Radikal Demokrasi Üzerine – Mahir Sayın

Son yıllarda yazdığım hemen hemen her yazının ilk okuyucusu ve redaktörü Mustafa Kahya olmuştur. Yazdıklarımın onun dikkatli incelemesinden geçeceğinden emin olmak yazarken her zaman bana bir başka kolaylık, rahatlık sağlamıştır. Uzun yıllardan beri ilk kez Kahya’nın denetiminden geçmeyen bir yazı yazmış oluyorum. Bu yazıyı yazmamı önerenlerden biri de Kahya olmuştu. Ölümünden bir gün önce de yazı üzerine sohbet etmiş, hangi noktaların öne çı­karılması gerektiği konusundaki önerilerini dinlemiştim. Umarım onun istediği gibi bir çerçeve ortaya koyabilmişimdir.

Giriş

Geçen yüzyılın başında sosyalist iktidar Rusya’da hayat buldu ve yüzyılın sonun­da yine Rusya’da yıkılmasıyla birlikte geriye yaşanan yıllarda biriken faturaların yanında Marksizm’le ilgili de bir yığın soru bıraktı. Şimdi artık birbirinin içine nüfuz etmiş bir halde bir yığın Marksizmler ve Postmarksizmler dünyasında ya­şıyoruz.

Tüm dünya sosyalizmine yön vermiş olan temel sosyalizm pratiği Rusya’da iç sa­vaş içinde şekillendi. Rus devrimi olduğunda henüz 1. Paylaşım Savaşı bitmemiş­ti ama Rusya neredeyse her anlamda bitmişti. Komünistler, savaşın mahvettiği her anlamda yıkım içerisinde olan, üretimde 1910’un gerisine düşmüş bir Rusya devraldılar. Sadece onu değil, kimsenin içinin kabul etmediği Brest-Litovsk an­laşmasıyla Almanlara büyük tavizler vererek savaştan kurtulduktan sonra da eski rejimin direnişi ve yeni bir emperyalist saldırganlık olarak 1923’e kadar sürecek olan tüketici bir iç savaşla da boğuşmak zorunda kaldılar.

Lenin “savaş komünizmi” diye niteledikleri dönemden çıkış sırasında durumu şöyle özetlemişti: “Çarlık bürokrasisini devraldık.”

Lenin’in bu durumdan çıkış için formülasyonu, kısmi özel işletmelere ve pazara imkan veren Yeni Ekonomik Politika (NEP) aracılığıyla iç çelişkileri mümkün olduğunca yumuşatma, ekonominin kendisini toparlamasını sağlama ve haliyle de savaşın dayattığı özelliklerle donanmış olan devletin gözden geçirilmesi ve yerel Sovyet egemenliğinin yeniden sağlam bir biçimde yerine oturtulmasıydı. Çünkü savaş komünizmi bir yandan kolektivizme dayanırken diğer yandan da bu kolektivizmin her bir ifadesinin savaşa göre şekillenmesine dayanmaktaydı. Sosyalist teori kendi vazgeçilemez temel argümanlarına dayanarak düzenli or­duyu, gizli servisleri, toplumu üstten denetleyen polis ve benzeri her türlü ku­rumu reddederken ve sosyalizmin ancak bunların reddine ve toplum için yeri­ne getirebilecekleri herhangi bir işlevin toplumun kendisi ve denetimi altında yerine getirilmesine dayanarak kurulabileceğini savunurken savaşın gereklerine bağlı olarak düzenli/profesyonel bir ordu ve gizli/açık profesyonel bir polis gücü oluşturmuştu. Bunların varlığı koşullarında Sovyetlerin halka ait gerçek iktidar yapılanmaları olabilmesi mümkün değildi. Çarlık bürokrasisinden devralınan yöntem ve malzemenin katkısıyla oluşan bu yapıların yerine devletin sönmesine ilerleyebilecek, devlet olmayan devlet diye nitelenebilecek mekanizmaların oluş­turulması zorunluluğu sanki ikinci bir devrim gibi, bir görev olarak komünist­lerin karşısına dikilmişti. Lenin’in 1924 başındaki ölümüyle birlikte yarı gönüllü uygulayıcıları elinde bu politika 1928’e kadar sürdü ve yerini bir yeni iç savaş karakteri taşıyan ve her şeyi savaşa göre düzenleyen yeni devlet eksenli bir poli­tikaya bıraktı.

Artık bu devletin Marx’ın Gotha-Erfurt Programı’nın eleştirisinde anlattığı “devlet olmayan devlet” ile bir alakası yoktu. Sınıf karakteri tartışmalı olacak olsa da yapısı ve işleyişi itibariyle o zamana kadar rastlanan devletlerin bir ben­zeri ortaya çıkmıştı. Üstelik kendisini sürekli bir iç ve dış saldırı altında görerek “olağanüstü hal devleti” ya da günümüzde çok kullanılan ifadelerle “polis dev­leti, güvenlik devleti” olarak şekillendirdi; sosyalizmin sözünü verdiği, burjuva demokrasisinin hayale çevirdiği demokratik hakları gerçekleştirmek yerine onla­rın hayalini de ortadan kaldırdı. Bu yapılanma 1936 anayasası ile artık sınıf çeliş­kilerini bünyesinde barındırmayan, komünizme geçişi başlatan “en demokratik devlet” olarak taçlandırıldı. Bu yapılanmanın bir kapitalizm olduğunu söylemek mümkün olmasa da bir açık diktatörlük oluşturduğuna kuşku duymak için fazla bir nedenimiz yoktur.

Bu yapılanmanın sonucu olarak da onun hakimiyet alanında şekillenen “sosya­lizm” düşüncesi demokrasiyi tam anlamıyla dışta bırakan, tam bu nedenle “isçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi” anlamında sosyalizmi de dışta bı­rakan bir “sosyalist demokrasi” kavramı oluşturuldu. Bu “sosyalist demokrasi”, demokrasiye ait ne kadar olumlu değer varsa tümünü burjuva ilan edip sosya­list teorinin kolektivist bir totalitarizm olarak tarif edilmesine yol açtı. SSCB’nin Çin’le olan çatışması da bu noktaya ilişkin hiçbir olumlu değeri taşımadığı için o çatışma sayesinde Marksist temellere dönülmesi imkanı da ortaya çıkmadı. Ter­sine o çatışmanın ürettiği yeni kavram çerçevesi bu meselenin hiç mi hiç günde­me gelememesine yol açtı.

Bu geleneklerin dışında kalanlar ise dünya işçi hareketini çok fazla etkileyeme- den sosyalizmin başına gelen bu derde açılımlar sağlamaya çalıştılar. Bunlar arasında Marksizm’in içinden yürüyerek yol açmaya çalışanlar olduğu gibi artık nasıl modern ötesine geçilmişse Marksizm ötesine de geçilerek bu derdin aşıla­bileceğini savlayanlar oldu.

*****

Postmodernlerin mevcut iddiaları aslında çoktan denenmiş olanın bir kez daha denenmesini bize salık vermektedir. Aydınlanma da eşitlik, özgürlük, kardeşlik şiarları için mücadele etmişti ama insanlığın bugün ulaştığı nokta, sosyalizm ol­madığı takdirde tümden bir yıkıma gidişin olacağını söylediğimiz bir yere vardı. Çünkü Aydınlanmacılar da söylemin tüm insanlığı kurtuluşa götüreceği inancı­na yakındılar. Ama bir tek açık nokta her şeyin rengini değiştirdi. Bu nasıl ola­caktı? Bunu kim yapacaktı? Antagonist çelişkileri bünyesinde barındıran ulus’un bunu başaracağı inancı hakimdi. Ama o ulusun ulaştığı en ileri nokta işçi sınıfı­nın gücünü de kapitalizmin egemenliği için kullanmayı başaran bugünkü sosyal demokrasinin iktidarı olabildi. Bugün insanlığın kurtuluşu, özgürlüğü için ra­dikal demokrasi stratejisini önerenler de bu kez özünde öznesiz bir oluşu ya da ulusun yerine geçirilmiş gibi görünen “çokluk”u işaret etmektedirler.

******

Postmodernizm temelli bütün bu görüşlerin üç düzeyde ele alınması gerekir.

Birincisi; Marksizm ya da Marksizm-Leninizm ile tutarlılıkları. Kuşkusuz Marksizm’le ya da Marksizm-Leninizm ile tutarlılık doğru olmanın kriteri olamaz. Marksizm de her bilimsel olma iddiasındaki görüş gibi, dar deneycili­ğe sürüklenmeden yaşamın testinden sürekli geçmek zorundadır. Ancak ebedi doğrulara sahip dogmalar, doğruluğun kriterini kendilerine uyumlulukta bulur­lar. Lakin bu söylediğimiz yine de gereklidir, zira radikal demokrasi iddiasının sahipleri kendilerini sosyalist olarak nitelemekle kalmamakta aynı zamanda bir biçimde Marksizm’le de bağlantılı oldukları havasını da yaratmaktadırlar. Ger­çekten de Marksist kökenden geliyor olmaları, kullandıkları terminoloji, kimi şiarları ve akıl yürütme biçimleri ile kapitalizm karşısında bir yenilgiye sürük­lenmiş olan sosyalizm konusunda sorular sormakta, bu yenilgiden çıkış yolları aramakta olan insanlara ve Marksistlere sanki bir çıkış umudu sunuyormuş iddi­asında olmalarıyla, bulutumsu kavramları ve söylemlerinin de yardımıyla yakın görünmektedirler.

Yenilgi dönemleri insanları eski görüşlerini sorgulamaya zorlar. Bunun yanlış olan bir yanı da yoktur. Tersine başarısızlığa götürmüş olan yolun, hiç bir şeyin değiştirilmesine gerek görülmeden tekrarlanıp bu kez farklı sonuç alınacağının sanılmasını gayri bilimsel, hatta aptalca bir tutum olarak kabul etmek gerekir.

İkincisi; bu görüşlerin (radikal demokrasi) var olan dünya gerçekliği ile ne ölçü­de örtüştüğünün, eskinin yanıtlanamayan sorularını hayat karşısında ne kadar yanıtladığının hakikate tekabül açısından gözden geçirilmesidir. Elbette Mark­sizm de ortaya çıkan her aykırı gerçeklik karşısında aynı sorgulamadan geçmek zorundadır; Hele birbiriyle çatışmakta olan bu kadar çok Marksizm’in üremiş olduğu bir dünyada bu zorunluluk zaten kaçınılmaz bir hale gelmiş demektir. Bilim “istisnalar kaideyi bozmaz” diye değil, ortaya çıkan istikrarlı her aykırı du­ruma yeni bir gelişmenin imkanı olarak bakar.

Üçüncüsü de; her sistematik görüşün doğruluğunun zorunlu ön şartını oluştu­ran kendi yapısının iç tutarlılığı açısından gözden geçirilmesidir. Eğer bir sistem iç tutarlılığa sahip değilse, eklektik bir yapı oluşturuyorsa, bu yapının elemanları bir müddet sonra birbirleriyle çarpışmaya girerek bırakalım ortaya çıkan sorula­ra ve sorunlara yanıt olmayı kendileri yeni sorunların kaynağı haline dönüşür ve bu çatışmanın sonucu olarak da yıkılmak zorunda kalırlar.

*****

Yaşanan sosyalizm deneyimlerinin kendi ürettiği sorunların ürünü olarak kapi­talizm karşısında saldırı yerine savunmaya geçmek zorunda kalması sonucu dün­ya çapındaki çekiciliğini kaybetmesiyle birlikte, yeni yollar arama ihtiyacı dünya çapında değişik akımlar olarak çoktan uç vermişti. Marksizm’in her alanıyla il­gili olarak soruşturmalar sürerken ağırlıklı bir sorgulama alanını da, kapitalist saldırının zayıf karnı olarak tespit edip sürekli vurduğu “sosyalist demokrasi” meselesi oluşturmaktaydı. (Sosyalist) Demokrasi meselesi çok geniş çevrelerin tartışma konusu olmakla birlikte Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un yeni bir sosyalist strateji olarak geliştirdikleri “radikal demokrasi” hem dünyada hem de Türkiye’de başkalarına göre daha ağırlıklı bir yer kazandı.

Karşımızdaki sorun basitçe bir adlandırma meselesi değil. Bu adlandırmaya ulaşırken geçilen yollarda söylenenler, yapılan tahliller, çıkarılan sonuçlar; ka­pitalizmin bugünkü konumunu, işçi sınıfının ve burjuvazinin durumunu, diğer toplumsal kesimlerin mücadelelerinin şimdiye kadar eksen olarak kabul edilmiş olan işçi sınıfının mücadelesiyle eklemlenme biçimlerini, devrim anlayışı, örgüt biçimi ve mücadele tarzı gibi her bir alanı ilgilendirmektedir.

Bütün bunların analizinin tek bir dergi makalesi içinde ele alınmasının olanaklı olmaması hasebiyle sorunu daha çok radikal demokrasi meselesinin ait olduğu siyasal düzeyle sınırlamaya ve ancak gerekli olduğu ölçüde diğer düzeylerle iliş­kilerine değinmekle yetineceğiz.

Yapılan tartışmalar göstermektedir ki her tartışanın kendisine göre bir Marksizm ve ona ait olduğunu düşündüğü toplumsal şekillenme ve devlet anlayışı bulun­maktadır. Bazen kavramlarımız birbiriyle o kadar alakasız konuma ulaşmaktadır ki birbirinin ne dediğini anlamak bile mümkün olamamaktadır. Hele postmo- dernizmin tahlil aracı olarak kullanmakta olduğu kavramların onu kullananlar için bile muğlak olan anlamları anlaşma imkanlarını daha da zorlamaktadır.

Bu haseple öncelikle genel olarak devlet ve özel olarak da sosyalist devlet ve de­mokrasi meselesinden ne anladığımızı sergileyerek başlayıp bu anlayışa bağlı ola­rak savunduğumuz Devrimci Demokrasi ve onun karşısındaki radikal demokra­siyi tartışabilmek amacıyla proletarya diktatörlüğü ve demokrasisi, modernizm, postmodernizm, postmarksizm ve çağımız gerçekliklerini sırasıyla ve birlikte ele alacağız. Önce, sosyalist dönüşüm konusunda biz ne diyoruz?

  • SOSYALİST DEMOKRASİ Devlet tipi ve devlet biçimi

Toplum biçimlerinin evrimine bağlı olarak her bir yapıda değişik sınıflar var ol­muş ve devlet bunlar arasındaki çelişkilerin toplumu bir arada duramaz olmak­tan “kurtarmak” için toplumun üzerinde yükselen bir aygıt olarak şekillenmiştir.

Sınıf çelişkilerinin ilk ortaya çıkışından itibaren bunların bastırılması da toplum­da egemenlik sürdüren sınıf/sınıflar açısından bir zorunluluk olmuş ve azınlığı oluşturan bu kesimin bastırma eylemini gerçekleştirmek üzere özel bir baskı ay­gıtı oluşturması zorunluluk haline gelmiştir. Elbette ki bir azınlığın çoğunluğu bastırması öylesine basit bir mekanizma ile gerçekleşmez. Hele bu baskı aygıtı bizatihi bastırılanların emekleri üzerinde yükseliyor ise kendisini ezilenler açı­sından da rasyonalize etmesi başta gelen zorunluluğu oluşturur. Topluluklar ara­sı rekabet ve ideolojik hegemonya bu baskı aygıtının sürekliliğinin güvencesini oluşturur.

Devlet Tipi

İnsanlığın tanımış olduğu belli başlı sınıflı toplum biçimlerinde o toplum yapı­sına denk gelen devlet şekillenmeleri olmuştur. Köleci, Feodal ve Burjuva devlet yapılanmaları gerek bastırdıkları sınıflar ve gerekse egemenliğini sürdürdükleri sınıflar açısından birbirinden ayrılırlar. Hepsinin temel karakteristiğini azınlığın çoğunluğu bastırması oluştursa da apayrı çıkarları korumaları açısından birbir­lerinden ayrılırlar.

Bütün köleci devletler köle sahiplerinin çıkarlarını koruyacak olsalar da somut şekillenmeleri açısından birbirlerine benzemezler. Romanın köleci devleti (de­ğişik dönemleri içinde), firavunlar dünyasının Mısır’ındaki köleci devlet ya da Atina köleci devleti kölecilerin egemenliğini zor yoluyla sağlayan bir devlet tipi olarak kalsalar da birbirlerinden biçimleri, şekillenmeleri açısından farklılıklar arz ederler. Yani bir baskı aygıtı olarak devletin hangi sınıfın egemenliğini sağladığı meselesiyle, bu egemenliği nasıl sağladığı meselesi iki olguyu diker karşımıza.

Devletin, feodal, burjuva, köleci ya da sosyalist olması ne türden, hangi tipte bir devletin söz konusu edildiğini ifade eder. Bu anlamıyla bütün devletler bir sını­fın başka sınıfı/sınıfları zorla bastırmasının aracı anlamında diktatörlüktürler. Bunun istisnası yoktur. Bilinebilen bütün devletler hep bir bastırma aracı, dikta­törlük olmuşlardır. Köleci devlet köle sahiplerinin, feodal devlet feodal beylerin, burjuva devlet sermaye sahiplerinin diktatörlüğü olmuş ve nihayet sosyalist dev­let de proletaryanın diktatörlüğü olacaktır.

Proletarya diktatörlüğü meselesinin esası da bundan, devletin sınıf karakterin­den ibarettir. Sönecek olan da bu sosyalist devlet olacaktır. Dünya çapında esas olarak zor yoluyla düzenin sağlanmasına, bir sınıfın bir diğer sınıfı bastırmasına ihtiyaç kalmadığı yerde açıktır ki zorla bastırma yani diktatörlük gereği de kal­mayacaktır. Bu gereğin ortadan kalkma süreci proletarya ihtilali ile başlar.

Proletarya ihtilali eyleminin işlevleri ikilidir. Biri eski rejimin baskı aygıtının parçalanması, diğeri de bastırılanların başkaldırmasını engellemek ve eşitlik hukukunu gerçekleştirmek üzere yeni bir baskı aygıtının, yeni tipte bir devletin örgütlenmesidir. Paris Komünü ya da Ekim Devrimi’nin gerçekleştirdiği budur.

Paris Komünü, Fransa’nın Prusya istilasıyla karşılaşması sonucunda, teslim olma­yıp direnişi sürdüren “ulusal muhafızların” işçilerle birleşip Thiers Hükümeti’ni Paris’i terk etmeye mecbur bırakmasıyla ilan edildiğinde Paris’teki eski rejimi ortadan kaldırmış ve bir tür yerel yönetim gibi Komünü tek iktidar aracı olarak ilan etmiştir. Versailles’de eski rejim varlığını sürdürürken, ömrü ancak 71 gün sürecek olsa da Paris’te proletarya iktidarı hüküm sürmeye başlamıştı.

Ekim devrimi ise biraz daha farklı bir seyir izler. Şubat Devrimi ile birlikte Çarlık iktidarının yerine bir yanda merkezi olduğunu ilan eden burjuva iktidarı oluşur­ken, diğer yanda da işçi ve askerlerin oluşturduğu, belli başlı büyük şehirlerde yine bir tür yerel yönetim gibi hayata egemen olan Sovyetler iktidarları ortaya çıkar. Bu özünde bir geçiş durumuna tekabül eder. Aynı alanda birbirine alter­natif iki iktidarın birlikte yaşaması olanaklı değildir. Biri diğerinin hayatiyetine öyle ya da böyle son verecektir. Burjuva iktidarı çeşitli girişimleriyle Sovyetler iktidarlarını iktidarsızlaştırmak isterken, Bolşeviklerin doğru zamanda harekete geçmeleriyle burjuva iktidar merkezleri ele geçirilip Sovyetlerin tek iktidar ola­rak kalmasına imkan sağlanmıştır. Bu yeni devlet tipi eskilerinden temsil ettikleri sınıf itibariyle ayrılırken yapısal olarak da farklılaşmak ihtiyacını duymuştur. Bu farklılaşma hem olanaklıdır hem de gereklidir.

Azınlık egemenliğini sağlayan eski devlet tiplerinde azınlığın çoğunluğu bastır­ması söz konusuydu. Bunun için de buna uygun bir yapılanma gerekmektey­di. Yani toplumun küçük bir azınlığını oluşturan sömürücü sınıflar toplumun çoğunluğu karşısında bağımsız, onun üstünde yükselebilen ve sahip olduğu özel yapılar ile de çoğunluğu her an bastırabilecek yetkinlikte gelişkin bir me­kanizma oluşturmak zorundaydılar. Bu yapının temelini ordu, polis ve geniş bir bürokratik aparat oluşturmaktaydı. Bu kurumların bastırma görevini yeri­ne getirmeleri, toplumun tümünün aklına uyduracak ideolojik hegemonyanın da gerçekleştirilmesi için devletin ideolojik aygıtlara da sahip olması ayrı bir zorunluluk oluşturmaktaydı. Kısacası azınlık sınıfın egemenliğini sürekli kıl­masının yolu pahalı bir devlet aparatının toplumun üstüne yükseltilmesinden geçmekteydi.

