Giriş[1]
Diyalektik ve tarihsel maddeci yöntem; olayları, olguları, kurumları, siyasal düzenlemeleri ve gelişmeleri var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ile açıklar. Diğer yöntemlere kıyasla, genel olarak toplum ve yaşama ilişkin, daha zengin, daha kapsayıcı ve açıklayıcı ve daha net bir bakış açısı sunar. Bu bakış altında, doğadaki ya da toplumdaki olaylar derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Yani bunlar, alt yapıdaki zorunlulukların ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.
Bu nedenle, her şeyde olduğu gibi, siyasal gelişmeleri de öncelikle bir bütünün, bir oluşumun, bir sürecin parçası olduğunu ve bu olguları iktisadi gelişmelerin koşulladığını ya da açığa çıkardığını görmek ve değerlendirmek gerekir. Nitekim “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”[2] adlı eserinde Marx, Avrupa’da 1848–1851 yılları arasında gerçekleşen ve bölgedeki tüm siyasal rejimlerde önemli değişikliklere yol açan süreci, son çözümlemede,bir bütün olarak, iktisadi dinamiklerle açıklamıştır.
Diğer yandan tarihsel maddeciliğin tam bir belirleyiciliği savunduğunu söylemek yanlıştır. Burada belirlemenin varlığından ziyade, kaynağı ve derecesi önemlidir. Tarihsel maddeci felsefenin kurucularından Marx’a göre belirlemenin kaynağı, geçim dünyasına (alt yapıya) ilişkin gelişmelerdir ve derecesi, olayların bu kaynağa yakınlığına ya da uzaklığına bağlıdır. Nitekim Marx bunu şöyle açıklar: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar; ama özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar”. Burada tarihin hem verili koşullar tarafından belirlenmiş olduğu, hem de insanların özgür iradelerinin sonucu olduğu görülür. Ayrıca iktisadi gelişmeler esas olsalar da, tek belirleyici değildir. Siyasal kurumların mantığından, tarihsel mirastan, dahası siyasal sahnenin oyuncularından kaynaklanan birçok etkileyici öge daha mevcuttur. Keza siyasal davranışları açıklayabilmek için başka ögelere de (örneğin psikoloji) bakmak gerekir.[3]
Öyle ki Lukács, “bütün ve bütünlük kategorisinin” Marx’ın eserlerinde yöntem açısından daima oynadığı merkezi role dikkat çekerek, “Marksizm’i burjuva bilimlerinden kesin sonuçlu olarak ayıran özelliğin, ekonomik motiflerin tarihin açıklanmasında oynadığı öncel rolden ziyade, bütünlük anlayışı” olduğunun altını çizer[4]. Kısaca, siyasal ve düşünsel üst yapının gerçekten kavranması ve iyi anlaşılması isteniyorsa görünüşteki biçimlere, söylenen sözlere aldanmadan, bunların altında yatan somut sınıf çıkarlarına bakılması gerekir[5].
Bu bağlamda kapitalist bir devletin bütçesinin tarihsel maddeci bir yöntemle Marksist çözümlemesi, onun bir bütün olarak devlet kurumları ve sosyal sınıflar ile bağları, iktisadi alt yapıdaki dinamikler ve bunların karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri üzerinden yapılmalıdır.
Kapitalist Devlete İlişkin KuramsalYaklaşımlar
Son yıllarda dünyada ortaya çıkan üç gelişme devleti bütçe tartışmalarının merkezine oturtmuştur. Bunlar sırası ile (i) Tunus, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerdeki yükselen halk hareketlerinin bastırılması sırasında devletin kullandığı ve kitlesel ölümlere de neden olan asker ve polis şiddetive buradan hareketle az gelişmiş ülkelerdeki rejimlerle ilgili kaygıların artması(ii) 2010 yılından itibaren metropol kapitalist ülkelerde polisin öğrencilere ve gösteri yapan emekçilere ve halka karşı kullandığı şiddetin dozu ve burjuva demokrasileri ile ilgili soru işaretlerinin artması ve (iii) Libya’nın ve Suriye’nin parçalanmasına yönelik olarak emperyalist kapitalist devletlerin tekrar sahneye çıkması ve emperyalist savaş ve şiddet politikalarını bir kez daha gündeme getirmeleri.
Devleti bir kez daha sorgulatan bu gelişmeleriTürkiye’den örneklerle desteklemek mümkündür. Türkiye’de devlet aygıtının askeri, polisi ve yargısı ile Gezi İsyanı sırasında sokağa çıkan halka ve 30 yıllık süren savaş sırasında Kürtlere uyguladığı şiddeti ve Roboski katliamını, Alevilere yönelik asimilasyoncu ve ayırımcı politikaları ve işçi sınıfı ve onun örgütlerine karşı çıkardığı emek karşıtı yasaları ve on binlerce muhalifin tutuklanmasını ve mesnetsiz suçlamalarla cezaevlerinde tutsak edilmelerini de eklemek gerekir.
Böylece devlet – sınıflar ilişkisi, 2014 bütçesi üzerinden çözümlenirken, kaçınılmaz olarak, şu sorular yanıtlanmalıdır:Devletin bir doğası var mıdır, varsa nedir?Kapitalist devletler reforme edilebilirler mi?Kapitalist devletler, toplumsal dönüşümlerin aracı olabilirler mi?Devlet ve proleter devrimi arasında bir ilişki var mıdır? Devlet kaldırılıp yerine başka bir şey konulmalı mıdır? Öyle ise yerine konulacak aygıtın özellikleri neler olmalıdır?
Bu çerçevede “devlet nedir?” sorusunun yanıtlanabilmesi için, bu soruyla ilgili olarak farklı yanıtlara sahipburjuva ana akım ideolojinin ve Marksizm’in devlete ilişkin yaklaşımlarının incelenmesi gereklidir.
Ana Akım Burjuva Devlet Teorileri
Bu teoriler ya da yaklaşımlar sırasıyla; ana akım burjuva iktisadının muhafazakâr sağ kanadında yer alan Klasik ve Neo klasik yaklaşım ve ana akımın sosyal demokrat kanadında yer alan Keynesyen devlet anlayışı olarak iki ana başlık altında ele alınabilir[6].
Klasik İktisat Yaklaşımı’nda (18-19yy), kapitalist devletin rolü, içerden proletarya ve yoksul halk ayaklanmalarına ve dışarıdan gelebilecek olan istilalara karşı sistemi korumak anlamında iç ve dış güvenliğin sağlanması ve asıl olarak alt yapı ve eğitimin sunumu ile sınırlandırılmış bir dar kapsamlı kamusal mal ve hizmet üretimi ile sınırlandırılmıştır. Bu anlamda küçük bir devlet ve küçük ve denk bir bütçe savunulmuştur. Sanayi burjuvazisinin bir sosyal sınıf olarak yükselişe geçtiği bir dönemde piyasaların esas alınması ve feodal egemenlere karşı girişim özgürlüğünün savunulması (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler[7]) feodallerin denetimindeki devletin üretici güçlerin gelişimine engel olmasını önlemeye ve devletin sermaye birikiminin özgürce gelişiminin garantörü olmasına dönük olmuştur[8].
Asıl olarak 19. yy’ın son çeyreğinde ve ‘Klasik emek-değer teorisi’nden, ‘fayda-değer teorisi’ne geçiş biçiminde bir kopma ile ortaya çıkan Neo klasik iktisatanlayışında[9] devlete biçilen rol, burjuvazinin sınıfsal egemenliği üzerine kurulu sistemin korunmasının yanı sıra (iç ve dış güvenlik), iktisadi olarak da artı değer sömürüsü üzerine kurulu kâr çıkarımı ve sermaye birikiminin kesintisiz sürdürülebilmesi için, etkin kaynak tahsisini sağlamaya yönelik olarak, piyasa mekanizmasının başarısızlıklarının giderilmesiyle ilgili tamamlayıcı bir rol olmuştur.
