzak, esnek, kapsayıcı, temel mücadele talep ve eksenlerini içeren bir sadelikte ve faşizmi püskürtme hedefine odaklanmış bir mücadele programına sahip olması gerektiğini savunur.
6) Türkiye somutunda, bir faşist rejimin kuruluşunun az çok tamamına erdirilmesini simgelediği için başkanlık sistemine karşı mücadelenin öneminin altını çizer.
7) Özgürlükçü Laisizm savunusunun içinden geçilmekte olan konjonktürde artan bir önem ve anti-faşist bir anlam kazandığını, yeni bir içerik ve anlam kazanmanın başka mücadele eksenleri (kadınlar, LGBTİ, Aleviler, diğer etnik ve dini azınlıklar, vb) bakımından da geçerli olduğunu vurgular.
8) Basın, yayın, iletişim ve medya alanında iktidar tekeline, baskısına ve sansürüne karşı direnen odakların sahiplenilmesi ve savunulmasının anti-faşist mücadelenin önemli bir boyutu olduğunu; bu alanda asimetrik ve ses getirici çabaların siyasi gerçekleri açıklama ve duyurmada kilit bir önem kazandığını belirler.
9) Faşizme doğru gidişatın içerde ve dışarıda savaş yönelimi eşliğinde hızlandığı gerçeğinden hareketle, barış mücadelesi ile faşizmin püskürtülmesi arasında kuvvetli bir bağ oluştuğuna dikkat çeker.
B) KARAR
1) SYKP Konferansı, bir demokrasi cephesinin esas olarak demokratik siyasal alanda inşa edilebileceğini, bu konuda her hangi bir tereddüt, ikirciklik ve netsizliğin yalnızca cephenin kuruluşunu zora sokmakla kalmayıp, dolayısıyla faşizme karşı mücadeleyi de zaafa uğratacağını belirler.
2) Kuruluş zeminin de ima ettiği gibi, müstakbel cephenin açık, demokratik, meşru, fiili ve kitlesel mücadele biçimlerini, kitlelerin direnişe katılımını ve kazanılmasını esas alması gerektiğini vurgular. Yasal mevzilerin savunulmasını da kapsamakla birlikte, bunun hiçbir şekilde ve özellikle de keyfiliğin hüküm sürdüğü bir rejim altında yasalcı bir çerçeve anlamına gelmediğini; bu çizginin özünün faşizme karşı direnme hakkının meşru ve fiili biçimde kullanılması ve çeşitli biçimleriyle sivil itaatsizlik olduğunu vurgular.
3) Faşizmin sokak terörüne karşı nefsi müdafaanın ve öz savunmanın yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir gereklilik olduğunun altını çizer.
4) İktidarın pasifikasyon taktiklerini boşa çıkarmanın, kitle mücadelesindeki göreli geri çekilmeyi giderecek, onları şu veya bu şekilde işlevlendirecek yaratıcı ve esnek yöntemler geliştirmenin konjonktürün öne sürdüğü bir görev haline geldiğini saptar.
C) KARAR
1) SYKP konferansı, faşizme karşı mücadelenin Erdoğan karşıtı bir mücadeleye indirgenip daraltılamayacağını ve kişiselleştirilemeyeceğini ancak Erdoğan’a özgülenmiş bir boyutunun bulunduğunu saptar ve bu sebeple gerek yolsuzluklar, gerek savaş suçları, gerekse anayasa ve yasaların sistematik ihlali dolayısıyla Erdoğan’ın istifası ve yargılanması talebinin sürekli gündemde tutulmasının öneminin altını çizer.