Proletaryanın devletinde ise mekanizma tam anlamıyla tersine dönmektedir. Yani artık azınlık çoğunluğu değil, çoğunluk eski sömürücüler azınlığını bastır­mak için bir baskı aygıtı oluşturmak durumundadır. Toplumun çoğunluğunun küçük bir azınlığı bastırması için açıktır ki güçlü bastırma aygıtlarına ihtiyacı yoktur. Gücü çoğunluk olmanın kendisi sağlayacaktır. Devletin tipinin gereği olarak mümkün olan bu durum, bir yığın asalağı beslemeyi gereksiz hale getire­rek ucuz devleti de gerçekleştirmiş olmaktadır.

Ne var ki mesele sadece ucuz devletin mümkün olmasında yatmaz aynı zamanda bu, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenebilmesinin de olmazsa olmaz bir gereğidir. Eğer iktidarın hayat bulduğu alan proletaryadan uzakta, onun üstünde konumlanmış bir takım kurumlarda olacak ise bu takdirde proletaryanın ege­men sınıf olarak örgütlenmesinden söz etmek olanaklı olamaz. Proletaryanın ik­tidar oluşu sömürücü sınıfların iktidar oluşuna benzemez. Sömürücü sınıflar her zaman kendileri iktidar aygıtlarını oluşturmasalar da kendilerine uşak tuttukları kişiler aracılığıyla iktidarlarını daha görünmez kılarak güvence altına alabilir­ler. Alabilirler zira üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaları onlara özel bir denetim imkanı sağlar. Proleterlerin bir araya gelerek iktidarı icra etmelerinin dışında başka bir güçleri yoktur. Tek bir biçimde denetleyici olabilirler, o da bir araya gelip erki bizatihi elde tutmaktır. Onun için de proletaryanın egemen sınıf oluşunun tek bir biçimi vardır; o da demokrasidir.

Devlet Biçimi

Baskı aygıtı olarak devletin hangi sınıfın egemenliğini sağladığı meselesinin bir adım ötesinde bu egemenliğin nasıl, hangi somut biçimler içinde sağlandı­ğı meselesi bizi Marksist devlet teorisinin bir diğer önemli kavramına getirir. Bu devletin biçimi meselesidir. Tüm bir sınıf ya da sınıflar adına zorla bastırma aracı, diktatörlük aracı olan devletlerin bu bastırma eylemini nasıl gerçekleşti­recekleri kültürel, coğrafi, toplumsal, sınıfsal bir dizi faktöre bağlıdır. Değişik faktörlerin etkileşimi içerisinde egemenlik biçimleri somut tarihten bildiğimiz üzere demokrasi, mutlakiyet, meşrutiyet, askeri rejimler, Bonapartizm, faşizm gibi somut biçimler almışlardır. Lenin, devlet biçimleri meselesinde demokra­siyi örnek verirken onun aynı zamanda nasıl bir diktatörlüğe tekabül ettiğini de anlatır:

“Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse, her devlet gibi, demokrasi de, zorun, örgütlenmiş olarak sistemli biçimde insanlara uygulanmasıdır.”

Bu demokrasi altında zorun kime uygulanacağı da devletin tipine, yani hangi egemene hizmet ettiğine bağlı olarak belirlenir. Demokrasinin başka devlet bi­çimlerinden farklı bir yanını da şöyle ortaya koyar Lenin:

“Demokrasi yurttaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak, devletin biçimini belirleme ve onu yönetme hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.”

Devletin biçimini belirleme burjuva devlet şartlarında onun tipini belirleme, ona proleter karakter verme anlamına gelmez. Yönetme hakkının resmen tanınması ise yine burjuvazinin egemen sınıf menfaatlerine aykırı olarak yönetme hakkı anlamına hiç gelmez. Demokrasinin bu özelliği proletaryaya bir başka biçimde davranarak yepyeni bir dünyayı yaratma olanağını sunar:

“Demokrasi, gelişmesinin belirli bir aşamasında, önce, proletaryayı, bu devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da, onun, cumhuriyetçi de olsa, burjuva devlet makinesini, yani sürekli orduyu, polisi, bürokrasiyi yıkmasını, parça­lamasını, yeryüzünden silip atmasını ve onlar yerine milise katılan silahlı işçi yığınları, sonra kerteli olarak tüm halk biçimi altında, daha demokratik, ama gene de bir devlet makinesi olmaktan geri kalmayan bir devlet makinesini geçir­mesini sağlar.”

Sosyalizmin Gerçekleşebileceği Tek Biçim: Demokrasi

Devlet biçimlerinin çeşitli olabileceğini söylemiş olmamıza karşı proletaryanın egemen sınıf olarak davranabilmesine olanak sağlayacak ve devletin sönmesine ilerleyebilecek olan tek biçimi demokrasi oluşturur. Zira mülkiyete kolektif ola­rak sahip olunabilmesi ancak toplumsal demokrasi sayesinde olabilir. Demok­rasinin toplumsal bir karakter kazanmadığı yerde proletarya mülke hükmetme imkanını da kaybeder. Bu hak yaşanan “reel sosyalizm” deneylerinde görüldü­ğü gibi siyasal egemenliği elinde tutan belli bir azınlığın (partinin) eline geçer. Burjuvazi ise siyasetle iktisadın birbirinden ayrılmış olması sayesinde değişik politik yapılanmalar altında egemenliğini devam ettirme imkanını korur. Bona- partizm gibi çok özgül koşullarda ortaya çıkan siyasal iktidarın elinden gitmesi durumunda bile ekonomik iktidarı sayesinde siyasal iktidarı geri “satın almayı” başarabilir. Sosyalizmin “Bonapartizmi”1 denilebilecek olan bürokrasinin ege­menliği de benzer bir davranış sergileyerek iktidarı nihayetinde sermaye sahiple­rine, bu kez yerlisi ortada olmadığı için uluslararası sermaye sahiplerine satarak bir tarihsel dönemi noktalamıştır.

Demokrasinin birleştirdiği proletarya eski devlet yapısını parçalarken hemen ye­rine burjuva demokrasisinin hayale çevirmiş olduğu hakları, kapitalist özel mül­kiyet hakkı hariç olmak üzere, gerçeğe dönüştürür; daha demokratik, “burjuva demokrasisinden bin kez daha demokratik” bir rejimi gerçekten kurar. Bu devlet biçimi itibariyle demokrasi, eski rejimin siyasal demokrasisinin daha da genişle­mesi değil, nitelik değiştirerek proletarya demokrasisi haline gelmesi demektir.

Bu demokraside artık eskisi gibi toplumun bağrından uzaklarda, onun üstünde konumlanmış iktidar kurumları söz konusu olmadığı için eski anlamıyla bir dev­let de değildir. Marksizm’in işaret ettiği, toplumun kendisini koruması ve ortak işlerini görmesine yarayan, devlet olmayan devlet, Gemeinwesen’dir. Gemein- wesen, devletle devletsizlik arasındaki geçişin kendisidir.

Burada proletaryanın bütününün egemen sınıf gibi davranmasına imkan ve­recek olan tek iktidar örgütlenmesi tarzını demokrasi oluşturur. Bu uygula­manın gerçek şekli doğrudan demokrasidir. Yani yönetme yönetilme ilişkileri­ne muhatap olan herkesin verilecek olan kararları birlikte verdikleri bir siyasal rejimdir bu. Ancak, milyonların bir araya gelmesinin ve sürekli karar vermesinin olanaksız olduğu koşullarda proletarya geri alabilmek koşuluyla temsil hakları­nı belirlediği kişilere devredebilir. İktidarın merkezden yerele taşındığı ölçüde temsili-lik karar alma mekanizmalarının doğrudanlığa yaklaştırılması olanağını da verir. Ayrıca gelişen teknolojik imkanlar, bilginin paylaşımını yaygınlaştırdığı gibi kararların alınmasına tüm halkın katılmasının olanaklarını da ortaya çıkar­maktadır.

Porto Alegre’de ortaya çıkan açık bütçe uygulaması çerçevesinde temsili de­mokrasi ile doğrudan demokrasinin birleştirilmesinin örnekleri verilmiştir. Bu deneylerin genişletilmesi ve var olan teknik imkanlardan yararlanılması doğru- danlığın temsili durumları gittikçe daha fazla yutmasını ve herkesin yönetici hale gelmesine doğru ilerlenmesiyle yönetilenin kalmaması ve bunun sonucu olarak da yönetenin de kalmaması sonucuna ulaşılır.

Demokrasinin bu gelişmesi aynı zamanda kendi kendisinin de inkarını getiren bir süreçtir. Eski sömürücü sınıfları bastırma, eski toplumdan aktarılan uyum­suzlukları giderme ve kolektif mülkiyet temelinde gerçekleşen üretimin insan­lar arasındaki bölüşümünün “eşitlik” hukukuna göre gerçekleşmesini sağlamak üzere bir tür devlet olarak Gemeinwesen herkesin topluma yeteneğine göre ve­receği ve ihtiyacına göre ürün alacağı safhaya doğru ilerlendikçe ortadan silin­meye, sönmeye gider. Komünizmin üst evresi olan bu noktaya gelinceye kadar burjuvasız burjuva hukuk devam etmek zorundadır; zira uygulattırma gücü ol­mayan hukukun hiçbir anlamı yoktur. Uygulattırma gücünün var olması bir tür baskı aygıtının var olmaya devam etmesi anlamına da gelir. Neticeten, proletar­yanın devletinin tipini ifade eden proletarya diktatörlüğü proletarya demok­rasisinin, sosyalist demokrasinin kendini inkarına yani komünist toplumun üst evresine kadar kendisini devam ettirir. Bu demektir ki komünist toplumun alt evresi olarak sosyalist toplum boyunca burjuvasız burjuva devlet, eşitsizlik ilişkisi, özgürlük yokluğu resmen, sürecin bir üst evresi olarak komünist toplu­ma kadar sürer. Ancak bu sürme bir sönümlenme biçimindedir. Yani başlan­gıçta en güçlü biçimde var olan eşitsizlik ilişkisi süreç ilerledikçe ortadan kalkar. Bütünüyle ortadan kalktığını söylediğimiz nokta ise komünizmin üst evresidir. Burada hassasiyetle üzerinde durulması gereken nokta bu sönümlenmenin her adımda gerçekleşiyor olmasıdır. Yani sürekli bir değişim, dönüşüm burjuva ola­nın yerini sürekli olarak komünist olanın alması anlamına gelir.

Yukarıda gördük ki daha ilk adımda devlet, devlet olmaktan çıkar ve yok ol­masına uygun bir biçim kazanır. Bu yok olma çok isabetli bir kavramla sönme biçiminde ifade edilmiştir. İşte bu devrimci tutum sürekli olmak durumundadır.

Demokrasisiz Sosyalizm, Sosyalizm Olamaz!

Kapitalizm burjuva demokrasisi dediğimiz yönetim biçimi olmadan da varlığını devam ettirebildiğini bin bir örneğiyle şimdiye kadar gösterdi. Demokrasi kapi­talizmin belli bir güçler ilişkisine tekabül eden muhtelif yönetim biçimlerinden sadece birisidir. Ama proletarya için, proletarya iktidarı için bu böyle değildir. Demokrasinin olmadığı yerde proletaryanın diğer egemen sınıflar gibi egemen sınıflığını devam ettirmesi olanaksızdır. O ancak iktidara müdahale edebileceği özgürlüklerin var olduğu bir ortamda egemen sınıf gibi davranabilir; onun mülk sahipliği de ancak sosyalist demokrasi sayesinde hayat bulabilir. Bu olanağı yi­tirip de onun yerine birilerinin iktidar erkini kullanmaya başladığı yerde hem iktisadi hem de siyasi erk elinden gider ve bu erk artık ona karşı da çalışmaya başlar; çünkü onun başka bir yoldan, iktidara isyan dışında, müdahale edebilme kabiliyeti artık kalmamıştır. Mülk sahiplerinin durumu ise böyle değildir. On­lar siyasetin dışında sahip oldukları iktisadi ve ideolojik hegemonya sayesinde (Bonapartist devlette görüldüğü gibi) iktidar bir an ellerinden gitse bile onu geri getirebilirler. Proletarya ise giden iktidarı geri getirme işini ancak yeni bir siyasal devrim gerçekleştirerek yapabilir.

Bürokratikleşmenin Nedeni Demokratik Merkeziyetçilik Değildir

Demokratik temellerde kurulmuş olan mekanizmanın işleyişinde bürokratik bozulmanın demokratik merkeziyetçilik nedeniyle ortaya çıktığı sıkça iddia edil­mektedir. Demokratik merkeziyetçilik, kavramın ifade ettiği anlamdan bürokra­tik bir bozulma ile uzaklaştırılmakta ve sorgulanması pek olanaklı olmayan bir merkezin şekli demokratik ilkelere dayalı sınırsız yetkililik durumuna, aşağıdaki- lerin hep yukarıdakiler tarafından denetlendiği, yukarıdakilerin ise aşağıdakileri ancak kendi istedikleri ölçüde bilgilendirdikleri bir mekanizmanın, otoriter bir sistemin tanımı haline getirilmektedir. Marks-Engels-Lenin’in bu konudaki çok özlü anlatımlarına rağmen merkeziyetçilik öylesine bir hal almıştır ki yıkılan sos­yalizmler her anlamda (siyasal, ekonomik, kültürel, estetik, vb.) tam bir tekelcilik yaratmışlar ve burjuva toplumunda hayale çevrilmiş olduğu söylenen hakların bin katını sağlayacakken kimilerinin gölgesini bile ortada bırakmamışlardır. Da­hası; sosyalist teorinin kapitalizme tekelcilik nedeniyle yapmış olduğu eleştirile­rin tümünün muhatabı haline gelmişler ve nihayetinde de iç çelişkilerinin sonucu olarak yıkılmak zorunda kalmışlardır. Lenin’in Engels’ten aktardığı federalizm karşısında demokratik merkezi cumhuriyetin çok daha özgürlük savunucusu ve koruyucusu olduğu üzerine görüşleri bir yana konulmuş ve federalizme karşı olan her şey demokratik merkeziyetçiliğin fazileti gibi sunulmaya çalışılmıştır. Yaşanan pratiklerle Lenin’in Devlet ve Devrim’de söylediklerini karşılaştırabil­mek için şu uzun aktarmayı titizlikle gözden geçirmekte yarar vardır:

“Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve arala­rında anarşistlerin de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bü­rokratik anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, “komünler” ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan “buyurma”yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz. (s.97)

“Devlet üzerine, Marksist bir programın temelinde bulunması gereken görüşlerini geliştirerek, “… O halde, merkezci cumhuriyet” diye yazar Engels. “Ama, 1798’de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil, 1792’den 1798’e dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey, budur. Bu özerkliliğin nasıl örgütleneceği­ni ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve birinci Fransız Cumhu­riyeti bize göstermiş bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz sömürgeleri bize aynı şeyi gösterir. Böylesine bir bölgesel ve komünal özerklilik, örneğin Kanton’un Bund (yani konfederal devletin tümü -L.) karşısında, ama aynı zamanda kanton çevresi (Bezirk) ve komün (en alt yerel birim, Gemeinde) karşısında da, gerçekten çok bağımsız bulunduğu İsviçre federalizminden çok daha fazla özgürlük kaldırır. Kantonal hükümetler, kanton içindeki çevrelerin genel yöneticilerini (Bezirksstatthalter ve prefekt[1]) atarlar[2]; bu yöntem İngilizce konuşulan ülkelerde hiç bilinmez, ve biz de, gelecekte, Prusyalı Landrate (meclis) ve Regierungsrate’lerden (hükümet) (komiserler, yönetim çevresinin polis şefleri, yöneticiler ve genel olarak yukarıdan atanan memurlar -L.) kurtulmakta ne kadar kararlıysak, bu yöntemden kurtulmakta da o kadar kararlı olmalıyız.” Bundan dolayı, Engels, programın özerklilikle ilgili maddesinin şöyle formüle edilmesini önerir: “il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin orta­dan kaldırılması.”(s.98)

“Engels’in özellikle küçük-burjuva demokratları arasında çok yaygın bulunan bir önyargıyı, olaylara dayanarak, yetkin bir belginlikle çürüttüğünü belirtmek büyük bir önem taşır. Bu önyargıya göre, federatif bir cumhuriyet, merkezi bir cumhuriyetten daha çok özgürlük içerir. Bu, yanlıştır. Engels tarafından söz ko­nusu edilen, 1792-1798 merkezi Fransız Cumhuriyeti ve Federatif İsviçre Cum­huriyeti ile ilgili olgular, bu savı çürütür. Gerçekten de demokratik merkezi cumhuriyet, federatif cumhuriyetten daha çok özgürlük saklıyordu. Başka bir deyişle, tarihin gördüğü azami yerel, bölgesel vb. özgürlükler, federatif cumhu­riyet tarafından değil, merkezi cumhuriyet tarafından sağlanmıştır.”

İktidar denilen kurumlaşmanın toplumdan uzaklarda odaklaşmasının önüne geçmenin biricik yolu onun bizatihi muhatabı olan en alt toplulukta oluşturul­masıdır. Merkezilik tüm sınıflı toplumlar boyunca üretilmiş olan eşitsizliklerin ortadan kaldırılabilmesinin ve kaynakların en rasyonel bizimde kullanılabilme­sinin zorunlu gereğini oluşturur. Bu merkezileşmenin insanların tepesinde bir bastırma aygıtına dönüşmesini engellemenin yolu da gerçek iktidarın yerel ya­pılanmalarda toplanması ve merkezi yetkilendirmenin ve yetkilerini geri alma hakkının yerel yapılanmalarda bulunmasıdır. Eline hiçbir baskı aygıtı verilmeye­cek ve yerel iktidarların denetimi dışında kendiliğinden sahip olabileceği hiçbir üstün ekonomik kaynağa sahip olamayacak olan merkezi yapılanmanın yerelleri bastırma olanağı olamaz. Demokratik mekanizma merkezde ortaya çıkabilecek böyle bir eğilimi hemen bastırma şansına ve imkanına sahip olacaktır.

Marksizmin bunları anlattığı erken zamanda henüz bizim tanık olduğumuz gibi uzun süreli bir sosyalizm deneyi yoktu. Bütün deney 71 günlük Paris Komünü’nden ibaretti ve onun da neredeyse bütün eylemi kurduğu kolektivist yapıyı Alman saldırısına karşı savunmaktan oluşuyordu. Ona rağmen bu 71 gün­lük deneyden Marks ve Engels son derece büyük sonuçlar çıkarmıştı.

Ekim Devrimi’nin başarısı siyasal devrimden sosyal devrime yönelip onunla bü­tünleşme şansına sahip olmasındadır. Lenin’in bütün bu aktardığımız ifadeleri hemen devrimin arifesinde, eski rejimin yıkılmasının ve bütün iktidarın Sovyet- lere geçmesinin an meselesi olduğu bir dönemde yazılmıştır.

Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinin ancak sosyalist demokrasi sayesinde mümkün olabileceğinin apaçık olmasına karşın olayların gelişimi hiç böyle olmamıştır. Rusya çapında iktidarı devralan Tüm Rusya Sovyet Temsilcileri Meclisi hemen yüz yüze geldiği iç savaş ve emperyalist kuşatma altında içte ve dışta hızla tecrite sürüklenmiş ve demokrasi adım adım yerel iktidar özelliğini, doğru- danlığını yitirmiş ve Stalin’in açık ifadesiyle devlet pekiştirilmeye başlanmıştır. Çok geçmeden görülmüştür ki adı Sovyet iktidarı olmasına karşın ortaya çıkan yapı artık yerel iktidarlara değil güçlü bir merkezi aparata dayanmaktadır. Eski rejimin özelliği olarak bir kenara konulacak olan, toplumun üzerinde yükselen uzman­laşmış devlet her türlü kurumuyla bir kere daha sahneye gelmiş ve devlet bir kez proletaryanın öncüsü olma konumunda olan ve kendi öncülüğünü artık yasalar ve pekiştirilmiş devlet kurumunun zorlayıcı gücü ile güvence altına alan bir kesimin örgütlenmesine dönüşmüştür. Bu yapılanmaya artık proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi adını vermek olanaklı değildir. Egemen olarak örgütlenmiş olanlar proletaryanın ancak bir kesimidir ve ulaştıkları bu konumu da toplumun geri kalan kısmına karşı koruyacak olan güçlü bir devlet aygıtı mevcuttur.

Devlet aygıtının her türlü toplumsal örgütlenmeyi kendisine tabi kılması, pro­letaryanın ve diğer emekçilerin oluşturduğu çoğunluğun bir azınlık tarafından yönetilmesi sonucuna ulaşmıştır. Örgütlenme özgürlüğü yoktur. Her tür kurum tektir ve devlet denetimi altındadır. Dolayısıyla burada düşünce özgürlüğünün, yaratıcılığın olduğunu da söylemek olanaklı değildir. Yönetenlerin dışındakile­rin konumu ilişki itibariyle eski sistemden farklı değildir. Elbette temel bir fark vardır. Artık bir tarafta şatafatın en yüksek biçimleri içinde yaşanırken diğer tarafta nerede uyuyacağını, ertesi gün ne yiyeceğini bilemeyen, açlıktan ve so­ğuktan kırılan insan kitleleri yoktur. Barınma ve beslenme ile ilgili asgari insani gereksinimler karşılanmıştır. Ama sosyalizmin işçi sınıfına sunacak olduğu bu değil, egemen sınıf olarak örgütlenmekti. Burjuva rejim altında kendisine yasak olan tüm haklara kavuşmaktı. Yönetici sınıf konumuna yükselmekti. Yönetici kesim ancak onun adına kendine yetki veren bir tabakaydı ve aşağıdan bakılınca, kendi safları içerisinden çıkmış olsalar da, bunların eski rejimde kendisini yöne­ten profesyonel politikacı ve bürokratlardan hiçbir farkı yoktu.