Ana akım yelpazesinin sağ kanadında konuşlanan, Neo klasik iktisat yaklaşımının bir devamı niteliğindeki ve tarih olarak günümüze en yakın tarihli Sosyal Seçim Teorisi (SST) kapsamında yer alan ‘Leviathan Devlet Yaklaşımı’na (1970- 2000’ler) göre ise, devlet, seçmenlerin, politikacıların, bürokratların ve çıkar gruplarının çıkarlarını maksimize etmeye yarayan bir araçtır. Devleti var eden ve böylece giderek daha büyük bütçeye sahip olmasını gerekli kılan temel etken örneğin politikacıların, bakanların, bürokratların ve teknokratların yapılarında var olan büyüme ve genişleme eğilimidir. Çünkü bu kesimler daha fazla harcamaya önceden beri eğilimlidirler ve hizmet sunumunun düzeyini ve mesleki standartları hep kendi menfaatlerini maksimize etme amacına göre belirlerler (patronaj, kadro, güç maksimizasyonu). Devlette üst düzey bürokratik kadrolarda yer alanların politik etkisi diğerlerinden daha fazladır, çünkü hükümete (siyasilere ) daha yakındırlar ve politik karar alıcıları nasıl etkileyeceklerini daha iyi bilirler. Bu etki, kamusal istihdam arttıkça artar ve kamu çalışanlarının oyları daha belirgin bir hal alır. Bunlar da genelde kamu harcamalarının daha da büyümesi yönünde tercih kullanırlar. Böylece devlet kendisine hizmet veren bir canavara (Hobbes: Leviathan) dönüşür[10].
Görüldüğü gibi bu yaklaşıma göre devlet iktisadi alt yapıdan, bütünüyle olmasa da büyük ölçüde, bağımsız ya da özerk bir konumdadır. Dolayısıyla da bütçesinde somutlaşan eylemleriyle, kendine hizmet eden bir aygıt konumundadır.
Devletin, özel çıkar gruplarıyla olan ilişkisini sorgulayan M.Friedman ve R. Friedman’a göre devlet aygıtının kendi sömürücüdür. Zira özel bir çıkar grubu tarafından yönlendirilerek, düzenli olarak piyasalara, bu grubun çıkarları lehine müdahale eden bir monopol konumundadır[11].
Devletin, dolayısıyla da bütçenin niceliği ve niteliği konusundaki temel belirleyicinin siyasal partilerin davranışları olduğuna inanan Downs, geliştirdiği “Siyasi Rekabet Teorisi”[12] adlı teoride siyasal partilerin birer oy maksimizatörü olduğunu ileri sürer. Buna göre, seçmenler faydalarını maksimize etmek isterler, ancak bireyler her bir bütçe kalemi için oy kullanmazlar. Bu durum politikacılara kendi amaçlarını gerçekleştirme, en önemlisi de gelecek seçimlerde oylarını maksimize etme şansı verir. Güç ve prestij peşindeki politikacılar gerçekte kaynakların etkin kullanımı ile uğraşmazlar, ekonomik reformları başlatsalar bile bunlar tamamlanmadan önce oylarını maksimize etme ihtiyacı içinde olurlar.
Benzer bir biçimde McGuire “Açgözlü Politikacı Modeli” ile[13], politikacıların ellerindeki tüm imkânları, politik olarak varlıklarını sürdürmek, böylece de refahlarını artırmak için kullandığını ileri sürer.
Sosyal Seçim Teorisi kapsamında bütçe ve kamu harcamaları üzerinde etkide bulunan diğer bir aktör bürokrasi veya bürokratlardır. Bu teori, bürokratların siyasilerin bütçe ve harcama ile ilgili talimatlarını ve mevzuatı uygulayan bireyler olduğu şeklindeki geleneksel görüşü reddeder. Örneğin bu yaklaşımın en önde gelen isimlerinden Niskanen’e göre[14], bürokratlar kamu yararı için çalışmaktan ziyade kendi çıkarlarının maksimizasyonu peşindedirler. Bürokratların fayda fonksiyonu içinde ücret ve ikramiye, itibar, güç, patronaj, kolay idare ve kolayca değişiklikler yapabilme imkânları yer alır. Bunlar bütçe büyüklüğü ile doğrudan ilişkili olduğundan bütçe maksimize edildiğinde, bürokratların faydası da maksimize edilmiş olur. Bürokratlar siyasal otoritenin üretilen hizmetin faydasını en yüksek düzeyde algılamasını sağlayabilecek faaliyetlerde bulunurlar.
Bu yaklaşım çerçevesinde, örneğin Savunma Bakanlığı dış tehditlere, İç İşleri Bakanlığı teröre vurgu yapar. Siyasal otoritenin bürokratı gözden çıkartamamasının nedeni ise bürokratın sahip olduğu bilgi avantajıdır. Bürokratik hizmet üretiminin sunuş süreci muhtemelen çok karmaşıktır ve hayli uzmanlaşmış bilgiyi gerekli kılar ki bu otorite tarafından kolayca elde edilemez. Örneğin milletvekillerinin nükleer bir tesisin ya da teknik eğitim/iş programlarının gerçek fayda ve maliyetlerini tam olarak bilebilmesi mümkün değildir.
Böylece bürokrat davranışlarını bütçe büyüklüğü ile ilgilendiren Niskanen’in teorisi çerçevesinde kamusal harcamalardaki artışlara neden olan bürokrat davranışlarını etkileyen faktörler şöyle özetlenebilir: (i) Bürokrasi ile seçmen / politikacı arasındaki asimetrik bilgi (maliyetler çeşitli muhasebe oyunlarıyla gerçek değerlerinden daha düşük gösterilebilir). (ii) Asimetrik vergi mükellefiyeti (düşük vergi mükellefiyeti yüksek harcama düzeyini beraberinde getirebilir) ve (iii) Kamusal mal ve hizmetlerin faydalarının asimetrik dağılımı (kamu hizmetleri coğrafi, demografik, ekonomik olarak asimetrik dağılabilir)[15].
Ana akımın sağ muhafazakâr kanadında yer alan Leviathan Devlet anlayışına ilişkin son bir teori Becker’in ‘Çıkar Grupları ve Rant Kollama Teorisi’dir. Becker’e göre[16], çıkar grupları olarak tanımlanan özel çıkar ya da baskı gruplarının oyları tek tek bireylerinkinden çok daha etkilidir. Özel çıkar grupları; sanayi, gelir düzeyi, coğrafi bölge ve meslek örgütleri gibi çok sayıda karakteristiğe göre belirlenir. Bu örgütler üyelerinin iktisadi güçlerini artırmak için politikayı bir araç olarak kullanırlar. Bu davranışlar özellikle belli sektörlere ve/veya faaliyetlere verilen sübvansiyonlar ve teşvikler, vergi indirimlerinin belirlenmesinde etkili olur. Çok iyi örgütlenmiş bu gruplar seçilmiş hükümetlere baskı uygulayarak kamusal harcama düzeyinin ve bütçenin şekillenmesini etkileyebilirler. Yani, bu güç odakları bir araya gelerek milli geliri kendileri lehinde yeniden bölüştürebilmek amacıyla politik sistemi manipüle ederler (rant kollama).
Özel baskı / çıkar gruplarının gücünün üç kaynağı vardır: (i) Bireylerin seçimlerle ilgili bilgileri sınırlıdır ve bireyleri seçime katılmaya özendirecek az sayıda faktör vardır. Özel çıkar grupları ise grup üyelerini seçimler konusunda hem gerektiği gibi bilgilendirirler hem de sandığa gitmeleri için gerekli kolaylıkları sağlarlar. (ii) Bireyler kamusal mal ve hizmetler konusundaki gerçek taleplerini genelde gizlerken, özel çıkar grupları yaptırdıkları araştırmalarla bunları net olarak ortaya koyarlar ve politikacıların dikkatine sunarak onları etkilerler. (iii) Bu gruplar doğrudan ve dolaylı olarak verdikleri rüşvetlerle siyasi otoriteyi etkilerler[17].
Ana akımın sosyal demokrat kanadının devlet ve bütçe anlayışına geçmeden önce ‘Sosyal Seçim Teorisi’ ve ‘Leviathan Devlet’ anlayışının kapitalist devleti ele alış biçimiyle ilgili bir değerlendirme yapmak yararlı olacaktır.
Öncelikle, bu teori ABD gibi kapitalizmin en ileri örneği olarak kabul edilen bir ülke için geliştirilmiş bir teoridir. İdeologlarının sahip oldukları (başta Buchanan ve Tulloch[18] olmak üzere) neo liberal bakış açısından kaynaklı olarak, teori, kapitalist devletin faaliyetlerini ve bütçesini yorumlamada Neo klasik iktisadi analizin varsayımları ve metodolojisini kullanmıştır. Neo klasik iktisadi analiz ise öz çıkarların maksimizasyonunu esas alır. Bu anlamda seçmenler dâhil olmak üzere, politikacıların, bürokratların ve özel çıkar gruplarının öz çıkarlarını maksimize etme gayreti içinde bütçenin nicelik ve niteliğini belirledikleri ileri sürülür. Yani Neo klasik iktisadın indirgemeci yaklaşımı altında bu aktörlerin davranışı rasyonel tüketici davranışına indirgenir.
Yani buyaklaşımın her hangi bir sınıfsal perspektifi yoktur. Sınıfsal bir perspektiften uzak olarak yapılan değerlendirmeler ise kaçınılmaz olarak, örneğin bürokrat davranışlarını, asimetrik enformasyon, vekâlet sorunu (principal-agent ) ve riskten kaçış ( risk-averse ) gibi son derece tartışmalı ve daha da önemlisi neden değil, sonuçlarla açıklamaya çalışır.
İkinci olarak bu yaklaşım tüm kamusal müdahalelerin düşmanca olduğunu kabul eder. Abartılı bir biçimde kamu görevlilerini çıkarlarını maksimize etmeye çalışan iktisadi aktörler olarak görür. Örneğin Niskanen modeli bürokratların gücünü aşırı bir biçimde abartır. Oysa bütçe kurumsal (örneğin anayasal) kısıtlara tabidir. Bazı ülkelerde (İngiltere) görüldüğü gibi bürokratların ücretleri bütçe büyüklüğüne bağlı olarak belirlenmez, örneğin performanslarına bağlı olarak ayrıca belirlenir. Azgelişmiş ülkelerde ise devlet memurlarının maaşlarını belirleme konusunda güçleri, sendikal örgütlülük düzeyinin çok geri olmasından dolayı, yok denecek kadar azdır. Benzer bir biçimde Downs’ın modeli azgelişmiş ülkelerdeki seçimler ve seçmen davranışları konusundaki karmaşıklığı izah etmekten uzaktır. Çünkü modelin esas aldığı “ortanca seçmen ”, karmaşık politik ve ekonomik süreci anlama konusunda yeterli bilgiye, donanıma ve ilgiye sahip değildir[19].
Üçüncü olarak bu yaklaşım, 1980 ve 1990’lı yıllarda burjuvazi ve sağcı /muhafazakar iktidarlar (Reagan, Thatcher, Özal) tarafından halkın refahını artırmaya dönük kamusal müdahalelerin azaltılması, sosyal devlet uygulamalarının giderek ortadan kaldırılması, özelleştirmelerin yapılması, kısaca neo liberal stratejinin ana politikaları olan serbestleştirme, regülasyon ve mali disiplinin hayata geçirilmesinde bir teorik dayanak olarak kullanılmıştır. Bu anlamda 1980’li yıllardan itibaren hayata geçirilen neo-liberal birikim stratejisinin meşrulaştırılmasında bir ideolojik arka plan görevi yapmıştır.
Dördüncü olarak, bu yaklaşımın azgelişmiş ülkelerdeki devlet ve bütçe oluşumunu açıklama ile ilgili ilave sorunları söz konusudur. Zira bu yaklaşım, emperyalizme bağımlılık, IMF (stand by kredileri için koyduğu şartlar), Dünya Bankası ve DTÖ gibi uluslararası örgütlerin bütçenin oluşumundaki etkilerini görmezden gelir.
Son olarak, bu yaklaşım ve bunu benimsemiş bulunan politikacılar her ne kadar kapitalist devleti özel sektörün üzerinde bir kambur olarak görseler de bu durum gerçek değildir. Özellikle son ekonomik krizden çıkış için kullanılan devlet politikaları,devletin,artı değer sömürüsüne dayalı sistemi ayakta tutmaya yarayan çok önemli bir araç olduğunu ortaya koymuştur[20].
Sosyal Demokrasi ve Devlet
Keynes, Beveridge ve 2. Paylaşım Savaşı sonrasında Musgravegibi iktisatçılar tarafından temsil edilen bu ekole göre kapitalist devletin temel görevi, tam istihdamın sağlanması ve sosyal adalete uygun bir yeniden bölüşümügerçekleştirmektir. Ancak böyle bir yeniden bölüştürücü devlet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, kapitalist üretim tarzının da dolayısıyla burjuva kapitalist düzeninin de, koruyucusudur. Onu politik ve iktisadi krizlere karşı korur ve gerektiğinde kamu yararı için ekonomiye müdahalelerde bulunur, düzenlemeler yapar.
Uzunca bir süredir Keynes ve sosyal demokrat hükümet politikaları birbirine eş tutulmuştur. Oysa Keynes’in sosyal demokrasiyle ilişkisi tam istihdamın sağlanması ve gelirin yeniden bölüşümüyle sınırlı kalmıştır. Nitekim Keynes 1936 yılında yazdığı Genel Teori’ de piyasaları tam istihdamı sağlayamadığı ve geliri adaletsiz dağıttığı için eleştirirken, kapitalizmi bireysel özgürlüklerin, tercih hakkının ve girişimciliğin teminatı olarak görmüştür. Buna göre, devlet tam istihdam düzeyinde yatırım yapılmasını sağlayacak bir satın alma gücü yaratacak kadar harcama yapmayı garantilerse sanayi ve yatırımlar özel sektörün eline bırakılabilir[21]. Devlet bunu genişletici maliye ve para politikaları ile yapabilir. Yani faiz oranlarını sıfıra kadar çekerken milyarlarca dolarlık kamu harcaması ve büyük çaplı kamusal alt yapı projelerini hazırlatıp, ihale edebilir ya da kendisi bunları yapabilir. Ancak ikinci durumda dahi piyasalar esas, devlet sadece tamamlayıcı olduğundan yapılacak kamusal yatırımlar özel sektöre rakip değil, onun verimliliğini yükselten tamamlayıcı nitelikte yatırımlar olacaktır[22].