Sovyet Anayasası elbette ki proletaryanın egemen sınıf olduğunu söylüyordu. Elbette ki burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratik bir rejimden söz ediyordu ama ne proletarya kendisini egemen sınıf olarak hissediyor ne de ba­kanlar burjuva demokrasisinden bir kat daha demokratik bir rejim görüyorlar­dı. Her şey ertelenmekteydi. Her şeyin karşısında üretici güçlerin gelişmesinin yetersizliği dikilmekte, biraz daha gayretle emperyalistlerin geçileceği, gittikçe komünizme yaklaşılmakta olduğu ve o zaman tümden özgür bir dünyaya ulaşı­lacağı vaaz ediliyordu.

Bütün ekonomistler özgürlük/kurtuluş meselesinin komünizmden önce müm­kün olamayacağı temel varsayımını kullanırlar. Bu konuda farelerin kemirici eleştirisine bırakılmış olan Alman İdeolojisi’nin, Ekonomi Politiğin Eleştirisi­ne Katkı’daki bölüme benzer bir biçimde ekonomist anlayışa dayanak yapılmaya çalışılan bir bölümüne başvururlar:

“Felsefeyi, tanrıbilimi, tözü ve bütün öteki boş şeyleri “öz-bilinç”e indirgemekle, “insanları” hiçbir zaman kölesi olmadıkları bu sözlerin egemenliğinden kurtar­makla, “insan”ın “kurtuluşu” yolunda tek bir adım bile atılmış olmayacağını; gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını, buharlı makine ve mulejenny[3] olmadan köleliğin, tarımı iyileştirmeksizin serfliğin kaldırılamayacağını; daha genel olarak, insanlar, yeterli nicelik ve nitelikte yiyecek, içecek, barınak ve giyecek tedarik ede­cek durumda olmadıkları sürece, onları kurtarmanın mümkün olmadığını, bilgiç filozoflarımıza anlatmak zahmetine girmeyeceğiz. “Kurtuluş”, zihinsel değil, ta­rihsel bir iştir ve bu tarihsel koşullar, sanayinin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişki­nin durumu tarafından gerçekleştirilir” (s. 44)

Bu paragrafta ekonomik temelin belirleyiciliğine belki de ilk kez işaret edilmek­te ve dolayısıyla üretici güçlerin gelişme seviyesiyle üretim ilişkileri arasındaki uyuma dikkat çekilmektedir. Ancak bu demek değildir ki alt yapıdan başka hiç­bir faktör yoktur ve üst yapısal her şey bire bir altyapının yansımasıdır. Bu, tam anlamıyla ekonomist indirgemeciliğe tekabül eder. Engels’in alt yapının tek be­lirleyici olduğu konusundaki iddialara verdiği yanıt ekonomistlerce anlaşılmak istenmez. O zaman onlara göre ekonomi politik bilimi bilim olmaktan çıkar. Bu bilim anlayışı 18.yy mekanik bilim anlayışına tekabül eder. Aydınlanma mater­yalizmi getirdi. Determinizme sağlam bir zemin sundu. Ancak determinizmin sınırlarının ne olduğunun bilinmesi henüz olanaklı değildi. Bunu başaracak olan 20. yy bilimiydi. 20. yy biliminin temelini oluşturan izafiyet ve kuantum teori­leridir. Atom altı parçacıklar ve yüksek hızlar (ışık hızı) söz konusu olduğunda mekaniğin bilinen hemen bütün yasalarının ancak bir özel duruma tekabül etti­ği, yasa olarak ifade edilebilecek olanın çok daha geniş çeperli bir durum olduğu anlaşılmaya başlandı. Bilimsel bakış açısı itibariyle Marks, Engels ve Lenin’in fe­rasetini gösteremeyenler onların söylediklerini mekanik ilminin verdiği, kesinlik arz ettiği düşünülen kalıplar içerisinde kavramaya eğilimli oldular.

Halbuki Marksizm, gelişimi içinde mekanik materyalizmi aşan ve 20. yy bilimi­nin ortaya koyduğu gerçeklere yaklaşan bir karakter taşımaktadır. Onun için de Engels, altyapının belirleyiciliği konusunda “bizim yalnızca temelin belirleyici olduğu başka hiçbir şey olmadığını söylediğimizi iddia edenler bizi çarpıtmak­tadırlar” der. Maddi hayatın üretimi sırasında kurulan ilişkilerden ve bu iliş­kilerin alt yapıyı oluşturmasından söz ederken toplumsal gelişimin çok önemli bir yasasını ortaya çıkardıklarında, altyapının üstyapıyı belirlemesi gerçeğini o kabalık içeresinde bırakmaya niyetleri olmadığını, üstyapılar üzerine olan ana­lizleriyle ortaya koyar. Bu yolla Engels, apaçık tek ve doğrudan belirleyicinin alt yapı olduğunu kastetmediklerinin altını çizer. Çok daha sonraları bu alt belirle­menin üst belirlemelerle hayat içerisinde etkinliğini gösterdiğini berraklaştırmak Althusser’in çalışmalarının eseri olmuştur. Altyapının belirleyiciliğini dümdüz ekonominin belirleyiciliğine indirgeyenlerin köleci ya da feodal toplumları açık­layabilmeleri olanaklı olamayacağı gibi, günümüz tekelci kapitalizmi koşulların­da hayatın akışını ve dönüşümleri açıklaması da olanaklı olamaz. Hatta böylesine bir indirgemecilik insanın iradi müdahalesini de önceden belirlenmiş mekanik bir sonuca indirgeyerek kaderciliğin en kötü biçimlerinden birine ulaşmış olur.

Eşitlik hukuku çerçevesinde haklar konusundaki özgürlükle, insanın tümden öz­gürleşmesi, eşitlik hukukunun ortadan kaldırılarak eşitsizlik içinde tam özgürlü­ğe ulaşılması birbirine karıştırılmaktadır. Bu karıştırmanın basit bir karıştırma değil, burjuva toplumunda görülen eşitlik temelindeki özgürlüklerin varlığının reddedilmesine Marks ve Engels’ten temel aramak olduğuna kuşku yok elbet­te ki. Bu ifadenin demokrasiye, demokratik özgürlüklere karşı kullanılmasını sağlayan temel bakış açısı ekonomizmdir. Her şeyi ekonomik temelin doğrudan yansımasına indirgeyen mantık demokratik özgürlüklerin de ekonomik temel tarafından bire bir belirleneceğini söylemeye kalkışıyor ve ekonomi henüz izin vermediği için de özgürlüğün onun izin vereceği zamana kadar beklemesi ge­rektiğini özgürlük kavramının değişik durumlarda ifade edeceği anlamlarını da birbirine karıştırarak söyleyebiliyor. Burada daha sonra Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde daha açık ifadesini kazanacak olan altyapının üstyapıyı belirlemesinin bu en ilk biçimi ortaya konulmaktadır. Ancak bu be­lirlemenin proleter/sosyalist demokrasi açısından konumuza bağlı olarak hiçbir anlamı olmadığı gibi, onun karşısında da hiç bir şey ima etmez. Hatta tersine söylenebilir ki burada burjuva toplumun gerçekleşmiş olması ölçüsünde ücretli kölelikten kurtuluşun şartlarının da oluşmuş olduğu söylenmektedir.

İnsanın genel özgürleşmesi/kurtuluşu ile burjuva demokrasisi altında var oldu­ğu iddia edilen ama buna karşın hayale çevrilmiş (yani gerçekten kullanılabilme olanaklarının ortadan kaldırılmış olduğu) hakların proletarya iktidarı altında kullanılabilir hale getirilmesi anlamında eşitlik hukuku çerçevesindeki özgürlük­lere kavuşmak birbirinden apayrı şeylerdir. Biri eşitlik hukukunun bulunduğu koşullardaki özgürlüğe, eşitliğin kurulmasının belli kurallara, yasalara bağlı ol­maya devam ettiği zorunluluk ilişkilerine, diğeri ise hukukun tümüyle ortadan kalktığı ve insanların gerçekten özgürleştikleri, eşitliğin aranmadığı, herkesin her türlü ihtiyacını bir koşula bağlı olmaksızın karşılayabildiği bir özgürlük tü­rüne tekabül eder.

Bunların birbirini nasıl izlediğini kapitalizmden komünizme geçişin doğru bir tanımını yaparak berraklaştırabiliriz. Lenin bu konuda Marks ve Engels’e daya­narak geçişi şöyle tanımlar:

“Proletarya diktatoryası, yani komünizme geçiş dönemi, ilk kez olarak sömü­rücü bir azınlığın baskı altına alınmasının yanı sıra, halk için, çoğunluk için bir demokrasi gerçekleştirecektir. Ancak komünizm, gerçekten tam bir demokrasiyi gerçekleştirmeye yeteneklidir; ve demokrasi ne kadar tam olursa, o kadar gereksiz bir duruma gelecek ve kendiliğinden sönecektir.”

Proletarya diktatoryası komünizme geçiş olarak ifade buluyor. Lenin “kapita­lizmle komünizm arasından hiçbir ara aşama yoktur” der. Yani bu kapitalizm­den komünizme geçiş işinde ya proletarya diktatörlüğü yoktur ya da sosyalizm.

Üçüncü bir alternatif var tabii. O da sosyalizmle proletarya diktatörlüğünün ör- tüşmesi.[4] Nedir bu proletarya diktatörlüğü? Marks, Engels ve Lenin’in anlattık­ları tam şöyledir:

“Oysa “burjuva hukuku” kurallarından başka kural yoktur. Bir yandan üre­tim araçlarının ortaklaşa mülkiyetini korurken, bir yandan da emek eşitliğini ve ürünlerin bölüşümündeki eşitliği korumakla yükümlü bir devletin zorunlu­luğu, bu nedenle sürer.

“Bundan böyle, kapitalistler olmadığı, sınıflar ve dolayısıyla tepesine binilecek bir sınıf olmadığı için, devlet söner.”

“Ama, edimsel eşitsizliği onaylayan “burjuva hukuku” korunmaya devam edildi­ğine göre, devlet henüz büsbütün yok olmamıştır. Devletin büsbütün sönmesi için, tam komünizmin gerçekleşmesi gerekir.”

Kapitalist rejim yıkıldıktan sonra devlete olan ihtiyaç, esasında devlet olmayan (Marks-Engels’in Gemeinwesen, ortaklık, ortak yapı, kamu işleri adını verdikle­ri) üç şeye dayanıyor.

Sömürücü sınıfları bastırmak

Eski toplumdan devralınmış olan uyumsuzlukları engellemek

Eşitlik hukukunun (kapitalist özel mülkiyet hakkını dışarıda bırakan) burjuva hukukunun sürdürülmesini sağlamak.

Bunlar sırasıyla kapitalist sınıfın ve kalıntılarının ortadan kaldırılması (1. ve 2. maddelerin ortadan kalkması) ve eşitlik hukukunun ortadan kalkmasıyla yani kimsenin yeteneğinin ne olduğuna bakılmaksızın toplumsal üretimden ihtiyacı kadar tüketim nesnesini alabilecek hale gelmesidir. Bu, devletin fonksiyon ve ku- rumlarının ortadan kalkmasına tekabül ettiği gibi sosyalizm alt aşamasından, bir üst aşamaya, komünizme geçilmesi anlamına gelmektedir.

Buradaki net ayırım şudur:

Komünizmin alt evresi olarak kabul edilen sosyalizm aşamasının aşılması anla­mında komünist topluma kadar bir devlet öyle ya da böyle vardır. Yukarıdaki alıntıda da ifade edildiği gibi “Devletin büsbütün sönmesi için, tam komünizmin gerçekleşmesi gerekir.”

Peki bu devlet nedir?

Marks, Engels ve Lenin’in yazdıkları içinde sadece proletarya diktatörlüğüne ve bunun yanında da proletarya demokrasisine rastlıyoruz. Bunların ne olduğu me­selesi işin can alıcı noktasını oluşturur.

Marks, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine dev­rimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki burada, devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” derken, Paris Komünü için de

”Ama bu böyledir diye, burjuvaziyi yenmek ve direncini kırmak zorunlulu­ğu da ortadan kalkmaz. Komün, özellikle bu zorunlulukla karşı karşıyaydı; ve, Komün’ün bozguna uğrama nedenlerinden biri de, bu işi gereğince gözüpek bir biçimde yapmamış olmasıdır. Ama burada, baskı altında tutma örgütü, artık kö­lecilik, serflik ve ücretli kölelik çağlarında her zaman olduğu gibi, nüfusun azınlı­ğı değil, çoğunluğudur. Ama, kendisini baskı altında tutanları kendisi yendiği anda da, halk çoğunluğunun “özel bir baskı gücü”ne artık gereksinimi yoktur! İşte bu anlamdadır ki devlet sönmeye başlar.”

Devletin sönmeye başlamasını gördüğümüz gibi Marks da kuruluşundan baş­latır. Yani proletarya diktatörlüğü daha kurulurken sönmeye başlayacak türden bir yapılanmadır. O artık bilinen anlamda devlet değildir. “Komün, artık ger­çek anlamda bir devlet değildi” diyen Engels, Lenin’in aktardığı üzere “Bundan dolayı, son tümcede, “biz” diyerek Engels, hiç kuşku yok ki hem kendi adına hem de Marks adına, Alman İşçi Partisi Başkanı’na, devlet sözcüğünü programdan çıkarma ve onun yerine “ortaklık” (Gemeinwesen- kamu işleri) sözcüğünü koy­ma önerisinde bulunur” derken proletarya diktatörlüğü kavramını kullansalar da devlet kavramından ona başka bir ad bulacak ölçüde uzaktırlar. Diktatörlük olarak tanımladıkları devleti diktatörlük olmaktan çıkarmadan bu ölçüde devlet olmaktan çıkarırken şunları da söylerler:

“Ayrıcalıklı bir azınlığın (ayrıcalıklı memurlar, sürekli ordu şefleri) özel kurum- ları yerine, bu işleri çoğunluğun doğrudan kendisi görebilir; ve devlet gücünün görevleri halkın tümü tarafından ne ölçüde yerine getirilirse, bu güç o derecede zorunlu olmaktan çıkar.

Bütün memur aylıklarının “işçi ücretleri” düzeyine indirilmesi. Burjuva demok­rasisinden proletarya demokrasisine, ezenlerin demokrasisinden ezilen sınıf­ların demokrasisine, belirli bir sınıfı baskı altında tutmaya yarayan “özel güç” olarak devletten, halk çoğunluğunun, işçi ve köylülerin genel iktidarı tarafından baskıcılar üzerinde uygulanan baskıya dönüş, en göze çarpar biçimde, işte burada ortaya çıkar.”

Devletin eski devletle olan alakası koparılırken demokrasinin de burjuva olanın­dan proleter olanına geçilir. Diktatörlük, demokrasi, devletin sönmesi, demok­rasinin tam hale gelmesi, hepsi bir araya geldiğinde bir kargaşa var gibi görünse de bir kavram berraklaştırması yaptığımızda özünde her şeyin yerli yerinde ol­duğunu görürüz.

“Komünizm, ilk evresinde, ilk aşamasında, ekonomik bakımdan, henüz adama­kıllı olgun, geleneklerin ya da kapitalizmin kalıntılarından henüz büsbütün kur­tulmuş olamaz. Bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde, “burju­va hukukunun sınırlı ufku” korunur; bu ilginç olayın nedeni budur. Kuşkusuz, burjuva hukuku, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlete dayanır; çünkü koyduğu kurallara uymaya zorlamaya ye­tenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir.

Bundan şu sonuç çıkar ki komünist rejimde, belirli bir zaman boyunca, yalnız­ca burjuva hukuk değil, burjuva devlet de sürer —ama burjuvazisiz burjuva devlet!” (Lenin, Devlet ve Devrim)

*****

Bütün bu tekrarı yapmaktan amaç, radikal demokrasi stratejisinin kendine has bir “sosyalizm” hedefini önüne koyuyor görünmesidir. Dolayısıyla bunun

Marksizm’in savunduğu sosyalizm anlayışıyla nasıl bir ilişkisinin olduğunun kavranması, bu anlamda sosyalizme benzeyip benzemediğinin anlaşılması ve hatta var olan kapitalist toplumdan ötede bir yere ulaşılmasının muhtemel olup olmadığının görülebilmesi açısından bu açıklamalara ihtiyaç vardı.

  • RADİKAL DEMOKRASİ Modernite ve Postmodernite

Ele alacağımız konu radikal demokrasi projesi olmasına rağmen, bunun ortaya çıkışına öngelmiş, oluşumunun zeminini oluşturmuş olan arka planı kısaca ha­tırlatmak meselenin kavranışında hem içerik hem de kullanılan kavramlar çer­çevesi itibariyle bir gereklilik oluşturuyor. Zira radikal demokrasi Postmarksist akımın içinden çıkmış, o da Postmodernizm denilen akımın etkisiyle oluşmuş bir proje olarak bizi moderniteye ve geleneksel topluma (feodalite) kadar geri götürmektedir.

Modernite

Tarihsel bir kategori olarak modernite geleneğin sorgulanması ve reddi, sosyal, bilimsel ve teknolojik gelişmenin ve insanın mükemmelleşmesinin kaçınılmazlı­ğına olan inanç, bunların sağladığı imkanlarla tarım toplumu olan feodalizmden kapitalizme, pazar ekonomisine, şehirleşmeye, sanayileşmeye geçiş, ulus-devle- tin ve onun anayasal kurumlarının, temsili demokrasinin (kadınlar hariç), kuv­vetler ayrılığının, çağdaş bürokrasinin ve toplumu denetleme biçimlerinin ha­yata dahil olduğu, rasyonalizasyonun, profesyonelleşmenin, kapitalist rekabetin ve sekülerleşmenin egemen olmaya başladığı, bireyin ortaya çıktığı, özgürlüğün, formel eşitliğin benimsendiği, kamu eğitiminin bir hak olarak kabul edildiği, ge­leneksel toplumla mukayese edilmesi olanaksız yeni bir aşamaya tekabül eder.

Feodaliteyle kıyaslandığında parlak ifadelerle tanımlanabilen, devrimci atılım- larla karşımıza çıkan modernite, bilimin sürekli ilerleyerek insanın her türlü so­rununa yanıt vereceği inancını yaygınlaştırdı ama ilerlemesinin bünyesinde ta­şıdığı çelişkileri de şiddetlendirdiği gerçeğiyle yüz yüze gelmekten kurtulamadı.

Maddi zeminini ulus devlet, kapitalizm, sanayileşme, militarizm, dünya paza­rı, fikri zeminini de Aydınlanmanın oluşturduğu modernitenin temel felsefesini de rasyonalizm ve onun özgül epistomolojisi oluşturur. Aydınlanmanın temel parametreleri gerçek anlamlarında alındığında birbirleriyle şiddetle çarpışacak olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik, pozitivizm, rasyonalite, laisizm, demokrasi, bü­rokrasi, kentlilik, ulus-devlet ve giderek denetleme, dünya pazarı ve kaçınılmaz biçimde militarizm ve sömürgeciliktir.

Modernizm kapitalizm zemini üzerinde yükselmiş olmak dolayısıyla globalleş­meyi içinde taşır. Aslında tüm bir kapitalizm doğduğundan beri globalleşme eğilimini sürdürmektedir. Marks daha Manifesto’da kapitalizmin gittikçe nasıl daha kapsayıcı biçimde bir dünya sistemi haline geldiğine, dünyanın tüm diğer parçalarının kapitalist merkezlere eklemlediğine işaret eder.

Aydınlanma düşüncesi eşitlik, özgürlük, kardeşlik temellerini benimsemiş olarak bilim ve sanayileşme sayesinde insanlığa mutlu gelecek vaat ederken, bünyesinin en asli parametresini oluşturan rekabetin ulaştığı boyutlarla tarihte görülmemiş büyüklükteki felaketleri peşinde sürüklemiştir. Dünyanın dört bir yanını payla­şan ve bunun için sürekli şiddet kullanan kapitalizmin ürünü çağdaş medeniyet, modernite on milyonlarca insanın yeniden paylaşım savaşlarında ölümü ve in­sanlığın % 80’inin sefalet ya da ona yakın şartlarda yaşamasının sorumlusu oldu.

Modernitenin eleştiricileri her zaman oldu. Bu eleştirilerin en kapsamlısını oluşturan Marksizm ise eleştirisini yeni bir toplumsal düzen projesi etrafında ve bilimsel temellere dayanarak gerçekleştirdi. Çelişkinin tüm üstyapısal yansı­malarının temelinde altyapıdaki gelişmelerin, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çatışmanın yattığını ve bunun yeni bir uygarlığın doğuşuna yol açacağını analitik bir biçimde sergiledi.

Aydınlanma felsefesi klasik çağa göre bilimden, akıldan, dünyevilikten ve daha da fazlası eşitlik, özgürlük ve kardeşlikten yana olduğunu ilan etmiş olsa da bu iddialarının tümünün niteliğini değişime uğratacak kapitalist özel mülkiyet te­melini de benimsiyordu. O temel eşitliği şekli hale getiriyor, özgürlükleri bir ha­yale çeviriyor, kardeşliğe ise popüler politik nutukların dışında hiçbir yer tanı­mıyordu.