Nitekim ‘Kapitalizmin Altın Çağı’ olarak nitelenen 1945–1975 döneminin bir ürünü olan Keynesyen maliyecilerR. Musgrave ve P. Musgrave’ye göre[23], devletin iktisadi anlamda üç temel işlevi söz konusudur ve bu işlevler bütçenin hem niceliğinin hem de niteliğinin oluşumunu belirler : (i) Makroekonomik istikrar sağlamak (ekonomide fiyat istikrarı altında tam istihdamda dengeyi sağlamak ve bunu muhafaza etmek. Bunun için kamu harcamaları ve özel tüketim harcamalarını etkileyen vergi politikaları ve emek gücünün verimliliğini artırmayı hedefleyen sermaye ve teknoloji sübvansiyonları ve vergi indirimleri kullanılır) (ii) Kaynak tahsisinde etkinliğin sağlanması (dışsallıklarla mücadele ve özel sektör tarafından üretilemeyecek olan kamusal mal ve hizmetlerin üretilmesi ve bu yönlü vergi ve sübvansiyon uygulamaları) (iii) Yeniden bölüşüm ile gelir dağılımı adaletsizliğinin azaltılması (özellikle istihdam yaratan kamusal yatırımlar, yoksullara dönük sosyal harcamalar ve eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetlerine dönük kamusal harcamaların yapılması ve bu harcamaların finansmanının artan oranlı vergileme ile üst gelir gruplarından sağlanması).
Görüldüğü gibi burjuva ana akımın sosyal demokrat kanadında yer alanlar da bütçeyi sırasıyla; normatif açıdan ekonomik etkinlik ve sosyal eşitlikçi bir kamu harcaması ve vergilemenin nasıl olacağı ve ekonomik istikrarın nasıl sağlanacağı bağlamında ele almaktan öteye geçememektedirler.
Nitekim bu öneriler doğrultusunda 2008 krizi sonrasındaki devletleştirmeler ve şirket kurtarmaları için yapılanlar başta olmak üzere, kamu harcamaları bir bütün olarak büyük çapta artırılmış, buna karşılık özellikle de sermayeden tahsil edilen vergi gelirleri azaltılmıştır. Bütçeler hızla büyürken, ortaya daha önce görülmedik büyüklükte bütçe açıkları çıkmış ve bu açıkların kapatılması için yapılan iç ve dış borçlanmaların sonucunda kamu borç stokları hızla sürdürülemez düzeylere erişmiştir. Kısaca Keynesyen ya da sosyal demokrat devlet anlayışı, 1950–1980 döneminde sosyal devlet uygulamalarının bir gereği olarak büyük ve açık bütçelerin oluşumuna neden olurken, 2008 kriz sonrasında asıl olarak sistemi krizden çıkartmak için büyük bütçeleri devreye sokmak durumunda kalmıştır.
Marksist Devlet Teorileri
Öncelikle belirtilmesi gerekir ki Marx’n devlet üzerine görüşlerini içeren bağımsız bir çalışması mevcut değildir. Devlet üzerine ayrı bir çalışma yapmaya niyetlenmiş olsa da bunu gerçekleştirememiştir. Kapital’de ve aşağıda yer alan diğer bazı eserlerinde devlete ilişkin bazı referansları ya da tespitleri söz konusudur. Yani Marx’ın devlet üzerine yazdıkları diğer konularla kıyaslandığında ikinci planda kalmıştır. Devlet üzerine sözü edilen notları aydınlatıcıdır, ama yeterli değildir. Benzer referanslar Engels’in Anti-Dühring adlı eserinde yer almıştır, ama Engels’in devlet konusunu asıl olarak ele aldığı eser “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseridir.
Bu kapsamda başvurulacak kaynakların başında sırasıyla Komünist Manifesto(Marx ve Engels, 1848) , Fransa’da Sınıf Savaşları(Marx 1850, Engels derlemesi 1895), Louis Bonaparte’ın18 Brumaire’i (Marx, 1852), Fransa’da İç Savaş (Marx, 1871), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Engels, 1884), Anti-Dühring (Engels, 1874) ve Devlet ve Devrim (Lenin,1918) yer almaktadır.
Ancak bu eserlerin içinde ikisi, bugün de kapitalist devleti ve onun sosyal sınıflarla ve bütçe ile olan ilişkisini anlamada özellikli bir öneme sahiptir. Bunlardan ilki devlete yaklaşımda Marksist geleneğin oluşmasının temel taşı olan, Marx’ın 1871’de Paris Komünü sırasında kaleme aldığı “Fransa’da İç Savaş” adlı eseridir. Çünkü bu eserleMarx, Paris Komünü deneyiminden devlet ile ilgili asılolarak iki ders çıkartılmasını sağlamıştır. Bunlar sırasıyla, hazır devlet aygıtının işçi sınıfı tarafından kullanılamaz olduğu ve yıkılması gerektiği ve burjuva devletinin yerine konulacak olan yeni aygıtın çok iyi tanımlanması gerektiğidir.
İkinci kaynak Lenin’in “Devlet ve Devrim”idir.1917 Ekim Devriminin arifesinde, (Ağustos-Eylül 1917 aylarında) son taslağı yazılan bu eser Ekim Devrimi üzerinden teorinin pratiği açıklayabildiği en önemli eser niteliğini taşır. Lenin ve Bolşevikler, Marksist devlet teorisini tarihte ilk kez, Rusya’da başarılı bir biçimde uyguladılar ve kapitalist egemen sınıfı ve destekçilerini devirerek Sovyetler Birliği’ni kurdular.Böylece bu eserin en önemli yanı,Lenin’in kapitalist devlet ile proleter devrimi arasındaki bağı kurmasıdır.Zira Lenin’e göre devlet devrimsiz anlaşılamaz.
Kuşkusuz Lenin’in devlet ve devrim bağını kurmasının çok önemli iki özgül nedeni de vardı. İlk olarak,1. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşulları sınıf mücadelesini yükseltmişti, ama Avrupalı sosyalistler devlete bakış anlamında Marksist devlet teorisinden kopmuşlardı. Burjuva devletini yıkmak değil, onun içinde yer almak istiyorlardı. Nitekim Rusya’daki “Geçici Hükümeti” sahiplenmişlerdi. İkinci olarak 2.Enternasyonal’in güçlü partisi Alman SPD’si, oportünist ve şovenist bir çizgideydi bu da onun devlete yaklaşımını etkiliyordu[24].
Bu iki neden Lenin’i, “Devlet ve Devrim” adlı eseri aracılığıyla Marksist devlet teorisini güçlü bir biçimde canlandırma ihtiyacını karşılamaya güdülemiştir. Bu açılardan, Lenin için, 1848–1851 ve 1870–1871 dönemleri ve deneyimleri çok önemliydi.
“Devlet ve Devrim”in önemi bununla sınırlı kalmaz. Nitekim Lenin’in kitaba yazdığı Önsöz’de yaptığı devlet tanımı bugün de geçerliliğini çok canlı bir biçimde korumaktadır. Çünkü Lenin devletin işçi sınıfı üzerindeki baskısının devasa boyutlara ulaştığını anlatırken bu devleti “güçlü kapitalist birliklerle, organizasyonlarla bütünleşmekte olan bir devlet”[25](tekelci devlet) olarak tanımlamaktadır.
2008 kapitalist krizinin ardından geçen altı yılda,büyük banka ve şirket kurtarmaları, sermaye destekleri ve sübvansiyonları, vergi indirimleri ve nakit yardımları biçiminde görülen başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyadaki örnekler, kapitalist sınıfın örgütleri ile (başta finans kapital örgütleri olmak üzere) ulus devletlerin nasıl bütünleşmiş olduklarını ortaya koymaktadır. Kapitalist devletin sınıf karakteri 2008 krizi sonrasında emekçi halklara zorla uygulatılan kemer sıkma politikaları ve işçi sınıfını düşük ücretle çalışmaya razı, güvencesiz ve örgütsüz bir sınıf haline getirmeyi hedefleyen emek karşıtı yasalar ve düzenlemelerde kendisini ortaya çıkartarak Lenin’i doğrulatmıştır.
Benzer bir biçimde Lenin, Önsöz’de, döneminin, özellikle de Avrupa’daki işçi örgütlenmeleri önderlerinin içine düştükleri ve kısa vadeli çıkarları gözeten oportünist politikaların nasıl bir ‘tarafsız devlet’ algısının yaratılmasına ya da var olan böyle bir algının güçlenmesine neden olduklarını, bunun da sınıfın birleşik mücadelesinin önündeki engellerden biri olduğunu, “devlet ile ilgili oportünist yargılardan işçileri kurtarmadan, işçileri burjuvazinin etkisinden kurtarmak mümkün değildir” sözleriyle anlatır. Bugün de, sosyalist düşüncenin içinde bulunduğu kriz ortamında, devletin fırsatçı amaçlar için kullanılamayacağının işçi sınıfına ve onun önderlerine anlatılabilmesi için devletin sınıfsal karakterinin tam olarak bilinmesi güncel bir gereklilik olarak kendisini dayatmaktadır.
Devlet üzerine olan klasik Marksist yazının temel sonuçlarını şöyle özetlemek mümkündür:
(i) Devlet öncelikle bir zor örgütüdür. Sınıflı topluma özgü, özel bir kamu gücü, özel bir organdır.
Marx ve Engels devletin ilk kez Asya toplumunda gelişmeye başladığını ileri sürdüler. Buna göre, devletin ilk işlevi gruplaşan toplulukların ortak çıkarlarını korumaktı. Bu topluluklarda toprak üzerinde özel mülkiyet yoktu. Sonrasında sınıflı toplumların gelişimiyle devlet yeni bir işlev edindi. Önceleri grupların ortak çıkarlarını örgütlemek ve dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı onları korumak amacıyla oluşan devlet, o andan itibaren egemen, yöneten sınıfın yönetilen sınıfa karşı yaşam ve egemenlik koşullarını zorla sürdürme amacına da aynı derecede hizmet etti[26].
Lenin, devletin bir silahlı zor örgütü olduğuna vurgu yapar. Ona göre, devlet, öncelikle, tek uğraşı yönetmek, dolayısıyla da diğer insanları baskı altına alacakbir aygıta ihtiyaç duyan bir insan grubu ortaya çıktığı zamangelişmeye başladı. Yani ilk kez, ilk sınıflı toplum olan köleci toplumda ortaya çıktı. İşlevi ise, köle sahiplerinin köleler üzerindeki egemenliğini sürdürmesini sağlamaktı.[27]Burada Lenin, zor örgütü derken, bürokrasi, yargı, hapishane, polis ve ordu ile yani yasalar ve kolluk düzeni ile ilgili bir yapıdan söz etmektedir. Lenin’e göre bunlar bir devletin olmazsa olmazlarıdır[28].
Nitekim o yıllarda kapitalist devletlerin bütçesinin neredeyse tamamı askeri-savaş harcamalarına ve içerde gerçekleşen halk isyanlarını bastırmaya dönük polisiye harcamalara ayrılmıştır. 1870’lerde milli gelir içindeki payı % 11 ve 1920’ler’de % 18 olan kamu harcamalarının yarıdan fazlasının böyle bir zor aygıtı için ayrılmış olması tesadüf değildir. Bu durum burjuva iktisatçılarına esin kaynağı da oluşturmuş ve maliye teorisinde yer alan Peacock/Wiseman- Sıçrama Tezi’nin de ortaya atılmasına neden olmuştur[29]. Bu yazarlar hem 1. Paylaşım Savaşı hem de 2. Paylaşım Savaşı sırasında askeri harcamalardaki patlamalara dikkat çekerek, belki de farkında olmadan, kapitalist devletin olmazsa olmaz bu yönüne vurgu yapmışlardır.
Bu nedenle de bugün dahi Türkiye’de iç ve dış güvenlik adı altında savaş ve şiddete dönük harcamaların ilk sırada yer alması devletin öncelikli olarak bu zora dayalı bir aygıt olma gereğinin bir sonucudur. Bu durum 2010 yılından bu yana Yunanistan, Mısır, Tunus gibi ülke örnekleriyle de kanıtlanmış ve kapitalist devletin bu öz işlevinin, yani finans kapitalin, diktatörlerin ve emperyalistlerin çıkarlarını korumaya dönük özel silahlı organı olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
(ii) Devlet uzlaşmaz sınıfsal çatışmaların bir sonucudur.
Marx, Engels ve Lenin’e göre uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflara bölünmüş toplumlarda devletin varlığı kaçınılmazdır. Çünkü mülkiyeti korumak, mevcut yasaları ve düzeni sürdürebilmek için, sömürenler, sömürülenleri baskı altında tutacak bir aygıtı geliştirmek ve denetlemek zorundadırlar.
Bir başka anlatımla, ilksel toplumdan sınıflı topluma geçilince, başlangıçtaki ortak çıkarı koruma gereksinmesi, çoğunluğun azınlık tarafından sömürüldüğü bir üretim biçimini koruma gereksinimine dönüşmekte, bu da devleti var etmektedir.
Uzlaşmaz sınıf çıkarları ve devletin oluşumu fikri Engels’te çok nettir. Engels tarihsel gelişim süresince, her toplum biçiminde devletin var olmadığından başlayarak, devletin oluşumunu uzlaşmaz çıkarlara sahip sosyal sınıfların ortaya çıkmasına bağlar. Böyle bir uzlaşmazlık durumu toplumu parçalayabilecek niteliğe sahip bulunduğundan, toplumun üzerinde olan bir güç ancak bunu önleyebilecektir, işte bu ihtiyaç, Engels’e göre, devletin doğmasına neden olmuştur. Böylece toplumun içinden doğan ancak giderek kendi varlığı üzerinden şekil alan bu organın adı devlettir. Diğer taraftan toplumsal sınıfların üzerindeymiş gibi duran bu organ gerçekte ekonomik olarak en güçlü olan sınıfın bir organıdır ve ekonomik olarak egemen olan sınıf, devlet sayesinde politik olarak da egemen sınıf haline gelir[30]. Bu durum devleti ‘meşrulaştırılmış zorun kullanımına sahip bir kurum’ olarak ele alan yaklaşım ile de uyumludur. Ayrıca Engels’in devlete ilişkin yaklaşımında, devletin, egemen sınıfın bir aracı olarak tanımlandığı da açıktır.
Ana akım burjuva ideolojisi, devletin toplumsal işbölümünün gelişimi sırasında ortaya çıktığını ileri sürse de, gerçekte sömürüye dayalı tüm toplumlarda devletin başat işlevi sömürenlerin mülkiyetini ve düzenini koruyup sürdürmektir. Sömürünün olmadığı veya ortadan kaldırıldığı toplumlarda düzen devlet olmaksızın korunmuştur. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin tesisi mevcut değilse sömürü de yoktur, sınıflar da yoktur, bu nedenle devlete de ihtiyaç yoktur[31]. Bir başka anlatımla, komünist topluma ulaşıldığında sosyal sınıflar ortadan kalkmış ve devlet de sınıfsal bölünmeden kaynaklı olarak toplumun üzerinde duran bir güç olduğu için, ortadan kalkan sınıflarla birlikte,ortadan kalkmış olacaktır.[32]
Kısaca, işçi sınıfı sömürülmeseydi ve bu sömürüye karşı kaçınılmaz bir mücadele eğilimi içinde olmasaydı, sermayenin özel silahlı bir aygıt yaratmasına gerek kalmazdı. Bu durumu Engels, şöyle özetlemektedir: “Devletin rolü, uzlaşmaz çatışmayı frenleyip, kontrol etmek, bu çatışmanın düzeni bozmasına engel olmaktır”. Ancak bunu yaparken devletin, taraflı, sınıfsal niteliği de ortaya çıkar. Devlet sırasıyla, mevcut düzenin, yani statükonun koruyucusu olduğu (statüko sermayeden yana işler) için ve toplumsal zenginliklere sahip sermaye sınıfı devleti kontrol edebildiği için, sosyal sınıfların çıkarları karşısında tarafsız kalamaz[33].