Yüzyıllardır hemen hemen aynı kabuk içerisinde yaşamış olan geleneksel toplum modernite ile birlikte hem tüm toplumsal ilişkilerini hem de bu ilişkilerin içinde yer aldığı mekanı tümüyle değiştirdi. Artık formel olarak eşit ve özgür bireyler geleneksel tarımsal ilişkinin alanı kırlardan kentlere taşınmış, bin yıldır kendi­sini tekrarlayan üretici güçlerin yerine sıçramalı gelişimler gösteren yeni üretici güçleri hayata geçirmeye başlamıştı. Sanayi devrimi, buhar, sıvı yakıtlar ve elekt­rik gücünü kullanarak üretimde akıl almaz düzeylere ulaşırken, dünyanın dört bir yanını fethetmek üzere kapitalistler akıl almaz bir yarışa girdiler; ulus-devlet- ler yavaş yavaş klasik imparatorlukların yaptıklarına benzer adımlar atıp yeni bir sömürge savaşları dönemini başlattılar.

Modernitenin vaat ettiği sürekli ilerleme yerine yoksulluk, sefalet ve savaşlar­la boğulmaya başlayan Avrupa’yı 19.yy ilk yarısında yoksulların, proletaryanın isyan dalgası sardı. Artık burjuvazi Aydınlanmanın ilkelerine değil eski rejimin kalıntılarına sarılmaya ve tüm Avrupa’yı kana bulamaya başladı. İlerleme artık tekellerin dünyaya hakimiyetine, yoksulluk, savaş ve baskıya tahvil olmuştur. 1801’den 1899’a kadar dünya çapında irili ufaklı tam 336 savaş cereyan etti. Bir sonraki yüzyılda ise sanki bu kadar perakende hesap görmek işleri geciktiri- yormuş gibi 1914 yılında, paylaşılmış olan pazarların yeniden paylaşılması için topyekûn bir savaşa girildi.

İlerleme, insanın değil ama sermayenin ve yıkım araçlarının gelişmesi anlamın­da muazzam boyutlara ulaşmıştı: dört yıl içerisinde yirmi milyon insan öldürül­dü, yüz milyonlarcası sakat bırakıldı. 20 yıl sonra bir başka büyük savaş felaketi, sermayenin ve yıkım araçlarının daha da gelişmiş olduğu bir dönemde bu kez 70 milyon insanın hayatına mal oldu. Modernite artık insanlar için sadece açlık, sefalet, baskı ve ölüm anlamına geliyordu.

Yeni bir medeniyetin iddialı sahibi olan sosyalizm ise ne bu savaşları engelleye­bilmişti ne de kısa zamanda engelleyebileceği konusunda bir umut veriyordu. Modernitenin ilerici değerlerini, eşitlik, özgürlük ve kardeşliği, sonuncusunu dayanışmaya dönüştürerek yeni bir bağlamda insanlığın önüne getirmiş olan sosyalizm ne bunların hakikat olduğunu gösterebilmiş ne de kapitalizmden daha iyi bir toplumsal formasyon oluşturabildiğini kanıtlayabilmişti. İkinci Paylaşım Savaşı’nın yarattığı bulanıklık dağıldıktan sonra bu durum daha açık bir biçim­de görülmeye ve emperyalistlerin anti-komünist propaganda aygıtının katkısıyla olduğundan da kötü algılanmaya başladı. Sosyalizm artık modernitenin üretti­ği çelişkilere dayanarak onu yerden yere vuran bir alternatif değil, kendisini o modernite karşısında savunmaya çekmek zorunda kalmış, bulabildiği boşluk­larından yararlanarak ileri adımlar atmaya çabalayan monolitik bir sosyal for­masyona dönüşmüştü. Bu durum, moderniteyi sorgularken, artık sosyalizmi de sorgulamanın zamanının geldiğine işaret ediyordu.

Postmodernite

Modernitenin feodal gericilik ve durgunluğa karşı ilerleme ve gelişme olarak vaat ettiği şeylerin felaket olarak yansıması, daha bu noktaya gelmeden Marksizm tarafından en radikal bir biçimde eleştirilmiş ve sosyalizm seçeneği de bilimsel olarak tariflenmişti. Ne var ki pratiğin farklı gelişmesi kapitalizme yönelik eleşti­rilerin Marksizm’e de yönelmesini getirdi.

Postmodernite, Marksizm’i de içine kattığı modernitenin bilime ve bilgiye yakla­şımını, ulus-devleti, kapitalizmi, endüstriyalizmi kökten bir eleştiriye tabi tutma iddiasıyla onun epistemolojisini sorgulayarak belirsizliği, yerel bilgiyi, parçalılı- ğı, farklılığı, çoğulculuğu, alt kültürleri, etnisiteyi öne çıkararak kendisini kurdu.

Aydınlanma düşüncesine göre gerçeklik kaba materyalist bir çerçevede de olsa insan düşüncesinden bağımsız olarak var olur. Birey ise tarihin yaratıcısı, özne­sidir. Bu tarihsellikten yoksun, içinde bulunduğu yapıdan bağımsız Kartezyen özne anlayışı tarihsel materyalizm tarafından “insanların tarihlerini verili koşul­lar içerisinde kendilerinin yaptığı” görüşüyle çoktan eleştirilmiş ve tarihin öznesi olarak verili koşulların ürünü olan insan ve sınıflar olduğu ortaya konulmuştu. Postmodernite bunların tümünü, söylem dışında bir gerçeklik olamayacağı, öz­neyi kuracak olanın ancak söylem olduğu temelinde reddederek yeni bir top­lumsal ilişkiler açıklaması getirdi.

Tam bu anlayışın ifadesi olarak postyapısalcılardan Derrida modernle olan epis- tomolojik kopuşunu şöyle ifade etmiştir: “Metnin dışarısı yoktur.” Yani insan gerçekliği sadece zihninde kurar ve bundan ötesini de bilemez. Yapısalcılık öz­neyi yapıya mahkum edip merkezi rolden uzaklaştırırken, Derrida da yapısö- kümcülük yoluyla yapıyı söyleme kurdurup, söyleme merkezi bir rol kazandırır. Düşünce ve gerçek böylece bir olmakta ama zihnin dışındaki bir gerçekten bah­setmek imkanı kalmamaktadır. Bu nokta en iyi haliyle kuşkuculuğa varabilecek çok kritik bir eşik oluşturmaktadır. Maddenin varlığı insan zihninden bağım­sızdır ama ona ait bilgi gerçekten insanın algılama biçimine bağlıdır. Algılama­nın sınırlarını gerçekliğin sınırları olarak kabul etmek, her şeyi zihin dünyasına taşımak ve bundan başka gerçeklik olamayacağını söylemek subjektif idealizmin kendisidir. Algılamanın sınırlarının olması maddenin bağımsız varlığı için­de taşıdığı gerçekliğin de sınırlı olduğu anlamına gelmez. Bunu en iyi anlatan, araştırma, inceleme sayesinde maddeye ait algılarımızın sürekli artmasıdır. Aynı karanlık bir odada hiçbir şey göremezken, ışığın miktarının artışına bağlı olarak bizim oda algımızın da artması gibidir bu. Yani yaşadığımız bu deney bize “met­nin dışarısının olduğunu” ve bizim metnimizin ışık miktarının bir fonksiyonuna bağlı olduğunu anlatır. Postmodernizmin bütün incelikleriyle burada ilgilenme­yeceğiz. Bizim tartışmak istediğimiz radikal demokrasi sorunsalı açısından can alıcı noktayı burası oluşturmaktadır. Ancak bu düşünce kurgusunun nereden kaynaklandığı ve kendisini nasıl kurduğuna kısaca değinmekte yarar var.

Döneme ad veren, bu keşfinden önce Marksist olan Jean-F. Lyotard 1979’da çı­kan “Postmodern Durum” isimli eserinin daha başında “bu çalışmanın nesnesi, en yüksek derecede gelişmiş toplumlarda bilginin durumudur. Bu durumu belirt­mek üzere postmodern kelimesini kullanmaya karar verdim. Kelime Amerika’da sosyologlar ve eleştirmenler arasında kullanılagelmekte ve 19. yüzyılın sonundan bu yana edebiyat, güzel sanatlar ve bilimdeki oyun kurallarını değiştiren, dönü­şümleri izleyen kültürümüzün konumunu belirlemektedir” diyerek kavramı ne­den kullandığını açıklar.

Lyotard kurgusunda “değişik insan gruplarının aynı dili değişik biçimlerde kul­lanıp bu dolayımdan dünyaya değişik açılardan bakacakları” önermesini anlatan Wittgenstein’ın dilin gerçeklikle (gönderge) bağının koparılması ve gösterenlerin oyununa indirgenmesi, nesnel gerçekliğin kendisinin reddine varan bir epistomo- lojiyi üreten “lisan oyunu” fikrini kullandı. Örneğin bir polis, filozof, sanatçı, gazeteci aynı “gerçek” kelimesini kullanırlar ama farklı şeyler kastederler. Bu şe­kilde de tekil, kapsayıcı dünya görüşü, kapsamlı egemen anlatı, (postmodern de­yişle “meta anlatı”) ortadan kalkar. Hiç bir tekil anlatı, imtiyazlı bakış açısı, tüm diğerlerini kapsayan hiç bir teori veya sistem olamaz. Lyotard çok demokratik bir görüntü sergilermiş gibi bütün anlatıların birlikte, yan yana, hiçbirinin ha­kimiyeti olmadan var olduklarını ve bu eşit değerdeki anlatıların buluşmasının, birleşmesinin postmodernizmin özünü oluşturduğunu anlatır. Mesele gerçekten böyle bir buluşmanın olup olmadığıdır. Bu, ispatı sadece hayatın yüzeysel gö­rüntüleri olan bir iddiadır. Lyotard sınıf mücadelesinin hayat içinde görüldüğü üzere, ekolojiyi, cinsiyeti, milliyetleri, inanç gruplarını kapsamazken, bunlar et­rafındaki hareketlerin sınıf hareketinin de önüne geçtiğini ve dolayısıyla da sınıf hareketinin de ancak bunlar kadar bir yere sahip olabileceğini iddia eder.

Yapısalcılıktan Postmoderniteye

Onun bu düşüncelerine temellik eden gelişmeler 19. yüzyılın sonlarında İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure tarafından ortaya konulmuştu. Daha doğru­su de Saussure’nun dilbilim alanında geliştirdiği yapısalcılık ondan sonra başka alanlar için de kullanıma sokulmuştu.

Geleneksel dilbilimine karşı yapısalcı dilbilimini geliştiren de Saussure’nun bu kurgusu sosyolojiden politikaya kadar toplumun tüm yapılarının dil gibi düşü­nülebileceğini savunan yapısalcı anlayışın temelini oluşturdu. Onun gösterenle gösterilen arasındaki ilişkiye dayalı gösterge formülasyonu antropolojide, sosyo­lojide, psikiyatride ve politikada da ifade buldu.

Saussure’nun anlatısına göre bir kelimeyi kullandığımızda dilsel bir gösterge­yi oluşturan iki öğeyi, kullanılan sözcüğün kavramsal ifadesi olan gösterilen ile onun işitim simgesi olan göstereni birbirine bağlamış oluruz. Örneğin, kuş söz­cüğünün gösterileni kuş kavramıdır; Göstereni ise k,u,ş harflerinden oluşan ses imgesidir. Göstergenin gerçek yaşamdaki nesnesine gönderge, kavramla işitim simgesinin birleşimine de gösterge (gösterilenle gösteren bileşimi) diyor.

Gösteren               ses

Gösterilen             kavram

Gönderge            somut nesne

Gösterge              gösterilen+gösteren bileşimi

Bu son ikisi arasında tamamen keyfi bir ilişki vardır. Yani kavramla işitim sim­gesi arasında bir tekabüliyet-zorunlu karşılıklılık olması gerekmemektedir. Her dil başka başka: kuş, bird, vogel, oiseau, çûçik vs.

İşte bu tekabüliyetsizlik özelliği yapısalcılık, post yapısalcılık ve post modernizm- de, hatta postmarksizmde de temel bir rol oynayacaktır. Ayrıca de Saussure’nun dili bir farklılıklar sistemi olarak ele alması ve “siyahın değerinin beyaz olmayı- şınca sağlanması” gibi her göstergenin değerinin bir başka gösterge tarafından belirlendiğine işaret etmesi bu “post” akımların önemli bir mantıksal temelini oluşturdu. “Farklılık”, postmodernizmin önemli bir temel kavramıdır ve onun bir başka ifadesi olarak “ötekilik” kavramıyla birlikte bir kimlik siyasetinin ku­rucu öğesini oluşturur. Bu düşünceyi benimseyenler gerçeklik ile onun temsili ve özne ile yapı arasında derin uçurum yarattılar.

Yapısalcılığı antropolojiye uygulayan C. Levi-Strauss ilkel toplumların yapısını dile benzeterek analiz edip yanlış bir biçimde hiçbir yapısal ve tarihsel belirlenme­ye aldırmaksızın tarihin yapıcısı olarak insanı merkeze alan Kartezyen özne anla­yışını eleştirirken, dille kurduğu anolojiyle de her türlü özne anlayışını ortadan kaldıracak bir epistemolojiye kapı açmıştır. Postmodern anlayışın bir versiyonu olarak ortaya çıkmış olan postmarksizm de epistomolojik temelini buradan alır.

Öznenin ve Nesnelliğin Reddi

Postmodernciler her ne kadar Marks’ı indirgemecilikle suçlasalar da o, Kartez- yenci özne anlayışını çok önceden eleştirmiş ve öznenin tarihsel/yapısal belirle­nimini “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullar içinde değil, geçmişten gelen belirli koşullar içinde yaparlar” diye tariflemiştir. Ama postmodernlerin iddialarının tersine söylemce gerçekleştiri­len değil onların söylem dışında bilinemeyeceğini iddia ettikleri altyapı tarafın­dan gerçekleştirilen; ama bu pasif olmayan bir belirlenmedir: “Koşullar insanlar tarafından değiştirilir… koşulların bu değişimi ile insan faaliyetinin ya da insanın kendisinin değişmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik biçiminde kavranırsa ussal olarak anlaşılabilir” diye izah eder “Feuerbach Üzerine Tezler”de Marks.

Dil ile toplum ya da bilinçdışının özdeş kavramlar olmaması nedeniyle dilbilim­sel kategorilerin Levi-Straus tarafından antropolojiye, Lacan tarafından da psi­kanalize ve daha sonra da topluma uygulanması yanlış anoloji dolayısıyla yanlış sonuçların çıkarılmasının kaçınılmazlığını getirmiştir.

De Saussure’nun yapısalcılığının sosyolojiye uygulanması, nihayetinde Althusser’le öznesiz tarih anlayışına ulaşmış ve orada da Foucault’nun söylem kuramıyla buluşarak daha önce ideolojiye tanınan kurucu/belirleyici rol bu kez iktidar/söyleme verilmiştir. Yapısalcılık ve post yapısalcılık birey merkezli Kar­tezyen anlayışı eleştirirken gösterenin gösterilen karşısında belirleyiciliğini öne sürerek gerçekle bütün tekabüliyeti-karşılıklılığı koparmış ve bu da postmo- dernizm tarafından tümüyle benimsenmiştir.

*****

Laclau ve Mouffe kendilerine yöneltilen “nesnel gerçekliğin reddi” eleştirisini şöyle yanıtlarlar:

“Her nesnenin söylem nesnesi olması düşüncenin dışında bir dünyanın olup ol­madığıyla ya da realizm/idealizm karşıtlığıyla bir alakası yoktur. Burada ve şu anda bir zelzele olması ya da bir tuğlanın yere düşmesi elbette ki benim irademden bağımsız olarak vardır. Ama bunların nesneler olarak özgüllüğünün “doğal bir olay” ya da “Tanrının gazabının bir ifadesi” olarak tanımlanıp tanımlanmaya­cağı söylemsel alanın kuruculuğuna bağlıdır. Burada reddedilen böyle nesnelerin düşüncenin dışında var olduğu değil, ortaya çıkışın her türlü söylemsel koşulları­nın dışında nesneler olarak kendilerini sergileyebilecekleri iddiasıdır.” E. Laclau – C. Mouffe (1985 [2001]). Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics. London, Verso.

Burada yeni ya da özgün hiç bir şey anlatılmamaktadır: Marks’ın insanların içinde yaşadıkları gerçekliği ideolojinin prizmasından kırılarak algıladıklarına, bunun ters bir bilinç yarattığına, onun için de felsefenin yerini bilimin alması gerektiğine işaret ettiğini bu yazarların da biliyor olmaları gerekirdi. Burada söz konusu olan nesnel varlığın varlığı değil, onun nasıl tanımlanacağıdır. Ve ver­diği örneğin kendisi meseleyi aslında apaçık ortaya koymaktadır. Tuğla düşer. Nasıl düştüğüne ilişkin iki yorum vardır önümüzde: biri Newton’ın yerçekimi yasasına gören doğal bir olayın tanımıdır; diğeri bir yanılsamalar bütünü oluştu­ran dinsel inancın attığı palavradır. Burada mesele bilimsel ve bilim dışı olanın tespitine gelir. Laclau ve Mouffe düşünce dışı nesnelerin bağımsız varlığını kabul ettiklerini söyleyerek idealizmden kurtulmuş olduklarını düşünür ama bilimle bilim dışı olanı da aynı düzleme yerleştirip onların söylem olmaksızın anlaşı- lamayacağını söyleyerek varlıklarını yeniden söyleme bağlamış olurlar. Şimdi Newton’un yerçekimi yasasına da söylem deyip onu dinsel masallarla aynı düz­leme mi koyacağız? Elbette ki insanlar dış dünyayı da, kendilerini de belli bir ideolojik prizmadan kırılarak algılarlar; bu çarpık bilinçtir ve esasında da gerçek­liğe tekabül etmez. Bu anlamda Marks felsefenin yerini bilimin aldığını anlatır. Ama Laclau ve Mouffe Marksizm sanki böyle bir şey anlatmamış gibi dünyayı ancak söylem sayesinde kavrayabileceğimizi, bunu dışında başka bir şey söyle­memizin mümkün olmadığını, onun için de alt yapının nesnel varlığından değil, ancak onun zihinsel yansımaları olan politik ifadelerinden bahsedebileceğimizi ve eldeki tek gerçekliğin de sadece bu olduğunu anlatırlar.[5] Bu doğru değildir. Bu meseleyi, nesnel gerçekliğin bilimsel olarak araştırılabileceği, onun hakkında daha önceden fark edilmemiş ya da yanlış bilinen yeni bilgiler edinebilmemizin imkansızlığına getirir.

Zihinsel dünyadaki yansımaların gerçekliğinin doğrulanması bütünüyle zihinsel dünyanın kendi içinde cereyan etmez. Kurgunun iç tutarlılığı açısından böyle bir doğrulama gereklidir ama yeterli değildir. Bundan sonra söylenenin gerçeklikle alakasının ne olduğunun da tespit edilmesi gerekir. Laclau ve Mouffe diyecektir ki o deneyden elde edeceğimiz sonuçlar da söyleme bağlıdır. Öyle olsun ama zihnimizde canlandırdığımızı her an yeniden denemeye tabi tutabileceğimiz bir dış gerçeklik vardır ve bu dış gerçekliğe biz ulaşabiliriz. Onların verdiği ör­nekteki zelzelenin bir doğa olayı mı yoksa tanrının gazabı mı olduğu meselesi tam bir saçmalık oluşturur. Tanrının gazabına inananın maddenin yokluğuna da inanabilmesini bilimsel gerçeklikle aynı düzleme getirmek metafizikle fiziği eşitlemek demektir. Bilim değil de dinsel hurafelerle zihni dolu olan birisinin tanrının gazabı deyip meseleyi izah etmesi, yer bilimcilerin yeraltı tabakalarının nasıl hareket ettiğini, ne ölçüde enerji birikimin fay hatlarını çatlattığı gerçek­liğini incelemelerini ve bundan tam da maddenin varoluşuna daha fazla nüfuz eden sonuçlar çıkaracakları sonucunu değiştirmez. Laclau ve Mouffe elde edilen bu sonuçlara bilim değil de, söylem deyip hurafeyi de söylem diye tanımladıktan sonra onu analiz aracı olarak kullanmaya kalkıştığında aslında düşünsel bir hile yapmış olmaktadırlar.

Bu idealizmin, bilimsel bilginin maddenin bağımsız varoluşu karşısında izafi ol­ması gerçeğinden yararlanarak her zaman materyalizmin karşısına diktiği iddi­adır: “Madde dışımızda vardır ama bilemeyiz.” Dolayısıyla bilinemeyenin var­lığından giderek bizim çıkarabileceğimiz hiçbir sonuç olamaz. Laclau ve Mouffe da bu bilinemezliği söylem aracılığıyla dillendirmektedirler. Materyalizm toz tanesinin sonsuz bilgiyi taşıdığını ve araştırdıkça toz hakkında her zaman yeni bilgilerin edinileceğini ama bu bilgilerin hepsinin o maddeye ait eksik bilgiler olduğunu anlatır. Bu bilememe değil, bilme sürecinin derinleşmesinin bilimsel bir biçimde tanımıdır. Bilginin izafiliği aynı zamanda belli bir mutlaklığa da te­kabül eder.