Devletin özgün bir biçimi olarak kapitalist devlet kendinden önceki sınıflı toplum devletlerinden farklılaşır. Şöyle ki denetimini tüm toplumun zorlayıcı gücüne odaklanarak yapar. Yani feodal beylerin, topraklarında çalıştırdıkları köylüler üzerindeki güçlerini doğrudan ve kişisel olarak yaptıkları feodaliteye kıyasla, kapitalist devlet, sınıfsal zoru, gücü merkezileştirir ve resmileştirir. Bunun için polis, yargı, ordu, gizli servis, memurlar gibi ücretlilerden oluşan çok büyük bir ağı kullanır. Yasalara uyma zorunluluğu önemli ölçüde resmi eşitliği beraberinde getirirken aynı zamanda kral ve kraliçenin kaprislerinin de yerini alır[34].
Böylece Marx, Engels ve Lenin’de devlet; öncelikle sonsuza kadar var olan bir şey değil, tarihsel bir olgudur. Çünkü sınıflı toplumların ortaya çıkışından önceki toplumlarda mevcut olmamıştır (örneğin Marks ve Engels’in ilksel komünizm adını verdikleri “avcılık toplayıcılık” dönemlerinde devlet yoktu).İkinci olarak, devlet toplumda var olan uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları sonucunda doğmuştur. Üçüncü olarak, sosyal sınıflar karşısında tarafsız değil, bir sınıf egemenliği aracıdır. Son olarak Marksist Leninist devlet kuramının ayırt edici özelliği sosyal sınıflar ve sömürü arasındaki bağlantıya yaptığı net vurgudur.
(iii) Özgül bir sınıf egemenliği biçimi özgül bir devlet biçiminde somutlanır. Bu nedenle özgül devlet biçimini çözümleyebilmek için, özgül sömürü tipinin iyi belirlenmesi gerekir. Ancak bu tek başına yeterli değildir.
Marx’a göre (Kapital), üretim ilişkilerinden doğan ekonomik topluluğun bütün yapısı ve onunla birlikte özgül siyasal yapısı da alt yapı üzerinden şekillenir. Emeğin toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belirli bir aşamaya denk düşen bu ilişki daima, egemenlik ve bağımlılık arasındaki ilişkilerin siyasal biçimini içeren, bütün toplumsal yapının en gizli sırrını, kısaca devletin özgül biçimini açığa vurur. Ama bu aynı ekonomik temellere sahip her yerde, görünüşte sonsuz farklılıkların ortaya çıkmasını da önlemez. Zira bu tür değişiklikler sayısız görgül koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkiler gibi etmenlerin ürünüdürler”[35].
Kısaca, aynı ekonomik temellere, aynı sömürü tipine (örneğin kapitalist artı değer sömürüsü) sahip olmasına rağmen, toplumlarda farklı devlet biçimlerinin görülmesi (aristokratik, cumhuriyetçi-demokratik gibi), toplumun fizyolojik ve biyolojik çevresinin ayrıntılarının, teknolojik gelişmenin derecesinin, köylülük ve küçük üreticiler gibi diğer sınıf ya da sınıf katmanlarının oynadıkları rollerin farklılıkları gibi faktörlerle açıklanabilir.
(iv) Sınıf egemenliği uygulamasının farklı yöntemleri vardır. Bu bazen hukuk çerçevesi istikrarlı bir yapıda (demokrasi), bazen de mevcut yasaların askıya alınması biçiminde(dikta rejimleri) gerçekleşir.
Demokrasinin en yalın tarifi halkın egemenliğidir. Ancak en saf anlamında dahi burjuva demokrasisi egemenliği asla halka devretmez. Gerçekte son derece çeşitlilik gösterebilen burjuva devlet biçimleri özüitibariyle aynıdırlar. Son çözümlemede, bütün bu devletler şu ya da bu biçimde, ama zorunlu olarak bir burjuva diktatörlüğüdür. Diktatörlük ise bir egemenlik yöntemidir. Yani yaygın olarak benimsenen görüşün aksine, diktatörlük demokrasi ile çelişecek, demokrasiye karşıt olacak bir devlet biçimi değildir.
Bir başka deyişle, demokrasiözünde,çoğunluğu oluşturan emekçi sınıfların adına burjuvazi tarafından yönetmeyi meşrulaştıran bir kavram olarak kullanılmaktadır. Nasıl ki ekonomi literatüründe “daraltıcı maliye politikaları” ya da “miktarsal sıkılaştırma” gerçekte halka kemer sıktırmak için, maliye literatüründe “vergi barışı” vergi kaçakçılarını ve“varlık barışı” yurt dışına servetlerini kaçıranları affederek halkın gözünde meşrulaştırmak için üretilmiş kavramlarsa, derinde, demokrasi kavramının da burjuva egemenliğini perdelemek ve halkın gözünde meşrulaştırmak amacıyla kullanıldığı ileri sürülebilir.
Kapitalizm, piyasalar ve demokrasi kavramlarının yan yana, hatta birbirinin özdeşi olarak kullanılmasının nedenlerini anlayabilmek için tarihe bakmak yeterlidir.
Feodalite döneminde burjuvazi, her ne kadar sömüren bir azınlık konumunda olsa da, feodal aristokrasinin kurallarına tabi olduğu ve feodal devlet ve onun yönetimi ile çelişkisi olduğu için, ona karşı yürüttüğü mücadelede kendisini ezilen tüm toplumun temsilcisi olarak gösterme gayreti içinde davrandı ve o nedenle de bugünün burjuva demokrasisinin temellerini oluşturan eylemliliklere ve düzenlemelere destek verdi. Burjuvazinin yükselişi 1789 Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, monarşi ve otokratik yönetimlerin karşısında parlamenter yönetimlerin savunusu ve bunlar için verilen mücadelelerle birlikte yürüdü[36].
Ancak uygulamada insan ve evrenselliğe yapılan vurguların hep büyük istisnaları oldu. 1689 Bill of Rights’da Katolikler, Amerikan Devrimi sırasında siyah köleler ve kadınlar, yerliler istisna edildiler. Buna karşılık özel mülkiyet hakkı en kutsal hak olarak yerini hep korudu. Dolayısıyla genel oy hakkı emekçi sınıfların mücadeleleriyle elde edilen bir hak oldu. Öyle ki 19.yy’ın en önemli liberal felsefecilerinden J. S. Mill bile işçilerin çoğunluğu ellerine geçirebileceği endişesiyle genel oy hakkına karşı çıkmıştı[37].