Lacan gösterilenin gösterenin altından durmadan kaydığını iddia ederken, Der- rida da dilin dışında herhangi bir göndergenin varlığını, yani kendi kendine ye­ter bir nesnel gerçeklik fikrini reddetti. Gösterilenden (kavramdan) gösterene (imgeye) doğru bu kayışla, insani öznenin bütüncül bir bilince sahip olmadığını, dil ve söylem yoluyla yapılandığını söyleyerek özünde herhangi bir nedensellik ve belirlenim ilişkisine de yer bırakmaz.

Foucoult ve Derrida öznenin merkeze alınmasına karşı çıkar ve “metnin dışında hiç bir şey yoktur” derken öznenin ve onu kurduğu söylenen yapının söylem ta­rafından kurulduğunu, gösterenden bağımsız hiçbir gösterilenin olmadığını an­latırlar. Bunların toplum bilimdeki karşılığı da, belirleyiciliği olan bir altyapının ve onun eseri olarak tarihsel bir potansiyeli taşıyan merkezi özne anlamında işçi sınıfının olmadığı, bunların hepsinin söylem tarafından kurulduğudur. Her şey söylemde başlayıp bittiği için de postmarksistlerin anlatımları, yoğun alegoriler içerir, toplumsal evreni tarifleyişleri yalın ifadeler yerine bulutsu, kaygan ve bu nedenle de kavranılması zor kavramlarla doludur ve düşünüşleri sanki bir daire üzerinde hareket eder gibidir: Asma üzüm veren ağaçtır; üzüm ise asmanın ver­diği meyvedir.

*****

Büyük anlatılara artık yer olmadığı iddiasında olan Postmodernizmin yaptığı en esaslı iş, toplumsal sorunu başkalarının izah edemediği ölçüde kapsamlı bir izaha kavuşturmak, yine onların getiremediği kapsayıcı çözümü getireceğim di­yerek var olan en güçlü “anlatıyı” başka şeylerle eşitleyip değerden düşürmek ve böylece burjuvazinin on yıllardır vura vura kırıp dağıtamadığı Marksizm’i, sosyalist sınıf mücadelesini önemsizleştirmektir. Postmodernizmin postmarksist versiyonunun yaptığı da aynı aklı kullanarak bunu “Marksizm’in geliştirilmesi”, “olumlu anlamda aşılması” olarak ortaya sürmesidir. Böylece dışından vuru­lup yıkılamayanı içinden oyarak bir kenara koyulacak hale getirmiş olmaktadır. Marksistlerin içi rahat olabilir: Reddedilen bir şey yoktur, sadece çözümsüzlük içinde olan bir teorinin önü açılıp bir üst düzeye taşınmaktadır: Marksizm’in kriz içinde olduğunu herkes görmüyor mu?!!

Postmodernizm egemen sosyal diskurun imtiyazını ortadan kaldırıp onu başka diskurlarla eşitlerken, kıyıda kalmış olan eşitsizliklerin görülebilirliğini artırmak suretiyle toplumdaki eşitsizliklerin aşılmasında önemli bir rol oynadığı savında- dır. Bu işçi sınıfı iktidarı diskurunun imtiyazını kaybetmesi sayesindedir ki mil­liyetler, inanç grupları, kadınlar, LGBTİ’ler, çevreciler, hayvan hakları savunucu­ları, hasılı toplumda ne kadar sınıf dışı kalmış sıkıntı varsa görülür hale gelmiş ve dolayısıyla da çözüm imkanları artmış olmaktadır. Demek ki mesele, görülebilir olup olmamaktır ve görülemezliğin nedeni de sınıf söyleminin imtiyazlı bir yere sahip olmasıdır.

Aslında böyle bir mesele hiç yok değildir. Cins ayırımcıları, sosyal şovenler, ho- mofobik yaratıklar bu duruşlarını devam ettirebilmek için farklı türden talep sahiplerinin karşısına sınıf mücadelesinin imtiyazlı konumuyla dikilirler ve bun­ların sınıf mücadelesini böldüğünü anlatırlar. Onlar taleplerini her yükseltmeye kalkıştıklarında, sınıf mücadelesine katkıda bulunmaları gerektiğini ve ancak o sayede kendilerinin bu sınıf dışı çelişkilerinin de çözülebileceği masalını anlatır­lar. Ama bu masalcıların imtiyazlı konumda olan işçi sınıfının dünya görüşünde aşağılayıcı adları da vardır ve bu seksist, sosyal şoven, homofobik anlayışlar im­tiyazlı teorinin içinde değil tam anlamıyla karşısında konumlanırlar. Sosyalist teorinin deformasyonuyla ortaya çıkmış olan bürokratik sosyalizm anlayışının oluşturduğu bu homofobik, seksist, doğa düşmanı bakış açılarının Marksizm’e yüklenmesi aslında bu mücadele alanlarının en büyük dayanağının karartılması anlamına gelir.

Marksizm, bilimsel bir düşünüş sistemi olarak maddenin bütün bilgisini bir ke­rede, bütünüyle ve değişmez bir biçimde ortaya koyduğu savında değildir. Tersi­ne maddi hayatın üretiminin ortaya koyduğu çelişkileri teorisinin ve eyleminin gelişimi boyunca daha derinlemesine kavrar ve değişimin, dönüşümün hayatın gelişimine paralel olarak daha incelikli bir nitelik kazanmasına çabalar. Sosyaliz­min ekonomist deformasyonunun Marksizm’in bu incelikli bilimsel ilerleyişini dondurup, onu ilahi hakikatler bütününe, kaderci bir belirlenmecilik çerçevesine indirgemesiyle birlikte, özgürlük düşüncesi belirsiz bir geleceğe ertelenirken, işçi sınıfı iktidarının kuruluşundan önce ya da ona paralel olarak sınıf dışı taleplerin yükseltilmesi de işçi sınıfı düşmanlığı olarak damgalanır. Çünkü en geniş özgür­lük determinist bir biçimde sırası geldiğinde en geniş biçimde ortaya çıkacaktır; o zamana kadar beklememek doğal tarihsel ilerleyişin karşısına engeller dikmeye kalkışmak anlamına gelir!

İnsanın kendisini özgürce ifade edebilmesi için en geniş imkanların yaratılma­sından yana olmayan bir sosyalizm anlayışının işçi sınıfının kurtuluşunu da sağ­laması mümkün değildir. İşçi olarak belki onun durumunu iyileştiren bir rejim olabilir ama bu onun sınıf olarak ortadan kalkmasına ve gerçek özgürlük dün­yasına ulaşmasına imkan vermez. İşçi sınıfının, tam da kendi kurtuluşunun bir zorunluluğu olarak yerine getirmek zorunda olduğu görev kendi varlığına da son verecek olan özgürlük toplumunun yaratılmasıdır. Böyle bir topluma ait özel­liklerle donanmamış bir işçi sınıfı mücadelesinin bu görevi yerine getirmesi de mümkün olamaz ve yıktığı iktidarın yerine kendi tepesinde de egemenlik sürdü­ren bir başka iktidar bulmaktan kurtulamaz.

Postmarksizm ve Radikal Demokrasi

Hemen hepsi eski Marksistlerce geliştirilmiş olan postmodern felsefenin bu temel belirlenimleri Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau tarafından kendisinin (Laclau) ‘70’li yıllarda geliştirmiş olduğu populizm teorisi ile birleştirilerek Ay­dınlanmanın, Marksizm’in, tarihsel materyalizmin defterini dürmekle birlikte postmodernizmin henüz ulaşmadığı yeni bir çağ, kapitalizmin ulaştığı yeni bir safha tanımıyla postmarksizm oluşturuldu. Böylece yeni felsefeye Marksistlerin de kolay itiraz edemeyeceği biçimde tarihsel bir anlam da kazandırmış oldular. Bunu yaparak karşımıza biri ideolojik-politik diğeri de var olan gerçekliğe ilişkin iki mesele dikmiş oldular: İdeolojik-politik alandaki çatışma; “özcü” diye eleştir­dikleri Marksist politikanın söylem politikası ile devrimci politikanın kültür po­litikası ile ve sınıf politikasının da kimlik politikası ile değiştirilmesidir. Var olan gerçekliğin de kapitalizmden ve ulus-devletten öteye gittiğidir; örneğin, Negri ve Hardt’da kapitalizm ötesine geçen bütünleşmiş dünya pazarı ve hiçbir yerde olmayıp her yerde var olan, merkezsiz dünya devletine, imparatorluğa geçiş ve bunun karşımıza dikmiş olduğu yeni yeni mücadele güçleri (çokluk), yeni çeliş­kiler, yeni örgütlenme ve mücadele biçimleridir.

*****

Laclau ve Moufe Marksizm’i özcü (essentialist), indirgemeci (reductionist) ve ekonomist olarak eleştirerek işçi sınıfının tarihsel özneyi oluşturamayacağını, dolayısıyla da sınıfın merkezde durduğu bir sosyalist yapılanmanın olamayaca­ğını anlatır. Böylece sosyalizmi “işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenme­si” diye tanımlayan Marks’tan siyasal olarak koptuklarına kuşku bırakmazken, söylemin, yapıyı da, özneyi de belirlediğini iddia ederek dünya görüşü açısından da arada herhangi bir ilişkiye yer bırakmayacak bir kopuşu sergilerler. Bundan sonra artık kullanılan postmarksist kavramının Marksizm ile bağı, su buharının içindeki su zerrecikleri ölçüsündedir; Aradaki bağ ancak post kelimesinin ifade ettiği gibi zaman olarak ondan sonra gelmesi ve tam karşısında, hemen her an­lamda onun zıddı olarak konumlanışı çerçevesindedir.

Laclau ve Mouffe’un özcülük ve indirgemecilik olarak yaptıkları eleştiri, tarihsel materyalizmin en önemli tespitlerinden olan altyapının üstyapıyı herhangi bir biçimde belirlemesi olgusudur. Onlara göre böyle bir şey yoktur ve iki düzey birbirinden bağımsız olarak işlerler ve aralarındaki ilişki bir olumsallık (conten- gency) oluşturur; esasında bu, aralarında ne olacağının önceden bilinmemesi­ne tekabül eder. Biri diğerini belirleyebilir de belirlemeyebilir de; bu tamamen bir konjonktür meselesidir. Ama zaten altyapının varlığı da söylemle kurulduğu için ekonominin belirleyiciliğinden söz etmek indirgemecilik olduğu gibi eko- nomizmdir.

Bu ekonomist anlayış, tarihi sınıf mücadelesi ve onun yol açtığı çelişkiler teme­linde kavradığı için, ‘80’lerden sonra azalmış olan işçi hareketleri karşısında yük­selen yeni toplumsal hareketleri, kapitalizmin kazandığı yeni nitelikler sonucu yarattığı karmaşık toplum yapısını ve çelişkilerini anlaması mümkün olmaz.

Öncelikle Marksizm’in savunusunun altyapının tek başına belirleyiciliği olma­dığını, bunun nihai tahlilde, son kertede gerçekleştiğini savunduğunu belirtmek gerekir. Üstyapılar da bir kez ortaya çıktıktan sonra alt yapı üzerinde etkilerde bulunup şekillenmesinin faktörü haline gelirler.

Ömür boyu ihtilalci inisiyatif peşinde koşmuş olan Marks ve Engels’in sınıf çatış­masının altyapının kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak tüm üst yapıları belirleyip sosyalizmle nihayetleneceği beklentisi içinde olduğunu iddia etmek yersiz olsa da Engels’in J. Bloch’a yazdıkları indirgemecilik, tek belirleyicilik iddialarına açık bir yanıt oluşturmaktadır:

“Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte son kertede (in letzter Instanz ) belir­leyici olan gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ben de Marks da bunun dışında bir şey iddia etmedik. Bundan dolayı, eğer biri çıkıp da bunu ekonomik öğenin tek belirleyici olduğu biçimine sokarsa, bu cümleyi anlamsız, soyut ve saç­ma bir ifadeye dönüştürmüş olur.”

Bu anlatım iki şeyi açık açık ortaya koymaktadır: Biri alt yapının son kertede, nihai tahlilde belirleyici olduğu, bire bir yansımanın söz konusu olmadığıdır. Bu demektir ki altyapının belirleyiciliği son kerteye varıncaya kadar başka dola- yımlardan geçecektir. İkincisi ise “ekonomik öğenin tek belirleyici olduğu” id­diasının kendilerine atfedilemeyeceğinin altının çizilmesidir. Zaten bunu takip eden ifadelerde de, “üstyapı öğelerinin tarihsel mücadelelerin gidişini etkilediğini ve birçok durumda da biçimini tayin ettiğini” anlatır. Bunları “sınıf mücadelesi­nin siyasal biçimleri ve sonuçları, yani, başarılı bir savaştan zaferle çıkan sınıfın oluşturduğu anayasalar, vs., hukuki biçimler ve hatta bu gerçek mücadelelerin, katılanların zihinlerinde uyandırdığı yansımalar, siyasi, hukuki, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmalar sistemi haline dönüşmesi” diye sıralar.

Altyapının belirleyiciliği işte bu karşılıklı etkileşim sonucunda kazanılan varoluş biçimi tarafından tayin edilir. Mekanik, sabit, ya da sadece kendi içindeki me­kanizmanın çarklarının dönmesiyle değişen bir alt yapı değil, kendisinin üret­tiklerinin de etkisi altına girerek değişen bir alt yapı belirleyiciliğinden söz eder Marksizm. Aynı, insanın içine doğduğu koşullar tarafından şekillendirildikten sonra, o insanın eyleminin kendi koşullarını değişime uğratması durumu gibidir bu. Ve bu karşılıklı etkileşim sonsuz bir biçimde devam eder. Böyle bir işleyiş ol­duğu için, içine doğulan koşulların belirleyici olmadığı söylenemeyeceği gibi, in­sanın o koşullar üzerindeki etkisinin de tümüyle keyfi olduğu söylenemez. Onun için de ekonominin nihai tahlilde belirleyiciliği, ekonominin belirli bir olgunluk düzeyinde sosyalist üstyapının kendi kendine ortaya çıkacağı anlamına gelmez. Bu konuda Lenin’in ünlü önermesi bu altyapı üstyapı belirlenme ilişkisi diyalek­tiğinin güçlü bir anlatımını ortaya koyar: “Bir sistem ne kadar çürürse çürüsün onu vurup devirecek bir alternatif karşısında olmadığı müddetçe varoluşunu de­vam ettirir.”

Onun için de sınıf olarak işçi sınıfının öncülüğünün ve politik olarak da sınıfın öncülerinin siyasal bir parti olarak örgütlü eyleminin zorunluluğunun altını çi­zer ömrü boyunca. Kapitalizm kendi yapısal ilişkileri içinde işçi sınıfını doğurur (kendiliğinde sınıf) ve yine yapısal olarak onun karşısında durur. Bu duruş ken­diliğinde sınıfı, yani henüz kendisinin bir sınıf olduğunun bilincinde olmayan bu sınıfı, varoluşunu devam ettirebilmek için kapitalistlere karşı bir mücadele içine zorlar ve bu mücadele sayesinde işçiler, halkın herhangi bir kesimi değil de, nesnel olarak ayrı bir sınıf oluşturdukları gerçeğini bilince çıkararak kendisi için bir sınıf haline gelip kazandığı sınıf bilinciyle hareket etmeye başlar ve bunun belli bir düzeyinde iktidarı almak zorunda olduklarının farkına varırlar.

Laclau ve Mouffe sanki bu mekanizmayı işçi sınıfını, sınıf mücadelesini ve partiyi bir kenara koyduktan sonra taklit eder gibidirler. Sınıfın kendisi için bir sınıf ha­line gelmesini sağlayan sınıf mücadelesinin ve bu mücadeleye öncülük eden par­tinin yerine değişik kimliklerin bir araya gelişi olarak eklemlenmeyi sağlayacak söylemi geçirir gibidirler. Ama Marksizm bu anlatımını Marks’ın keyfine göre oluşturmuş olduğu bir söyleme değil nesnelliğe dayandırırken, Laclau ve Mouffe işçi sınıfından içinde var olan farklı kimlikler nedeniyle geri aldıkları bir araya gelebilme kabiliyetini, birbiriyle alakası olmayan kimliklere kendi belirledikleri söylem sayesinde verilebileceğini iddia etmekte bir mahzur görmezler. Sermaye karşısında aynı konumda bulunmalarına rağmen “farklı kimliklere bölünmüş­lük” dolayısıyla işçi sınıfı bir araya gelemezken birbiriyle nedensel bir bağa sahip olmayan farklı kimlikler nasıl bir araya geleceklerdir? Demek ki sınıfın içinde yer alan kimlik farklılıklarının yarattığı çelişkiler, birbirleriyle alakası olmayan­ların arasındaki çelişkilerden daha büyük bir engeli içinde taşımaktadır! Ama tarih aksini ispatladı. İşçilerin arasındaki bölünmelere rağmen sınıf mücadelesi ve politik öncünün katkısıyla sınıfın hem birleşebileceğini, hem diğer mücadele içindeki kesimler üzerinde bir hegemonya oluşturabileceğini, hem de yeni bir düzeni kurabileceğini gösterdi. Esasında onların bu anlattıkları “mücadele bitti, herkes kendi işine baksın!” demekten başka bir anlama gelmemektedir. Onların dünyanın değişmesine paralel olarak artık bu tarihin geride kaldığını iddia etme­lerine karşın tam tersinin olduğunu söylemek mümkündür. Dün birleşebilmek ve mücadele içindeki diğer kesimlerle bir araya gelmek açısından daha az ha­berleşme imkanına sahip olan işçi sınıfı şimdi bilgiye ulaşımın ve haberleşme­nin imkanlarının artması sayesinde ortak bir kimliği geliştirmek ve farklılıkları yok saymadan aşabilmek için daha fazla imkana sahip olmuştur. Dün sadece reel mekanda bir araya gelebilen, bir çok durumda da içinde bulundukları koşullar ve bilginin tekelleşmiş olması dolayısıyla bunu da zor bela gerçekleştiren işçiler şimdi artık hem kendi aralarında hem de mücadele içinde olan başka kesimlerle sanal mekanda da bir araya gelmek ve iletişim kurmak ve ortak kimlik oluştur­mak açısından çok daha fazla imkana sahip olmuşlardır. “Değişen çağ” sınıfın kendi içindeki kimlik parçalanmalarını artırmak değil tersine ortak kimliğin ku­rulmasını, bunun ulusal çerçeveyle sınırlı kalmadan evrensel olarak da gerçekle­şebilmesi doğrultusundaki imkanların artmasını getirmektedir.

*****

Sınıf mücadelesini işçilerin kendi konumlarını iyileştirme mücadelesi olarak gö­ren anlayış sahiden Marksizm değil ekonomizmdir. Gerçekten de kendi konu­munu iyileştirmekle uğraşan işçi sınıfının diğer kimlik mücadeleleri, inanç öz­gürlüğü çabaları, doğanın korunması, ücret sorunu ötesinde kadınların eşitliği ve özgürlüğü sorunlarıyla doğrudan bir bağlantısının olması pek beklenemez. Post- marksistler de Marks’ı ve Lenin’i (çok fazla olmasa da) ekonomist bir yorumla okuyup, bu anlamda hayatla çatıştırır ve onu “kabalığından kurtarmak olarak”, temel kavramlarını söküp bir kenara koyup, onun yerine toplumsal hareketlerin bileşenlerinin eklemlenmesiyle hayat bulacak akli bir sosyalizmi geçirirler. Ama bunun neden ve nasıl bir sosyalizm olacağı belirsizdir. Zira bu eklemlenmenin zorunlu kılacağı belli bir ilişki biçimi yoktur. Ancak postmarksizm, postmoder- nizmden aldığı söylemin kuruculuğuyla bu meselenin altından çıkar. Sonuçta bu yeni toplum bir nedenselliğe değil söylemi kuranın keyfine kalmış bir iştir. Söylem bu hareketlerin eklemlenmesini kuracaktır ama kurmadan önce ayrı ayrı duran ve birbirleriyle nedensel bağlara sahip olmayan bu yeni hareketlerin hepsi birden kendilerini eklemleyecek olan söylemi nasıl ve neden kabul edip eklemle- neceklerdir? Yine dairesel bir düşüncenin içine düşmüş oluyoruz.

İşçi sınıfının kendi konumunu iyileştirme mücadelesi zaman zaman kimi diğer toplum kesimlerinin mücadeleleriyle kesişse de onları doğrudan kendi mücadele alanının bir parçası olarak görmez. Kimi durumlarda da onlarla çatışabilir de. Bu İkinci Enternasyonal’e egemen olmuş olan, Marksizm’i bir katastrof (ken­diliğinden yıkım) teorisine indirgeyen ekonomizmin bakış açısına tekabül eder. İndirgemecilik ve ekonomizm eleştirisini postmarksistlerden çok önce Lenin İkinci Enternasyonal’e yöneltmiş ve Rus Devriminin önü de bu sayede açılmış­tır. Lenin, proletaryanın kendisini özgürleştirebilmek için tüm bir özgürlükler sistemini savunması gerektiğini kavramasıyla ancak, yeni bir toplumun kuru­cusu olabileceğini anlatır. Kendisinin üretim süreci içinde sürdürdüğü kolektif faaliyeti onu bir dayanışma toplumu oluşturma konusunda eğitir. Bu düşünüş kendisi dışında baskıya uğrayanların mücadelesini de kendi mücadelesiyle bir­leştirmesi gereğini kendisine kavratır. Halbuki kimlik hareketlerinden, örneğin herhangi bir milliyetin egemen ulusla eşit ilişkilere sahip olma arzusu bu eşitlik sağlanıncaya kadar başkalarıyla bir dayanışmayı gerekli görmesine yol açsa da, var olan sistem içerisinde bu isteğe ulaşabilmenin imkanları var oldukça neden kapitalizm dışına çıkacak bir mücadeleye destek versin?