Kapitalizm ve piyasaların kökenleri ile demokrasinin kökenlerinin özdeş görülmesinin ya da piyasaların demokrasiyi geliştirdiği inancının nedeni, eğer sınıfsal tercihler değilse,Avrupa tarihinin yanlış okunmasıdır. Avrupa’da demokrasinin ve kapitalist piyasalarının gelişiminin aynı döneme rastlaması, ikincisinin birincisinin nedeni olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Yukarıda da vurgulandığı gibi kapitalist piyasaların kapitalizm öncesi (feodal) yapıları zayıflatması sürpriz değildir. Buradaki sorun piyasaların ortaya çıkardığı yeni ekonomik gücün demokratik gelişim için zaruri nitelikte olup olmadığıdır. Kapitalist piyasalara, demokrasi konusunda hak ettiklerinin üzerinde bir kredi vermek, 17–19.yy’da monarşi ve feodallere karşı mücadele veren Avrupalılara ve 20. yy.’da faşizme karşı mücadele eden halklara karşı yapılmış bir haksızlıktır.[38]
Kaldı ki, burjuvazinin, sınıfsal egemenliğini perdeleyen burjuva demokrasilerine deilelebet sadık kalmadığı,geçmişte İtalya, Almanya, İspanya ve Portekiz faşizmi ve Batı destekli Latin Amerikave Türkiye’de 12Eylül 1980 askeridarbesi gibi darbeler sonrasında kurulan askeri diktatörlük örnekleriyle görülmüştür. Keza yakın tarihte, 2008 krizi sonrasında, Avrupa’da İtalya ve Yunanistan’da kurulan sırasıyla Monti ve Papademos Teknokrat Hükümetleri, burjuvazinin ihtiyaç duyduğunda, özellikle iktisadi ve siyasi krizler sonrasında, burjuva demokrasilerinden vazgeçmeye ve finansal oligarşik diktatörlüklere yönelmeye eğilimli olduğunu ortaya koymuştur.
Gerçekte burjuva demokrasisinin bir burjuva diktatörlüğü olmasını açıklayan yeterli nedenler mevcuttur[39]:
İlk olarak, en demokratik biçimde seçilmiş bir parlamento ve hükümet dahi temel üretim araçlarının ya da servetin sahibi değildir. Bu araçlar seçilmemiş kapitalistlerin elinde kalmaya devam ederler. Seçilmiş hükümetler ise, piyasalar, şirketler (genelde burjuvazi) tarafından kabul gören sınırlar içinde yönetirler ve yeri geldiğinde sermaye kaçışları, ulusal paralar üzerindeki spekülatif ataklarla hizaya getirilirler.
İkinci olarak, seçilmiş parlamentolar, silahlı kuvvetler, polis gücü, yargı, bürokrasi gibi organlardan oluşan bir devlet yapısının sadece bir parçasını oluştururlar. Ayrıca parlamentolar katı bir hiyerarşiye sahiptir ve sosyal, ekonomik ve ideolojik olarak güçlü bağlarla burjuvazinin çıkarlarına bağlı olarak işlev görürler.Toplumun üzerindeki zor gücünün sahibi olarak devlet ise, bu zor gücüne dayanarak, hükümet politikalarının biçimi üzerinde kilit rol oynadığı gibi, gerektiğinde askeri darbeler aracılığıyla seçilmiş hükümetleri alaşağı edebilir.
Üçüncü olarak, Marx’ın da vurguladığı gibi toplumdaki geçerli fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Tüm politik süreç kapitalist ideolojinin varsayımlarına göre şekillenir. Bu varsayımlardan en önemlisi ise kapitalist üretim ilişkilerinin ve kârın doğal ve değiştirilemez olduğudur. Bu varsayımlar kapitalistler ve devlet denetimindeki medya tarafından spesifik politikalara ve davranış biçimlerine dönüşür (kemer sıkmanın gerekliliği ve grevlerin sorumsuzluğu gibi). Dahası kapitalistlerle emekçi sınıflar arasındaki devasa eşitsizlik seçimler de dâhil politik mücadelenin eşitsiz bir biçimde yürütülmesinin nedenidir[40].
Dördüncü olarak, kapitalizm altında günlük yaşamlarımızın yabancılaşması, sömürüsü ve baskılanması sonucunda yoksulların ve emekçilerin önemli bir kısmı kendisini toplumdan o denli soyutlanmış hisseder ki politika ile olan ilgisini neredeyse tamamen keserler. Oy vermekten kaçınma bu nedenle de en alttakilerde çok daha belirgin bir davranışa dönüşür.
Beşinci olarak, hangi biçimde olursa olsun burjuva demokratik seçimleri ya da seçim sistemleri gerçek demokrasiyi küçültür, etkisizleştirir, zira seçmenler atomize bireyler olarak sadece her dört ya da beş yılda bir ve çok yaygın seçim bölgelerinde, tanımadıkları, sonrasında hesap sormalarının imkânsız olduğu milletvekillerini seçerler. Bu nedenle de bu vekillerin yozlaşmaları ve kendi seçmenlerinin çıkarlarına ihanet etmeleri son derece mümkün hale gelir[41].
Diğer taraftan Leninist Devlet Teorisi içinde, diktatörlüğün, “sınıf egemenliğinin özel bir yöntemi” olarak tanımlanması da söz konusudur. Bunun anlamı şudur: Sınıf egemenliğinin asıl olarak diktatörce olduğunu ileri sürmek, diktatörce yöntemlerin her zaman değişmeksizin, hep aynı biçimde uygulandığı anlamına gelmez. Fakat bu yöntemlerin, anayasal yöntemlerin olmadığı bir anlamda, sınıf egemenliği için gerekli olduğu anlamına gelir. Ve özgül olarak, diktatörce yöntemlerin bir sınıf egemenliğinin ilk kuruluşunda ve daha sonraları bir egemenliğin ciddi surette tehdit edildiği zamanlarda gerekli olduğu savına varır.Böylece Marksist devlet anlayışında, kapitalist bir toplumda, burjuva demokrasisinde bir anayasanın yaptığı şey, diktatörce kurulan bir sınıf egemenliğini dengeli ve kalıcı kılmak ve onaylamaktır. Keza ‘Doğal Hukuk’un ülküsel yönetimi ve ‘Pozitif Hukuk’un gerçek yönetimi, her ikisi de, değişen kesinlik dereceleriyle, egemen üretim ilişkilerini yansıtırlar[42].
(v) İşçi sınıfının alternatif devleti proletarya diktatörlüğüdür. Ancak işçi devleti giderek sönümlenen bir devlet olmak zorundadır.
Kapitalist devlete alternatif olarak sunulan ‘proletarya diktatörlüğü’, aslında Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkarttığı önemlibir ders ile ilgilidir. Zira daha önce de vurgulandığı gibi,Paris Komünü deneyimi Marx’a burjuva devletinin yıkılmasının gerekliliğini göstermiştir. Yerine konulacak olan ise Blanquistler’inin önerdiği cinsten, özyönetime dayalı komünlerden oluşan bir tür “federalizm” değil, kaçınılmaz olarak, merkezi bir işçi devletidir. Marx, bunun adını “proletarya diktatörlüğü” koyar. Zira sermaye sınıfının yoğunlaşmış gücü ve karşı devrimin potansiyel gücü ancak böyle bir yapı ile yenilebilir.[43]
Marksizm’in son tahlilde öngördüğü komünist toplum devletsiz bir toplumdur. Marx, her devleti, kalıcı bir egemen sınıfın oluşturulmasını teşvik edeceğinden, tehlikeli olarak görmüştür. Sadece bu nedenden dolayı dahi sosyalizmde işçilerin devletinin kapitalist devlet biçimlerinden farklı olması gerektiğini vurgular. Paris Komünü deneyiminden hareketle: “İşçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanmakla yetinmemesi, tersine, işçilerin devletinin radikal demokratik ilkelere dayalı olarak oluşturulmasının gerekliliğini”[44] vurgular.