Böyle bir şey olmaz ve sistemi kökten değiştirmek isteyen işçi sınıfı da her şeyin eşitlendiği bir düzlem üzerinde bu hareketle “eklemlenmez” ancak yollar paralel ilerlediği sürece onların özgürlük taleplerine sahip çıkarak ittifak kurar ve yine o talep sahipleriyle sınıfsal temelde olan bağları aracılığıyla politik ve ideolojik bir hegemonya oluşturmaya çalışır. İşçi sınıfının yeni toplumsal hareketler denilen hareketlerin bir çoğuyla yine sınıfsal temelden kaynaklanan bir bitişikliği vardır. Kadın hareketi genel olarak kadın eşitliğini savunurken, onların çoğunluğunu oluşturan işçi kadınların kendilerinin işçi sınıfına dahil olduklarını unuttukla­rını sanmak ancak dışarıdan, toplumu sadece söylem aracılığıyla kavrayanların zaafı olabilir. Alevilerin inançlarını özgürce yaşama taleplerinin taşıyıcısı olan insanların yine çoğunluğunun işçi olduğunu en iyi o konumu yaşayanlar bil­mektedirler. İnsanların kendi yaşamlarını doğrudan ilgilendiren hiçbir talebin onların aynı zamanda bir sınıfsal talepleri olduğu gerçeğini unutturması söz ko­nusu olamaz. Tümüyle sınıf dışı olarak görülebilecek talepler de vardır elbette ki. İçinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz doğanın korunması talebinin üretim faaliyeti sırasında içinde bulunulan konumla doğrudan bir alakası yok­tur. Ama bu talep nasıl herhangi biri için önemli olabiliyor ise aynı ölçüde işçi için de önemlidir ve bunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak ele almasını engelleyecek hiç bir şey yoktur. Daha ötesi kapitalizmin temel itici gücünü oluş­turan azami kâr hırsı doğayla uyumluluk adına hiç bir prensibe sahip olmaya imkan bırakmaz.

İşçi sınıfının böyle bir merkezi konumda oluşu sayesinde diğer toplumsal hare­ketlerle kurabileceği bağ konusunda söylenenlerin Laclau ve Mouffe için hiçbir anlamı yoktur; çünkü yeni çağın ortaya koyduğu karakteristikler nedeniyle işçi sınıfının kendisi bir bütünlük arz etmez ve kendi içinde muhtelif kimliklere bö­lünmüştür. Bu bölünmüşlüğün acizleştirdiği işçi sınıfının artık diğer hareket­lerden bir farkı ve imtiyazı kalmaz; bu noktadan sonra artık yeni bir toplumsal oluşum ancak bu hareketlerin birbirleriyle eşit düzlemde eklemlenmesiyle müm­kün olabilir. Bu eklemlenmenin oluşturucusu da söylem olacaktır. Bir hegemon­ya oluşturmak savında olan bu teorinin savunucuları Gramsci’nin hegemonya kavramını radikalleştirdiklerini söyleseler de yaptıklarının hegemonya lafıyla bir alakasının olmadığı aşikardır. Hegemonya kavramının kendisi hegemonyayı kuracak bir özneye işaret eder. Böyle bir öznenin olmadığını söyledikten sonra buna hegemonya demenin anlamı ne? Ya da bu Laclau ve Mouffe’un söyleminin hegemonyası olacaktır! İkincisi de eşit düzlemde yer alanların eklemlenmesin­den söz ettiğimize göre hegemonyanın bu ilişki içindeki yeri nedir?

İşçi sınıfının potansiyel olarak devrimciliği metafizik bir soyutlama değil onun nesnel koşullarının bir sonucudur. İşçi sınıfının devrimciliğinin nesnelliğinin nerede yattığının bilincinde olmayanlar, onun kimliklere göre parçalanarak merkezi rol oynama kabiliyetini kaybettiğini iddia ederken, diğer yandan da çok kolayca bugün artık işçi sınıfının devrimci olması için fazla bir nedenin de kalmadığını iddia edebilmektedirler. Birçokları bu geçmişte kalmış devrimciliği onun sınırsız bir sömürü altında çok yoksul olmasına, bundan dolayı da zincir­lerinden başka kaybedecek hiç bir şeyinin olmamasına bağlarlar. Halbuki gü­nümüz dünyasında artık işçi sınıfının kaybedeceği bir “otomobili” bile vardır. Hatta kimi durumlarda çalıştığı işletmenin hisse senedine bile sahip olarak bir tür sermayedar haline bile gelmiştir.

Bunların tümü safsatadan ibarettir. Öncelikle, işçi sınıfının her zaman gerçek anlamda kaybedeceği bir şeyleri olmuştur. Yatacak bir yatağı, sandalyesi, masası, belki bir bisikleti, vb. hep olmuştur. Marks’ın mülksüzlüğe işaret eden ifadesi üretim araçlarının sahipliğiyle ilgili bir durumdur. Üretim aracı olarak işçinin sadece işgücü vardır. Bunu satabildiği müddetçe yaşamaya devam eder, satama­dığında ise açlıktan ölmeye mahkumdur. Tabii ölmeden önce yatağını, bisikle­tini, otomobilini ve hatta evini satıp bir müddet daha yaşamaya devam edebilir. Bu dün de öyleydi bugün de.

Ama işçi sınıfını devrimci yapan onun içinde bulunduğu yoksulluk değildir. Yoksulluk onu elbette ki bir çare aramaya iter ama bundan doğrudan devrim­ci bir duruş çıkmak zorunda değildir. Altında bulunduğu ideolojik hegemonya kırılıncaya kadar imamın peşine takılıp çaresizliğine Allah’ın bir çözüm getirme­si için dua da edebilir. İşçi sınıfının devrimciliğinin yani bir topluma yol açma kabiliyetinin temeli onun sömürü altında bir kolektif üretim gerçekleştirme­sidir. Aynı üretimi daha özgür koşullarda, sömürü sisteminin, burjuvazinin ol­madığı koşullarda da gerçekleştirebileceğinin bilincine varması yeni bir sistemin kurucusu olma görevini üstlenmesini getirir. Bu durumun yoksullukla, sefaletle, baskıyla doğrudan bir alakası yoktur. Sanayi proletaryasının ortaya çıkışı ve dev­rimci mücadelenin gelişim süreci içerisinde izlenmiştir ki en devrimci eylemle­rin sürdüğü alanlar en yoksul işçilerin çalıştığı alanlar olmaktan ziyade nispeten yüksek ücret alan sanayi işçileri alanı olmuştur. Onun için de genel olarak dün­yada ve özel olarak da Türkiye’de sınıf hareketinin en önünde gidenler metalürji işçileri olmuşlardır. Bunun, kendinin bilincine varma, kendisi için sınıf olma bilincine kimin daha hızla eriştiği meselesiyle bir alakası vardır.

Bugün işçi sınıfının kompozisyonunda gerçekleşmekte olan ve geçen yüzyılın ilk yarısından beri süren değişim sınıfın sermaye karşısındaki konumunu de­ğiştirmeden sınıf içinde farklılıklara yol açmaktadır. Ama bu farklılıklar bugün ortaya çıkmıyor. Dün de vardı ve bir araya gelmenin önünde burjuvazinin ide- olojik-politik hegemonyasının ve zorunun yarattığı engellerle kıyaslandığında hiçbir özel rol oynamadılar. Bugün de sermayeye işgücünün değişik biçimle­rini satmalarına göre farklılaşan işçilerin bir araya gelebilme kabiliyeti açısın­dan dünkünden daha kötü durumda olduklarını değil tersinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Yeni iş örgütlenmesinin birleşebilmek açısından getirdiği engelle­ri artık bugün dünya çapında aşacak imkanlar da doğmuş, dün çoğu durumda birbirinden haberi bile olamayan tüm dünya işçi sınıfının birleşmesi, en azından mücadelesinde daha fazla ortaklıklar yaratabilmesi daha imkanlı hale gelmiştir.

Laclau ve Mouffe işçi sınıfının nesnel olarak varoluşunu ve kapitalizme karşı mücadeleye sosyalist söylemin egemenliğinden önce başlamış olduğu gerçeğini bir yana koyup, aslında Marksizm’in bilincin ve hakim ideolojinin oynadığı rol üzerine söylediklerine hiç aldırmaksızın, “söylemin özneyi kurduğu” iddiasını devam ettirirler. Onlara göre “bağımlılık ilişkisinin uzlaşmaz bir baskı ilişkisi­ne dönüşmesi bu bağımlılık söylemini kesintiye uğratacak bir söylemin ortaya çıkmasıyla mümkündür.” Yani tarihte zor hiçbir rol oynamıyor, sınıfın içinde bulunduğu dayanılmaz koşullara itiraz olarak kendiliğinden mücadelesinin hiç­bir etkisi yok ve ancak söylemler yüzünden bağımlılık ve bağımlılığa karşı çıkış durumları oluşabiliyor ya da oluşmuyor. Onlara göre örneğin “kadınları özneler olarak kuran söylemler onları basitçe tabi konumda dondursaydı kadınların tabi olmalarına karşı bir mücadele hareketi olarak feminizm ortaya çıkmazdı.” Yani birileri feminizmi akıl edinceye kadar kadınlar çelişkisiz bir biçimde tabi konum­larını mutlu mutlu yaşamaya devam ediyorlardı! Herhangi bir biçimde birileri bu bağımlılık haline itiraz eden bir söylem geliştirme “ihtiyacı” duymamış olsa kadınlar içselleştirdikleri tabi konumu doğal varoluş hali olarak benimsemeye devam edecek, bu da böyle ebedi sürecekti! Peki feminizm kimin aklına ve niye geldi? Eğer kadınlık hali varoluşunu tabi olmak olarak görüyor idiyse bu varoluş haline itiraz niye ve nasıl gerekli oldu? Olsaydı olmasaydı diye varsayımlara hiç gerek yok. İnsanlar bir tarihte komünal ilişkiler içinde yaşadılar ve oradan çıkış da öyle basitçe bir geçiş olmadı; Tüm egemenlik bağımlılık ilişkilerini ihtiva eden tarih bir sınıf mücadeleleri tarihi olarak sürüp geldi. Bu mücadelelere eşlik eden bir bilinç de hemen onunla birlikte hep var oldu.

Her nasıl olduysa oldu ama diyelim kadınların ezilmesi durumuyla ilgili belli bir söylem ortaya çıktı diyelim. Peki, nasıl oldu da kadın bağımlılığı içselleşti­ren “o doğal varoluş hali”ne rağmen böyle bir düşünceyi benimsedi? Neden aynı şeyi erkekler benimsemedi? Yoksa söylem yeteri kadar kuvvetli olsaydı benimser miydiler?

Benimsemede ve belli bir retoriği geliştirmede temel rolü oynayan içinde bu­lunulan durumdur. Nesnellik kadınlar için bir şeyi erkekler için bir başka şeyi dayatıyordu. Çıkarlar dünyası her iki cins için ayrı ayrı oluşmuştu. Onların “söy­lemin yaratıcılığı” konusundaki savlarının en sıkıntılı yanını aslında söylemin nasıl ortaya çıktığı ve hangi söylemin kimi neden ve nasıl etkileyeceği meselesi oluşturmaktadır.

Bu benimseme meselesinde olduğu gibi ortaya çıkışta da esasında nesnelliğe bağlı bir durum mevcuttur. Kadınlar hiçbir çelişki duymadan, tabi olma halini doğal varoluş olarak kabul ediyor olsalardı feminizm kimsenin aklına gelmezdi. Geldikten sonra da yine kadınlar o doğal varoluşa karşı duran bir düşünceyi be- nimsemezlerdi. 15. yüzyılda acaba feminizm çok kuvvetli olduğu için mi erkekler kadınları cadı diye ateşlerde yakacak kadar azgın bir kadın düşmanlığı sergiledi­ler? Hangi feminizm kimi kadınları erkeklerin bu kadar düşman olacağı düzeyde uyandırmıştı? Ortada hiçbir feminizm yoktu ama kadınlarla, onlara karşı kilise ve devleti arkasına almış erkekler arasında çok ciddi bir çıkar karşıtlığının tetik- lediği bir çatışma vardı. Feminizm olmasa da cadılar aslında o dönemin bir tür kadın hakları savunucularıydılar.

Aynı şey sosyalizm düşüncesi için de geçerlidir. İşçi sınıfı sömürü altında olmasa durumuna ne diye itiraz etsindi de, bu durumu bilince çıkaran sosyalizm diye bir düşünceye eğilim göstersindi? İşçi sınıfı sosyalizminin ortaya çıkışı aynı zaman­da işçi sınıfının içinde bulunduğu somut duruma bağlıdır. İşçileri mücadeleye sosyalizm düşüncesi değil içinde bulundukları konum zorlamış, bu durumun her bir özelliğini ortaya koyan ve bundan kurtuluşun yol ve yordamını tanımlayan sosyalizmin de, mücadelelerini kolaylaştırdığını, onları o mücadelenin sonucuna ulaştıracağını gördükleri için, tam da kendi durumlarına denk geldiği için be­nimsemişlerdir. Bir kere benimsediklerinde de Komünist Manifesto’da söylenen “kendilerinin o anda ne yaptıkları değil de ne yapmakla yükümlü olduklarının bilincine varmışlardır.”

Belli sınıfların ya da toplum kesimlerinin kendi yaşam koşullarının zorlaması olmasa onlara çözüm getirmeyi öngören söylemlerin ortaya çıkması da esasında söz konusu olmaz. Egemenlik bağımlılık ilişkilerinin ortaya çıktığı günden beri bu ilişkiler zora dayanmadan varlığını devam ettirememiştir; çünkü o duruma itirazın ifadesi olan eylem ve söylem birbirini besleyerek hep var olagelmiştir. Aynı şekilde yaşanan durumu akla uydurmaya, kabullenilir kılmaya yönelik söy­lemler de onlarla birlikte ilerlemiştir. Eğer durumu rasyonalize eden söylemler o kadar güçlü olabilseydi, var olan egemenlik bağımlılık ilişkilerini devam ettirmek için zora ihtiyaç olmayacağı gibi o söylemlerin kırılmasını getirecek eylemlerin ve onların sistemleşmesi olarak karşı söylemlerin ortaya çıkması da mümkün olamazdı.

****

Laclau ve Mouffe’un kendilerini hala Marksizm’le ve sosyalizmle bir biçim­de bağlı görürken anlattığımız ölçüde tuhaf görüşler savunmaya devam ediyor olmalarını kendi içlerinde haklı kılıyor görünen; onların kapitalist değil post- kapitalist bir toplumda yaşıyor olmamız ve bu toplumda burjuvazinin de pro­letaryanın da tümden farklılaşmış olması dolayısıyla, ilişkilerin tanımının artık sınıflar üzerinden değil, tüketicilik, yurttaşlık, azınlık, kadınlık vb. kimlikler üze­rinden yapılabileceği sonucuna varmış olmalarıdır. Lakin “Marksizm’le aşarak kurdukları ilişki” sonucu olsa gerek bu kimliklerin ekonomik durumlarının son derece etkili olduğunu anlatmaktadırlar. Ancak bu ekonomik durum artık üre­tim ilişkileriyle değil tüketimle ilgilenmekte ve tüketici olarak davranışların nasıl şekillendiği üzerinden giderek sonuçlar çıkarmaktadır. Elbette tüketici olarak insanın kazandığı kimi nitelikler vardır ama bu tüketici konuma yol açan esas olarak onların üretim ilişkileri içinde tuttukları yerdir. Laclau ve Mouffe işte an­cak bu ölçüde “Marksist olmaya” devam etmektedirler. Postmarksizm bu haliyle Marksizm’in eksikliklerinin görülüp ilerletilmesi, olumlu anlamda aşılması değil tepe taklak edilmesi anlamına gelmektedir.

Onlara göre bu konuma ulaşılmasında devletin farklılaşmış olması temel bir rol oynamaktadır. Yeni bağımlılık biçimleri dayatan devlet karşısında, eşitlik, özgür­lük, adalet taleplerini içeren yeni bir çıkarlar ve haklar çerçevesi oluşmuştur. Bu gerçekten bilim yaptığını iddia eden ve üstüne üstlük Marksizm’le bir biçimde ilişkisi olmuş insanların edebileceği laf olmamalıydı. Marksizm ne zaman dev­leti bir taraf olarak görmedi ki? Ne zaman eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini devletin karşısına dikmedi ki? Ama burada can alıcı nokta “tüketicinin” istediği adalet meselesi değil o “tüketicinin” üretim ilişkileri içerisinde tutuğu yerin ne olduğunun birincilliğidir. Küçük üreticinin isteyeceği adalet ve eşitlikle, işçinin, kimliği, cinsiyeti, yönelimi ne olursa olsun isteyeceği adalet birbirinden iki dün­ya kadar farklılık arz eder. Onun için de toplumun tümünü sınıfsal konumundan bağımsız bir ortak adalet ya da eşitlik anlayışı altında birleştirebilmek mümkün olmaz. En fazlasından belli durumlarda kiminin asgari, kiminin de azami talep­lerinin çakışması söz konusu olabilir. Ama bu çakışmanın neye benzediğinin an­laşılması da onların taleplerinin kendi konumlarına göre önceden belirlenmiş olmasına bağlıdır.

Marksizm, toplumun ana yapısını iki sınıfı eksen alarak kavramayı önerirken, toplumun sadece burjuva-proleter çelişkisinden ibaret olduğunu da hiçbir yerde söylememiştir. Bunu söylediğini iddia ederek ona indirgemecilik etiketini yapış­tıranların yaptığı Marksizm’i bir saçmalığa indirgemek ve onu bu saçmalık çer­çevesinde kolayca eleştirmektir. Sosyal devrimin politik devrimle başlayacağını öngören Marksizm, altyapının belirleyiciliğinden yola çıkarken çözüme ilerle­menin matriksini politik düzlemde, siyasal mücadele düzleminde, devletle ona karşı mücadele eden güçler arasındaki değişkenler düzleminde kurar. Devletle toplum arasındaki çatışma alanlarının genişlemesi sorunu, kapitalizmin gittikçe gericileşmesi (emperyalizm siyasal gericiliğe tekabül eder) sonucu her tür çelişki­yi daha da keskinleştirirken kimi yeni çelişkilere de yol açması, kendi çerçevesine sığabilecek olan kimi beklentilere bile yanıt vermeyeceğinin artık açık biçimde görülmesi, Marksizm’in öngörmediği, kurduğu siyasal mücadele matriksinde yer almayan bir şey değil tersine Lenin’in ifadesiyle çatışmanın “ işçi sınıfının sınıf bilincini geliştireceği düzey olan tüm sınıflar, toplum kesimleri arasındaki ilişkiler düzleminde” daha fazla cereyan etmeye başlaması, bunun daha görünür hale gelmesi anlamına gelmektedir. Lenin bu noktada, işçi sınıfının toplumda cereyan eden her haksızlık örneğine karşı çıkarak yerine getirmekle yükümlü olduğu göreve uygun bir bilinç düzeyine ulaşabileceğine ve ancak bu sayede top­lumda öncü rolünü oynayabileceğine işaret eder. Bunun da günümüz gerçekliği olarak temel nedeni postfordist neoliberal dönemdir. Krizden çıkışın bir yöntemi olarak geliştirilen refah devleti ve sınıf mücadelesinin sonucu olarak kazanılmış olup 1980’lerden beri devletin tırpanlamaya başladığı hakların burjuvazi dışın­daki tüm emekçi sınıflar üzerinde yarattığı etkiler devlete yönelik mücadelelerin çerçevesinin genişlemesini yaratmıştır.

Neoliberal politikaların, sosyalizme karşı kazanılan zaferin verdiği güvenle de hemen her şeyi, hatta ideolojik-politik anlamda toplumsal hegemonya araçla­rının da önemli ölçüde özelleştirilmesi doğrultusundaki tutumuyla hakların tırpanlanmasının bir araya gelmesi devletin daha önce sınıf çelişkilerini yumu­şatmada oynadığı rolün azalmasına ve sınıf karakterinin daha belirginleşmesine ciddi bir katkısı olmuş ve dolayısıyla da toplumun tüm emekçi kesimleriyle olan çelişkilerinin belirginleşmesine yol açmıştır. Bu anlamda demokrasinin radikal­leştirilmesi imkanları değil, eski aygıtın tümden parçalanıp topluma daha yakın düzlemlerde konumlanan yeni iktidar aygıtlarının oluşturulmasının olanağı art­mıştır. Bu anlamda ışığını sosyalizmden alan bir devrimci demokrasi mücadelesi yerine demokrasinin radikalleştirilmesi çabaları, esasında devrim tehdidiyle yüz yüze gelen burjuvazinin/devletin, tarihte sosyal demokrasinin oynadığı, kimi ta­vizler alarak kurtarılması rolüne çağdaş koşullarda yeniden hayat vermek anla­mına gelecektir.

*****

Laclau ve Mouffe’a göre burjuva devletinin refah devleti bağlamında daha önce özel alanın bir parçasını oluşturduğu düşünülen toplumsal ilişkileri düzenleme­ye kalkışması, yeni egemenlik/bağımlılık biçimlerini dayatması devleti farklılaş- tırmıştır. Bunun sonucu adalet, özgürlük, hakkaniyet, eşitlik gibi temalar etra­fında devletin de taraf olduğu yeni bir çıkarlar ve haklar kategorisi oluşmuştur.

Çelişkiyi tüketimde arayıp bulan, özgürlük, eşitlik talebiyle siyasal manifesto oluşturan Laclau ve Mouffe’un anlayışı antikapitalist değil demokratiktir. Ama antikapitalist olmayan demokratik bir talebin de sosyalist olabilmesi, sosyalizme ilerleme potansiyeli taşıyabilmesi mümkün değildir. Eninde sonunda burjuva demokratik olarak kalmak zorundadır. Demokratik talepler kapitalizmi aşma potansiyelini içerdiğinde, yani devrimci demokratik bir nitelikte olduğunda top­lumun gerçekten ileriye gidişinde bir rol oynayabilirler. Elbette ki totaliter rejim­lerin, açık diktatörlüklerin olduğu yerde bu talepler daha özgür bir toplumun ku­rulması açısından ilerici ve devrimci bir rol oynarlar ama ufukları kapitalizmin sınırlarını aşmadığı müddetçe burjuva demokratik özgürlüklerin elde edildiği yerde devrimi kesintiye uğratırlar. Burjuva demokrasinin ileri biçimlerini yaşa­yan toplumlarda ise eşitlik ve özgürlük sosyal bir karaktere büründürülmediği müddetçe onları zaten formel çerçevede yaşamakta olanlar için hiçbir hareket ettirici güce sahip olamazlar ve eğer böyle bir etki olacak olsa bile sistem çerçeve­sini aşan, bir başka sistem öneren karakterde bir talep olmadıktan sonra burjuva partileri tarafından da savunulurlar ve var olan ideolojik hegemonya dolayısıyla da yeni şekillenmekte olan muhalefete doğru değil, zaten ideolojik ve politik bağ­ları var olmaya devam eden partilerle yollarına devam ederler.

Burada temel mesele mevcut sistemin devamını sağlayan ideolojik hegemonya­nın ve onun ürettiği rızanın kırılmasıdır. Kapitalist sistemin dışına çıkmadıktan sonra demokratik talepler ne kadar radikalleştirilirse radikalleştirilsin, aynı kûfi yazının kendi içinde incelmenin harikalarını yaratmasına karşın bir türlü resme dönüşememesi gibi, yeni bir sistemin ortaya çıkmasına imkan sağlamaz. Kapi­talizmin dışına çıkmadan da demokrasinin sosyal bir karakter kazanması müm­kün olmaz. Hep bir siyasal demokrasinin incelmesi olarak ileri geri hareketlerle sonsuza kadar sistemi yaşatma hareketine dönüşür. Bu ders esas olarak sosyal demokrasiyle okunup tamamlanmıştır. Laclau ve Mouffe’un politik stratejisi de en başarılı olduğu durumda yeni türden bir sosyal demokrat iktidar yaratma şan­sına sahip olabilir.

Ama bu söylediklerimiz Laclau için (Mouffe’dan burada ayrılır ama radikal de­mokrasi üzerine o kadar lafı nasıl birlikte ettiklerini de anlamak neredeyse im­kansızlaşır) bir şey ifade etmez çünkü ona göre demokrasinin içeriği yoktur ve herhangi bir içerik bu mekanı işgal edebilir. Sanki şaka yapıyor gibidir. Sanki demokrasi insanlar/sınıflar arasında kurulan bir yönetme yönetilme ilişkisi değil de boş bir “mekandır”.

Eğer yönetme yönetilme ilişkisinin somut biçimi yoksa demokrasi nasıl var ola­bilmektedir? Elbette gösteren olarak! Gösterenin de gösterilenle ille de müte­kabiliyet ilişkisinin olması gerekmez. Böyle bir şey yoktur. Dilde böyle oyunlar oynanabilir ama somut insanlar arası ilişkinin tanımlanmasında bu oyuna yer yoktur. Ya burjuvazi yönetendir, burjuvanın siyasal demokrasisidir ya da pro­letarya yönetendir, proleter demokrasisi, toplumsal demokrasidir. İkisinin so­nunda demokrasi kavramı var diye bu dil oyunundan yararlanarak varılabilecek bir yer yoktur. Mesele boş bir mekanın doldurulması değil, yönetme yönetilme ilişkilerinin nitelik değiştirmesidir.

Eğer demokrasinin aşılması söz konusu olacaksa da bu burjuvazinin yönetici sınıf olmaya devam ettiği burjuva demokrasisinin radikalleşmesi, derinleşmesi ile değil, bir sıçrama yapıp nitelik değiştirmesiyle, devrimci bir demokrasi olma­sıyla mümkün olabilir. Eğer zaten yeterince derinleşmiş bir demokrasi var ise artık demokrasinin derinleşmesi değil toplumsal dönüşümle demokrasinin de toplumsallaşması demokratik değil sosyal devrimle mümkün olur. Ama Laclau besbelli ki en gelişmiş burjuva demokratik toplumları da hala demokrasinin ra­dikalleştirilmesi meselesiyle uğraştırmaya niyetli. Bu sistemin kendisini yeniden üretmeye sonsuz olarak devam etmesi anlamına gelir. Sosyalizmin de radikal de­mokrasinin bir bileşeni olduğunu söylerken bu bileşenin bu strateji içinde ne işe yaradığını anlamak mümkün olamamaktadır.

Devrim lafını Marksizm’in kirli bir özelliğiymiş gibi uzağında tutmaya çalışan Laclau boş göstergelerle uğraşmayı iş edindiği için, devrimin içini de canı istediği gibi doldurabileceğini sanıyor. Devrim, dönüşüm talebinin zorla engellenmesi­nin yarattığı zorunlu bir patlama anıdır. Toplumsal rızanın kırılmasına rağmen kendi egemenlik durumundan gönül rızasıyla vazgeçmek istemeyen (kan döke­rek kurduğu iktidarından neden vazgeçsin?), varlığını zora dayalı olarak devam ettirme hevesinde olan burjuvazinin bu durumuna zorla son verme girişimidir. Kimsenin topluma gereksiz yere dayattığı herhangi bir kavram ve eylem değildir.

Laclau ve Mouffe açısından toplumsalın çoğulluğunun ve belirlenmemişliğinin kabulü geleneksel solun tezleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük hedeflere sahip yeni bir politik şekillenme olarak radikal demokrasiye imkan sağlayacak­tır. Sınıfçılık, devletçilik, ekonomizm ve bunların öngördüğü devrim, radikal demokrasinin getireceği çoğulluk ve zenginlik ile bağdaşmaz. Ama bağımlılık ilişkilerinin tekelinde bulunan kapitalist üretim ilişkilerine (değişmişti ama geri geldi yine) son verilmesini savunduğunu söyleyen radikal demokrasi böylece sosyalist bir boyut da kazanmış olmaktadır. Sosyalizmin de bu tasarının bileşen­lerinden biri olduğunu söylemektedirler. Sosyalizm ittifak içerisinde, tarif eden değil, diğerleriyle eşit düzlemde yer alan bir bileşen olarak yer alacak ama her­hangi bir taşıyıcısı olmadan, herhangi birilerinin tercihi, tasavvuru ya da söylemi olarak bulunacak. Dolayısıyla da sosyalizm radikal demokrasinin tanımlayıcısı değil, tersi geçerli olacaktır. Çünkü demokrasi kendi kendini tarif eden bir çer­çeve oluşturuyor.

Ama tarih böyle söylemiyor. Tarih demokrasiyi yönetenlerle yönetilenler, ege­menlerle bağımlılar, sömürenlerle sömürülenler arasındaki siyasal ilişki olarak tanıdı ve tanımaya devam ediyor. Demokrasinin bu çerçevesini söz konusu et­meden onu ana tarifleyen olarak kullanmaya kalkışmak, bir zaman sonra sınıf engellerinin karşısında yeni bir karar verme zorunluluğunu karşımıza dikecek­tir. Marksizm’in bu belirlemeyi baştan yapması, o bariyerlere varmadan atılacak adımların da ona göre tayin edilmesini, bizatihi o bariyerlerin sınıfsal karakte­rinin demokrasinin sosyal bir nitelik kazanmasının önündeki engelleri oluştur­duğunu ve sosyal alana ilişkin birçok özgürlüğün de ancak demokrasinin böyle sosyal bir nitelik kazanmasıyla, sosyalist bir demokrasiyle mümkün olabileceğini iddia etmesine karşın radikal demokrasi, demokrasinin nasıl derinleşeceği, sö­mürü sisteminin yarattığı bariyerlerin nasıl kaldırılıp yerine tam olarak neyin konulacağı meselesini olması gereken bir belirsizlik olarak ortada bırakmaktadır.

Radikal demokrasi projesi kimi özgürlüklerin gerçekleşmesinin kapitalist üre­timin son bulmasıyla mümkün olabileceğinin kavranmasını engellemektedir. Hangi özgürlük örneğin? Kadınların, ulusların, inanç gruplarının, LGBTİ’lerin eşitliği mi? Bunlar için elbette ki ille de sosyalizm gerekmiyor. Burjuva özgür­lükler alanının çerçevesi bunların eşitliğini içerecek kadar esneyebilir. Zira bun­ların sömürünün devamıyla doğrudan bir bağı yoktur; ev içi emek sömürüsünde olduğu gibi işgücünün yeniden üretimini “ucuzlatma” fonksiyonuyla artı değer sömürüsüne ancak dolayımlardan bağlıdırlar ya da bazılarının sadece sömürüye yardımcı olma fonksiyonları vardır. Farklı ülkelerdeki deneyimler bunların bir kısmının sisteme hiç bir zarar vermeden giderilebildiğini göstermiştir.

Eşitlik burjuva demokratik çerçevede kazanılabilecek bir şeyken özgürlüğün aynı şey olduğunu söylemek mümkün değildir. Hele rekabet dünyasında özgür- leşilebileceğinden, yabancılaşmadan kurtulabilineceğinden söz etmek mümkün değildir. Onun için de örneğin kadın kurtuluş hareketi eşitlikten öteye özgürlüğü gerçekleştirmenin yolunun sosyalizm olduğunu, sosyalist feminizmle, sosyaliz­mi erkek belirlemesinden de kurtararak geliştirmek suretiyle ortaya koydu.

Ama sömürünün yarattığı egemenlik bağımlılık ilişkileri altında, adları var olsa bile kendileri ancak hayal olarak var olabilecek özgürlükler vardır ki işte bunlar artı-değer sömürüsünün ortadan kaldırılmasını, dayanışmacı bir toplumsal sis­temi, sosyalizmi beklemek zorundadırlar.

****

Radikal demokrasi stratejisinin yaptığı, işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgüt­lenmesiyle hayat bulacak olan sosyalizmi “geliştiriyoruz” diyerek işçi sınıfı mü­cadelesini hiçbir özgünlük taşımadan eklemlenen değişik toplumsal hareketle­rin oluşturduğu bir sosyalizmin parçası haline getirmektir. Bu eklemlenenlerin neden dolayı ve nasıl bir sosyalizm isteyecekleri maddi yaşam koşullarına değil, radikal demokrasi söylemini oluşturanların anlayışlarına kalmış bir şey olmakta­dır. Besbelli ki böyle bir sosyalizm işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenme­sine sığmayan, esasında onu kendisine engel olarak gören türden bir sosyalizm anlayışıdır. Adına elbette ki canları istediği gibi sosyalizm diyebilirler. Ama bu sosyalizmin Marksizm’in ortaya koyduğu bilimsel sosyalizmle bir münasebeti yoktur. Ayrıca onun geliştirilmesiyle aşılması da değil, bir kenara konularak yeni bir sosyalizm tanımının yapılmasına tekabül eder.

Radikal Demokrasi Liberalizmdir

Demokrasinin radikalliğinin ne olduğu tartışılması bir yana bu stratejinin savu­nucuları işçi sınıfından devrimciliği sıyırıp aldıktan sonra toplumsal dönüşümün alt yapıyla ilişkisini de bir yana koyduktan sonra dönüşümün tüm parametrele­rini siyasal demokrasi üzerinden kurarken ister istemez karşılarında buldukları siyasal örnekleri kullanmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü artık proleter de­mokrasisi diye bir şey yoktur ve içi doldurulabilecek bir demokrasi vardır. İşte bu noktada ellerinde araç olarak burjuvazinin varoluş koşullarına ve rıza elde etmesine aracılık eden liberal demokrasi kalır. Sınıfsallığın oynadığı rolün ar­tık tamamen söylem tarafından belirlenmesi dolayısıyla liberal demokrasinin de söylem aracılığıyla solun kendi işine yarar hale getirebilmesi mümkündür. Lac- lau ve Mouffe “Solun görevi Liberal Demokrasiyi reddetmek değil, onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusuna çekmektir”

derken öncelikle sanki liberal demokrasi diye bir tanrı buyruğu var ve sol da ille ona tutunmak zorunda; ne var ki içerdiği eksiklik nedeniyle de onu radikal ve çoğul demokrasi doğrultusuna çekmemiz gerekiyor!

Sebep ne? Neden sosyalizm düşüncesiyle bağlı olarak gelişmemiş, tersine bur­juva sisteminin istikrarının temeli olarak düşünülmüş bir çerçeveyi çekiştirmek zorunda olalım? Hem, eğer sosyalist ve burjuva düşünceler birbirlerini dışlayan kurgularsa biri diğerinden böyle bir şeyi neden ödünç alsın? Burjuva düşünüşü kendi varoluşunun zorunlu biçimi olarak mı benimsemiştir liberal demokrasiyi, yoksa özel mülkiyet sisteminin kabullenilmesini istikrara kavuşturmak için top­lumsal rızayı oluşturmanın bir aracı olarak mı?

Aslında liberal demokrasinin her iki temeli de vardır. Burjuvazi kendisi alt sınıf­ken egemen sınıfla eşitlenebilmek için bunu talep ediyor ve bu talepte tüm diğer alt sınıflarla birleşiyordu. Sonra kendisi egemen sınıf olduğunda sosyal, siyasal, kültürel nedenlerden dolayı bunu bir çırpıda bir kenara koymanın imkansızlı­ğından, istikrar adına, rızayı üretebilmek için bunu sürdürmüştür. Ama zaten onun özü sınıf egemenliğine aykırı bir şey ihtiva etmediğinden sürdürülmesinde de sınıfsal bir kayıp söz konusu olmamıştır. Neden artık formel eşitliği, mülkiyet eşitsizliğinden dolayı hayale dönmüş olan özgürlükleri aynıyla benimseyelim? Dayanışmanın olmadığı yerde bu eşitlik ve özgürlüklerin anlamını nasıl kay­bettiğini tarih gösterdi. Dolayısıyla liberal demokrasiyi radikalleştirmek ve ço­ğullaştırmak onların hayale dönmesine, formellik kazanmasına neden olan ana faktörün, mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmediği durumda varacağı formelliğin ve hayali olma durumunun belki biraz daha azalması olabilir ama gerçek olmaları­na olanak vermez. Bunun için en demokratik burjuva sistemleri de, demokrasi­nin geliştiği ölçüde baskı aygıtlarını da mükemmelleştirmekten geri kalmazlar. Çünkü eşitlik ve özgürlüğün gerçek anlamlarına ulaşmak için mülkiyet temeline saldırılması gerektiğini burjuvazi de proletarya da çoktan kavramıştır. Bu nok­tadan sonra antagonist sınıfların çarpışması başlar. Ama biz bu çarpışma nokta­sına ulaşmadan, demokrasiyi derinleştirerek sosyalizm sınırının aşılabileceğine “söylem aracılığıyla” bir kez ikna olur isek o söylemin bizi ebedi olarak kapitalist sisteme mahkum ettiğini anlamaya da fırsatımız olmaz.

Onlara göre “Sosyal ve politik alanda değişim gayesinde olan sosyal hareketlerin ve sınıf mücadelelerinin mevcut demokratik sistemin neoliberal ve neomuhafaza- kar anlayışlarına karşı bir stratejisi olmalıdır. Bu strateji de demokrasinin liberal tanımını özgürlük, eşitlik ve farklılık anlamında genişletmelidir.”

Yine aynı meseleye geliyoruz. Liberal demokrasinin tanımının genişletilmesi: neyle? Farklılıkla. Sanki ondan önceki iki şiar bizim istediğimiz anlama geliyor da, onları sorunsuz aşıyor ve bir genişletmeye geliyoruz. Liberal demokrasinin eşitliği ve özgürlüğü nedir? Eşitliği yasa karşısındaki şekli eşitlik ve ekonomik düzeyde de fırsat eşitliğidir. Her yer herkese açıktır. Ama oralara tırmanabilmek için merdiveni olanlar var, olmayanlar var. O merdiven kapitalist özel mülki­yettir. Herkesin eşit derecede kapitalist olabildiği bir toplumda bu eşitlik çalışır ama öyle de bir kapitalizm olamaz. Kapitalizmin varlığı kapitalist olmayanla­rın, işçilerin varlığına bağlıdır. Özgürlük de farklı bir durumda değildir. İsteyen düşüncesini istediği gibi yayabilir. Ama gazeteler, televizyonlar tüm bir medya yine kapitalistlerindir. Şimdi iletişim imkanlarının artışıyla birlikte kapitalist ol­mayanların da düşüncelerini topluma yayma olanakları genişlemiştir. Ama bu alanda da yine sermayenin oluşturduğu muazzam medya ormanının içerisinde bizim birkaç ağacımızın görülebilmesi olanağı o kadar azdır ki. Gördüğümüz gibi sorunsuzmuş gibi benimsediğimiz iki şiar da özel mülkiyet zincirine takıl­maktadırlar. Bu zincirli şiarlara bir üçüncüsünü eklediğimizde o zincirler oto­matik olarak kırılacak mıdır? Farklılık şiarının benimsenmesi nasıl olacak da ilk ikisinin mahiyetini değiştirecektir. Onun da yine aynı kapitalist özel mülkiyet zincirine takılacağına birincilerin konumu tanıklık etmektedir.

Laclau liberal demokrasinin genişletilmesi noktasında ısrarlıdır zira “radikal de­mokrasi bireyin isteklerinin yerine getirilmesidir”. “Gerçek bir demokrasi ancak bireylerin farklılıklarını kamusal alana yansıtabilmelerine olanak sağlayacak bir kimlik politikasına ağırlık verilerek meydana gelir.” Bu açıdan başlangıç noktası liberal demokrasidir. Liberal demokrasinin savı her bireyin kendi talebi doğrultusunda çabaladığı takdirde demokrasinin, eşitliğin ve özgürlüğün ger­çekleşeceğidir.

Radikal demokrasi sınıfsal belirlenme ve emeğin yabancılaşması meselelerine, bunları özcülük, indirgemecilik olarak görüp hiç yaklaşmadığından, kitlelerin yönetime katılması anlamında liberal demokrasiyle benzeşmektedir. Radikallik bu katılımın derinleşmesinde olacaktır. Zaten öyle tanımlıyorlar: “Radikal de­mokrasi kuramının üzerinde durduğu şey, bir tür ‘radikal liberal demokrasi’dir. Bunu liberal demokratik rejimin reddedilmesi veya toplumun yeni siyasi biçimi­nin bir kurumu olarak düşünmüyoruz”

Radikal demokrasi siyasal alanı tümden bağımsızlaştırdığından kendisini apay­rı bir sisteme bağlı olarak tanımlayamadığı için liberal demokrasiye ayağını ba­sarak bir tanımlamaya gitme zorunluluğunu duyuyor. Bu liberal demokrasinin tamir edilmesi, güncellenmesi ya da en iyi tabirle geliştirilmesi anlamına gelir ama Marksizm’le ve hatta kendi iddiası olan radikal bir dönüşümle herhangi bir alakası olmaz. Demokrasinin bağlandığı zemin sınıf mücadelesinin eseri olarak ortaya çıkacak olan, kendini eski sisteme dayanarak tarif edecek olan değil, ken­disi diğeri karşısında bağımsız alternatif oluşturan, diğerinin yerini her anlamda alacak ve onun her türlü ilişkisini kendi rasyonalitesine göre ya bir kenara atacak, ya dönüştürecek ya da yepyeni yapıların eseri olarak ortaya çıkaracaktır.

Radikal Demokrasi Reformizmdir

Laclau ve Mouffe radikal demokrasi stratejisini savunurken kendilerine dayanak yaptıkları politik öznelerin ve alanların çoğulluğunu ve bunların “indirgenemez” bir niteliğe sahip olduklarını, evrensel çerçeve içine sokulmaya kalkışıldıkların- da birey merkezli hakların reddiyle özgürlük alanının daraltılmakta olduğunu savunurlar. Ama radikal demokrasinin özgürlük alanını bu kadar genişlettiğini ifade ederlerken de bunun nasıl gerçekleştirileceğine bir yanıt üretmiş olmazlar. Çünkü onların kimlikleri söylem aracılığıyla birbirine eklemleyerek ortaya çı­kardığı yapının, ideolojik hegemonyanın önünde zora dayanan, şiddet tekelini elinde bulunduran karşı yapıyı yerinden edebilecek bir kabiliyeti yoktur. Buna benzer kimi eylemlilikler bugün dünyanın değişik yerlerinde (Arap isyanlarında örneğin) ortaya çıkıyor olsa bile eski yapının bu hareketin taleplerini kendisinin iktidarını yenilemek için kullanması hiç de zor olmamaktadır. Çünkü bir söy­lem tarafından eklemlendiği kabul edilen hareket daha güçlü örgütlenmiş olan sistemin güçleri tarafından kendisinin yenilenmesinin aracı olarak kullanılabil­mektedir. Radikal demokrasi stratejisinin varabileceği en iyi yerin örneğin, Mısır olduğunu birbiri ardına tekrarlanan, “devrimi çaldılar!” şikayetiyle sonuçlanan iki deneyiminde de gördük. Mısır’da “özgürlük ve demokrasi” çağrılarının ek­lemlediği halk hareketi hem İhvancılar tarafından kendi iktidarlarının dayanağı hem de onlara karşı olan darbecilerin iktidar dayanağı olarak görev görebilmiş­tir. Bunun nedeni tam tamına “söylemin eklemlediği” sınıf karakterinden ve do­layısıyla da var olan sistemi aşma kabiliyetinden yoksun, sınırları, en iyi durum­da ancak liberalizme varan bir hareket oluşturuyor olmasıdır.

“Devrimin çalınması”nın imkanının tarihteki ilk örneğini Mısır ayaklanmaları oluşturmaz. Aynı şeyler “ekmek, özgürlük ve barış” çağrılarının temellik ettiği söylemin eklemlediği hareketin (bunun elbette kimliklerin eklemlenmesi oldu­ğunu söylemek mümkün değildir) gerçekleştirdiği 1917 Şubat Devrimi’nin aka­binde de, Bolşeviklerin “Bütün iktidar Sovyetlere!” şiarıyla sürece müdahalesi olayların gelişimine sınıfsal bir doğrultu kazandırmamış olsaydı ortaya çıkabile­cek olan “devrimin çalınması”ndan başka bir şey olmayacaktı.

*****

Radikal demokrasinin, üreticilerinin ortaya koyduğu çerçevede ne kadar radikal olabileceğini gördük. Meseleyi kimlikler ve birey noktasına indirgeyerek libe­ralizme yaslanan bu projenin radikalliğini, yani köktenciliğini nereden aldığını sorgulamak gerekiyor. Radikal lafının bizim günlük kullanımımızda devrimci demeden devrimci gibi bir hava yaratıyor olması ve başına da demokrasiyi alması birçoklarına meşruiyet edinme açısından elverişli bir tanım olarak gelebilir. Ama önümüzde somut bir mesele vardır. Biri gerçekten kimlikler meselesidir, ikincisi de mevcut toplumsal formasyonun aşılmasıdır. Kimliklerin talep olarak hiçbir şekilde ikincilleştirilmesine izin vermeden, hemen şimdi diyerek indirgemecili- ğin yaptığı gibi sosyalizmin sonrasına ertelenmeden ve kimliklerin taşıyıcılarının onları tanımlayan ve başkalarıyla birleştiren sınıfsal belirlenmelerine toplumsal özgürlüğün gerçekleşmesi açısından imtiyazlı bir yer vermekle, sınıf çelişkisini de diğerleriyle eşit düzleme koymak çok önemli farklılıkları doğurmaktadır.

Herkes işçidir ama herkes örneğin Çerkes, Alevi ve LGBTİ değildir. İnsanların yarısı kadın yarısı erkektir ama çok daha büyük bir oranı hep birlikte işçidir. Cinsiyet onları çatışmaya sokarken işçilik birleştirmektedir ve her iki alanda da özgürlük ve eşitlik talebi sürmektedir. Onun için diğer taleplerle eşit düzleme konulabilecek bir sınıfsal talepler çerçevesi yoktur. Formel özgürlüklerden öteye toplumsal özgürlüklerin gerçekleşmesinin alanı rekabete, bireyciliğe, tekelcili­ğe, baskıya dayanan eski sistemin yerine dayanışma toplumunun kurulmasıdır. Birincisinin ne kadar radikal bir biçimde esnetilirse esnetilsin, sosyal eşitliğin sağlanacağı bir çerçeveye ulaşılması imkansızdır. Bu, egemen sınıfı ve onun tüm ilişkilerini imha etmek ve yerine nitelikçe farklı ilişkileri yerleştirmekten geçiyor.

İşçi sınıfı merkezi bir rol oynama kabiliyetini, kendisinin o anda var olan duru­munu kabul ettirmek, onu istikrarlı hale getirmek için değil, tam tersine içinde bulunduğu konumu, ilişkileri inkar ederek işçiliğe son vererek yeni bir ilişkiler sistemi yaratmaya yönelmekle kazanmaktadır. İşçi sınıfının içinde de var olabile­cek farklı kimliklerin kendi varoluşlarını kabul ettirmek üzere bir araya gelmeleri ve bundan istikrarlı bir ilerleyiş üretebilmeleri mümkün değildir. Var olan duru­mu aşacak yeni ilişkiler düzlemi tanımlanamadığı müddetçe ayrı durduklarında onları ayıran neler varsa, bir araya geldiklerinde de o ayıranların basıncını ve söylemin yaratacağı eklemlenmenin dikişlerini çatlatacağını kestirmek zor de­ğildir. Dolayısıyla böyle bir ilişkiden radikallik adına bir şey çıkmayacağı gibi reformların bile istikrarlı sürdürülebilmesi olanaklı olmayabilir.

Radikal Demokrasi Stratejisi Popülizmdir

Laclau bugünkü görüşlerine ulaşmak için çıktığı yolculuğa 1977’de yayımladığı Politics and Ideology in Marxist Theory (Marksist Teoride Politika ve İdeoloji) kitabının özellikle son bölümünü oluşturan “Towards a Theory of Populism” de (Popülizm Teorisine Doğru) işçi sınıfının da (pazara çıkarmış olsa da henüz bu tarihte işçi sınıfından en azından laf olarak vazgeçmemiştir) aynı burjuvazi gibi ideolojik hegemonya kurabilmek için doğru çağrılarla (appellation) kendi çıkar­larını tüm toplum kesimlerinin çıkarları gibi gösterebilecek bir söylem kurması gerektiğini anlatır. Burjuvazi bunu başardığı için ideolojik hegemonyasını ve is­tikrarlı iktidarını oluşturabilmiştir. Burjuvazinin bilinçli bir yanılsama yarata­rak (kendi çıkarını toplumun çıkarıymış gibi gösterme marifeti) hegemonyasını kurduğunu biliyorsak işçi sınıfına önerilenin de aynısı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu aynı zamanda nasıl burjuvazi çelişkili bir söylem kurguluyorsa işçi sınıfının da benzer bir çelişkili söylemi hegemonya adına kabullenebileceği an­lamına da gelir. Ama bunlar zaten birçok popülist ya da bürokratik iktidar tara­fından yapıldı ve sonucunda çelişkilerinin altında ya çöküp gittiler ya da Çin gibi değişik türden kapitalist bir ülke olarak hayatını devam ettirmekteler.

Şimdi değişik kesimlerin birbirine eklemlenmesi ile oluşturulacak ve esasında ne yapacağı pek belli olmayan söylemin oluşturduğu öznenin gerekliliğini sa­vunan Laclau’nun, On Populist Reason (Popülist Akıl Üzerine) adlı eserinde, o zamandan beri düşünüşünde çok şeyin değişmiş olmasına karşın popülizmin ideolojik muhtevasının sorgulanmasına yönelik tutumları reddinde hiç bir deği­şiklik olmamıştır. Postmarksizm üzerinden yeniden popülizme ulaşırken, popü­lizmin, Mao’dan Hitler’e kadar çok geniş bir yelpazeye yakıştırılıyor olmasının sergilediği son derece çelişkili durum Laclau için bir sorun kaynağı oluşturmaz; tersine, onun tam da bu özelliğinin apayrı ideolojik duruşların ve taleplerin belli bir iktidar karşısında, o anda paylaşılan ortak çelişki olarak toparlayıcı, birleş­tirici ve eşitleyici bir özellik olduğunu savunur. Ona göre popülizmin tam da bu birleştirici niteliği dolayısıyla içeriğiyle değil formuyla tanımlanması gerekir. Popülizm toplumu iki kampa bölüp meseleyi basitleştirir ve “egemen ideoloji­ye”, “egemen bloka”, “kurumsal sisteme”, “kurumlaşmış ötekine”, “iktidara” karşı “halkın” ortak mücadelesini ortaya çıkarır. (Ernesto Laclau, On Populist Reason. 2005, London: Verso.)

Laclau, belli bir popülist hareketi oluşturan son derece değişik, heterojen taleple­rin, sadece statükoya karşı muhalefetleriyle değil, aynı zamanda “boş gösterge” olarak nitelediği bir kavram tarafından birleştirilip iktidar karşısındaki mücade­lede istikrara kavuşturulduğunu savunur. Bu boş gösterge ya da adlandırma ”öz- gürlük”, “Peron” gibi kendi özgül anlamını kaybetmiş ve hareketin ihtiva ettiği talepleri ifade eden göstergeler olabilir. Onun örneğine biz de “Karaoğlan, baba, uzun adam” boş göstergelerini ekleyebiliriz. Bu boş göstergenin çok önemli bir işlevi mevcuttur: Çok farklı taleplerin her birini işaret ediyormuş gibi yaparak herkesi eşitler, hareketin tümünü temsil ediyor olmak dolayısıyla da herkesin hareketin tümüne hakim olduğu duygusunu edinmesini sağlar. Popülist hare­ketin içindeki belli bir gösterge bir yandan apayrı talepleri birleştirerek halkın tümünü temsil eder, diğer yandan da toplumun ezilen kesimini oluşturan halkın, gayrimeşru bir biçimde iktidarı ele geçirmiş olduğunu iddia ettiği asalak azınlığı iktidardan ederek toplumun tümünü temsil etme hakkını kendisine tanır.

Bütün bunlar halkı serseme çevirip bilinçsiz bir biçimde hareket ettirmenin yön­temlerinden başka bir şey değildir. Bu söyledikleriyle Laclau iktidar mücadelesi dersini egemen sınıftan aldığını kanıtlamaktadır.

Laclau dönüp dolaşıp yeniden bir popülizm teorisine ulaşırken solun eline de, sınıf hareketinin zayıflamış ve bu nedenle sınıf dışı hareketlerin öne çıkmış ol­duğu Türkiye’de etkinlik kazanmış olan radikal demokrasi diye tanımladığı bir stratejiyi tutuşturur.

  • HDP, Radikal Demokrasi ve Devrimci Demokrasi

HDP’nin izleyeceği strateji için sıklıkla radikal demokrasi kavramı kullanılmak­tadır. HDP bileşenlerinin bir kısmı sosyalist bireyler ve partilerden oluşurken bir kısmı da kimlik siyasetlerini izleyen birey, çevre ve partilerden oluşmaktadır. Bunların kimi radikal demokrasi kavramını kullanırken kimi devrimci demok­rasi, kimi de demokratik devrim gibi değişik kavramlar kullanmaktadırlar. Bun­ların hiç birinin partinin niteliğini tek başına belirlediğini söylemek mümkün değildir. Bu nitelik mücadelenin kazanacağı biçimler ve ağırlıklar çerçevesinde süreç içinde belirginleşecektir. Partinin farklı talepleri birleştiren cephesel bir birlik olarak kurulduğu göz ardı edildiğinde, ona homojen bir parti niteleme­si yüklenilmeye kalkışıldığında içinden çıkılmaz çelişkilerle yüz yüze gelmek ve partinin ilerleyişini kesintiye uğratmak mümkün hale gelir. Partinin programı böyle bir kargaşanın önüne geçecek yol göstericiliği yapmış bulunmaktadır.

Programda başka birçok şeyin yanında partinin amaçlarının belirlenmesi açısın­dan şunlar söyleniyor:

“Partimiz, her ulustan, her dilden, kültürden ve inançtan Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin, üretici köylülerin, küçük esnafın, emeklilerin, kadınların, gençlerin, aydınların, sanatçıların, LGBT bireylerin, engellilerin, ezilen ve sömürülen tüm halk güçlerinin arzuladığı amaca varmak üzere güçlerini birleştirdikleri ve de­mokratik halk iktidarına/yönetimine yürüyenlerin partisidir.!

“Partimiz, uluslararası sermaye kurum ve kuruluşlarının dayattığı neo liberal sö­mürü, soygun ve talan politikalarına karşı sürdürdüğü mücadelenin tamamlayıcı bir parçası olarak dünyanın her yerinde bu kapsamdaki mücadeleleri destekler, onlarla dayanışma içinde olur, tüm dünya halklarının kurtuluş ve özgürleşme mücadelelerini kendi mücadelesi sayar.”

Bu uluslararası sermayenin dayattığı neoliberalizme karşı, “her ulustan, her dil­den, kültürden ve inançtan Türkiye işçi sınıfının” demokrasi talebi olan tüm di­ğer halk kesimleriyle birlikte oluşturduğu ortak bir iktidar projesini anlatmakta ve bunu uluslararası sermayenin karşısına koymaktadır. İşçi sınıfının tek başına sadece kendi amaçlarıyla örülü sosyalist bir iktidarı savunanlar için yetersiz ya da yanlış görülebilecek böyle bir iktidar bizlerin savunduğu devrimci demokrasi yolundan sosyalist demokrasiye dönüşmeye açık ve aslında kendisini sosyalizm­den başka bir şeyle de tanımlama şansına sahip olmayan demokratik halk ikti­darı tanımlamasıdır.

Meselenin konuluşunun bizim için yarattığı bir sorun yoktur. Ne var ki işlerin nasıl ilerleyeceğini tek başına programda yazılmış olanlar değil verilen mücade­lenin kazandığı nitelikler belirler ve bugünden işçi sınıfının devrimci demokra­si üzerinden yürüyerek sosyalist bir demokrasiye ilerlemek için mevcut ilişkiler içerisinde tayin edici bir konumu ve rolü yoktur. Tersine diğer kimlikler, halk kesimlerinin ağırlıkları çok daha fazladır ve onun için de radikal demokrasi an­layışının egemen olabilme olanakları mevcuttur.

İşçi sınıfının fiili mücadele içerisinde merkezi rolünü oynayarak mücadelenin önüne geçip kendi hegemonyasını, öncülüğünü oluşturamadığı bir durumda bu ittifakın, ne iddia ettiği demokratik halk iktidarına ulaşması ne de emperyalist kapitalist sistemin dayatmalarına karşı durup dışına çıkabilmesi mümkün olur. Tersine bütün başarıları kapitalizmin egemenlik bağımlılık ilişkilerinin belirle­yiciliği altında kimi sağa kimi sola eğilim göstererek dalgalanıp durur. O zaman gerçekten Laclau ve Mouffe’un anlattığı bir kimliklerin eklemlenmesi hareketi ve onun ne olabileceği kestirilemeyecek olan “başarılarından” öteye geçemez. En başarılı olduğu durumda da Arap isyanlarının en başarılısı olan Tunus ayak­lanmasının sınırlarının ötesine geçemez. O diktatörlük altında yaşayan Tunus için bir toplumsal ilerlemeye tekabül etse de Türkiye açısından ancak biraz daha demokratikleşmeye, Kürt ulusunun eşit haklara kavuşmasına ama kapitalist sö­mürü sisteminin belirlediği sınırların ve onun yarattığı egemenlik bağımlılık iliş­kilerinin ötesine geçemez.

Bu çerçeveyi tek başına yeterli bulan ve burada homojen bir birlik oluşturulması görüşünü savunan, “başka sosyalist partiye ne ihtiyaç var?” diyen görüş esasında işçi sınıfının yukarıda anlattığımız toplumsal dönüşüm açısından oynama duru­munda olduğu rolün farkında olmayan ve bu rolü oynayabilmek için de örgütsel ve ideolojik-politik olarak bağımsız bir varoluşa sahip olması gerektiğini kavra­yamayanlardır. İşçi sınıfının kendi bağımsız örgütlenmesiyle siyasetin içinde yer almayıp, tüm diğer halk bileşenleri, değişik kimlikler gibi, üstelik de parçalanmış bir “kimlik” olarak özel bir dönüştürücü her hangi role sahip olmadan onlarla eklemlenerek bir hegemonya geliştirebilmesi ve bir toplumsal dönüşüme öncü­lük edebilmesi olanaklı değildir. Böyle bir eklemlenmenin oluşturacağı popülist söylemin, bileşenlerin kendi nedenselliklerine dayanarak yol gösterebileceği bir dayanışma toplumu yoktur. Çünkü bu eklemlenmenin, işçi sınıfının kendi ya­şam koşullarını aşmak zorunluluğu sonucu hayat bulabilecek olan kolektivist/ sosyalist bir toplum gibi zorunlu göreceği bir toplum söz konusu değildir. Bu durumda mesele Laclau ve Mouffe’un dediği gibi olumsaldır.

Ne çıkarsa bahtımıza!

KAYNAKÇA

ALTHUSSER Lois, Psikanaliz Üzerine Yazılar Freud ve Lacan, İthaki yyn, 2008

DERRIDA Jacques, Gramatoloji, Bilgesu yyn, 2011

LACLAU Ernesto, On Popülist Reason,London-Verso, 2005

LACLAU Ernesto, Politics and Ideology in Marxist Theory, London-Verso, 2002.

LACLAU Ernesto ve MOUFFE Chantal, Hegemony and Socialist Strategy: To- wards a Radical Democratic Politics, London-Verso, 2001

LENİN V. İlyiç, Devlet ve Devrim, İnter yyn, 1999

LEVI-STRAUSS Claude, Yaban Düşünce, Yapı-Kredi yyn, 2004

LYOTARD Jean-François, Post-Modern Durum, Bilgesu yyn, 2013

MARX Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol yyn, 1993

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi,

Sol yyn,2002

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, Alman İdeolojisi, Sol yyn, 1999

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlke­leri, Sol yyn, 2002

MARX Karl ve ENGELS Friedrich, Feurbach Üzerine Tezler, Sol yyn, 1992 NEGRI Antonio ve HARDT Michael, İmparatorluk, Ayrıntı yyn, 2001 SAUSSURE Ferdinand De, Genel Dilbilimi Yazıları, İthaki yyn, 2014

[1]       Bu sadece Wallis kantonunda kullanılır ve aynı sözün Fransızcasıdır. Bunlar da artık kendi alanlarında seçilmektedirler.

[2]            Mevcut durumda İsviçre’de özerk devlet statüsünde olan Kanton ve Bezirk’ten söz etmektedir (ki bu da Kanton’un içindeki bir bölgeye tekabül eder) ve onların altındaki yapılar, büyüklüğüne bakılmaksızın Gemeinde olarak adlandırılır ve onların da kendi içlerinde özerklikleri olup meclisleri ve yöneticileri kendileri tarafından seçilir. İlçe, il vb. türünden idari birimler yoktur. Bütün memurların seçilmesi gibi bir yöntem elbette yoktur. Ancak üst yargıçlar seçimle tayin edilirler. Aşağıdan yukarı, Gemeinde, Kanton ve Bund (konfederasyon) olarak sıralanan devlet hiyerarşisinin her düzeyinde hakları apaçık belirlenmiş anayasalarıyla özerk yapılar bulunmaktadır. Her düzlemde kuvvetler ayrılığı prensibi uygulandığı gibi, doğrudan demokrasinin ifadelerinden olarak yasaların inisiyatifler aracılığıyla halk oylama­sına götürülmesi ve bu yolla iptali veya yeniden yapılması söz konusudur.

[3]        18.  yy  sonunda   İngiltere’de   keşfedilen  iplik  eğirme   makinesi.

[4]            Proletarya diktatörlüğünün sosyalizme öngeldiği görüşü, ki Troçkistlere aittir, onu devlet tipi olmak yerine devlet biçi­mine indirger ve apaçık bir diktatörlük savunusuna varır.

[5]            Marks dünyanın felsefe aracılığıyla kavranması yerine, bunu ters çevirip felsefenin, ideolojinin ve diğer üstyapıların hangi koşulların eseri olduğunu kavramak üzere ekonomi politiğe başvurdu. Ekonomi politiği belirleyen bir düzlem ola­rak ele alırken, belirlenen denen örneğin politikanın ayrı bir düzlem oluşturduğunu, kendine ait iç mekanizmalara sahip olacağı gerçeğini bir yana koymadı. Her iki düzeyin ayrı ayrı varoluşlarını benimserken aralarındaki korelasyonun ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalıştı ve bu karşılıklı ilişkide altyapının nihai tahlilde örneğin politikayı belirlediğini sergi­ledi. Şimdi postmodernizmin yaptığı, bu düzeylerin varlığına, ideoloji düzeyinde onların söylem dışındaki varlıklarına hiç bir değer atfetmeyerek son vermek olmaktadır.