Ayrıca, 18 Brumaire’de[45] Marx, devletin, toplumun ortak işlerinin ellerinden alınmasıyla oluştuğunu göstererek, devletin nasıl ortadan kalkacağına da işaret eder. Buna göre komünist toplumda bütün ortak işler resmi görevlilerce değil, gerektiğinde uzmanlar da kullanılarak, doğrudan doğruya ilgililerin ortak çabasıyla gerçekleştirilecek, yani komünist toplum çok daha kolektivist bir toplum olacağından, artık zora dayalı bir devlet aygıtı ve ücretli emek sistemine ihtiyaç kalmayacaktır. Engels de devletin tarihsel olarak sınıflı toplumlarda ortaya çıktığı tespitinden yola çıkarak, komünizmin alt evresi ile birlikte sınıfların giderek ortadan kalkacağından hareketle, işçi devletinin kurulduğu ilk andan itibaren sönümlenmek durumunda olduğunu vurgular. Engels’in proletarya devletini ‘yarı-devlet’[46]olarak tanımlamasının nedeni budur
Kısaca Marksistlere göre son tahlilde devlet ortadan kaldırılmalıdır. Burada‘son tahlil’den anlaşılması gereken eski düzenin dirilme olasılığının kalmaması, sosyalist sistemin tam bir güvence altında olması gibi koşulların gerçekleşmesidir. Ancak bu aşamadan sonra komünizmin temel ilkesi olan “herkesten yeteneğine, herkese ihtiyacına göre tahsis” hayata geçirilebilecektir[47].
(vi) Ekonomik alt yapıdaki gelişmeler siyasi üst yapıdaki değişimlerin ana kaynağıdır, ama siyasal üst yapı da ekonomide gelişmelerin yönünü ve temposunu etkiler. Devlet sadece bir üst yapı kurumu değildir.
Marx, alt yapı-üst yapı meselesini,“Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı eserinin Önsöz’ünde ele alır. Toplumun ekonomik yapısını, üstünde hukuki ve politik bir yapının şekillendiği gerçek temel olarak tanımlar ve şu vurguyu yapar: Hukuksal ya da siyasal biçimler kendi kendilerine anlaşılamaz ya da insan aklının genel bir gelişiminin bir ürünü olarak oluşmazlar, tam tersine hayatın maddi koşullarından kaynaklı olarak oluşurlar.Marksistler esas olarak, bu Önsöz’ü Tarihsel Maddeciliğin ana dokümanı olarak benimsediklerinden buradan şu sonucu çıkartırlar: Ekonomik alt yapı, devlet, hukuk ve ideoloji, gibi üst yapıyı zorunlu olarak belirler ve üst yapıya ait her olgunun alt yapıya uygun bir nedeni olmalıdır. Kısaca, siyasal iktidar ekonomik iktidara ve siyasal ilişkiler ekonomik ilişkilere bağlıdırlar (bu kuşkusuz, her şeyin ekonomik yapıdan türetildiğine ilişkin bir basit indirgemeye neden olacağı anlamında –ekonomizm- olarak eleştiriye tabi tutulmuştur)[48].
Bu tespitten de anlaşılacağı gibi Marksistler arasında yürüyen devlet tartışmaları genelde alt yapı / üst yapı tartışmaları ekseninde yürütülmektedir. Marx’ın buradaki vurgusu ise devlet, siyaset ve hukukun kendi içinden tam olarak anlaşılamayacağı, mutlaka ekonomik ilişkilerden oluşan bir temelle bağlantılanması gerektiğidir.
Dar anlamda bir indirgemecilikten sıyrıldığımızda bu savın, ekonomik gelişimin siyasal gelişime önceliğini ifade ettiği ileri sürülebilir. Aksi takdirde bu sav Tarihsel Materyalist genel kuram ile uyumlu olsa da, pratiktekitarihsel olayların somut akışı ile uyumsuzlukları açıklamakta zorlanacaktır.
Bu nedenle de bu tezi, ekonominin önceliğinin uzun dönem ve değişimin genel yönelimi için, devletin ekonomi üzerindeki etkisinin ve denetiminin ise çoğu kez kısa dönemdeki belirli değişim örnekleri için geçerli olduğu biçiminde anlamak gerekir.Yani bunu bir ekonomik gerekircilik olarak değil, siyasal ve iktisadi gelişim arasındaki asimetrik (bakışımsız) etkileşim olarak görmek daha doğrudur[49].
Bu tespitin önemli siyasal sonuçları söz konusudur. Zira devlet iktidarının ekonomik yapıya bağımlılığının derecesi, aşağıdan yukarı doğru bir devrimi mümkün kılarken, devlet iktidarının ekonomiden bağımsızlığı, “yukarıdan aşağı doğru bir devrim mümkün müdür” tartışmasını da beraberinde getirir.Somut olarak devletin yukarıdan aşağı ekonomiye müdahalesi, sömürenlerin çıkarlarını diğer sınıfların yararına denetlemeye yol açmaksızın, ayrı siyasal birimlerin iktisadi yapılarını değiştirmelerine neden olur. Diğer taraftan da sömürücülerin tikel çıkarlarını denetim altına alırken, onların uzun dönemdeki ortak çıkarlarını siyasal ve iktisadi düzende istikrar sağlayarak teşvik eder[50].
Alt yapı-üst yapı ilişkileri tartışmalarının merkezinde yer alan bir diğer husus devletin sadece bir üst yapı kurumu olup olmadığıdır. Marksistler arasındaki yaygın bir görüş, devletin kapitalist sisteme dışsal (exojen), bir üst yapı kurumu olduğudur. Yani devlet kapitalist üretim için politik bir önkoşul olsa da (yani mülkiyetin korunması, egemen sınıfın üyeleri arasındaki işlerin belli bir düzeyde organizasyonu, üretim için zorunlu alt yapı hizmetlerinin sunulması, toplumun diğer bölümlerinin gözünde bu faaliyetleri meşrulaştırmak için bazı reformların yapılması gibi), devlet, sistemin bizzat kendi içinde bir şey olarak tanımlanmaz. Devlete ilişkin böyle bir çıkarımın Komünist Manifesto’daki devlet tanımının dar anlamdaki bir yorumu olduğu söylenebilir. Zira orada devlet: “Tüm burjuvazinin genel işlerini yürütme görevli yönetim/icra kurulu” olarak tanımlanmaktadır[51].
Uygulamada burjuvazi nadiren bütünleştirici, dayanışmacı ve yapıştırıcı davranır. Zira Marx’ın başka yazılarında da belirttiği gibi kapitalizm iki ciddi bölünmeye yol açar: İlk olarak her ne kadar kapitalistler bir bütün olarak işçileri sömürme konusunda ortak çıkarlara sahip davransalar da birbirileriyle rekabet etmeye de zorlanırlar. İkinci olarak, kendi aralarındaki bu bıçağı kemiğe dayandıran rekabet nedeniyle devletin tüm burjuvaziyi temsil etmesi mümkün değildir. Bunun yerine devletler ekonomiye, ulusun, yani devletin coğrafi sınırları içinde hareket eden sermayenin çıkarlarını korumak adına yaratılan bir algı ile müdahale ederler. Bu da kaçınılmaz olarak bazılarını canla başla sahiplenirken diğer bazılarına parmak ucuyla desteği gerektirir[52].
Bu yaklaşımın izlerini Miliband’a ait “araçsal devlet” ya da “Poulantzas’a ait, kısmen toplumun ihtiyaçlarını karşılayan, sosyal sınıfların yoğunlaşmasının bir ifadesi olan “işlevsel devlet” tanımlarında sürmek mümkündür.Bu çağdaş iki yaklaşımın da ortak noktası ve siyasi sonucu devletin kapitalizmi reforme etmede kullanılabileceğidir.Bunlara göre, devleti yönetenler, bürokrasi, memurlar değiştiğinde devletin de niteliği değişir, yani devlet sosyalist amaçlar için kullanılabilir.
Kuşkusuz devlet iktidarının bazı eylemleri, sınırlı konularda ve sınırlı dönemler için, egemen sınıf çıkarının emekçi sınıflar lehine denetlendiği uzlaşmalar biçiminde olabilir. Bu, işçi sınıfının devleti reformlar yapmaya zorlamasıyla mümkün olur, ama sömürü sisteminin reformlarla yıkılabilmesi mümkün değildir. Örneğin Fordist dönemde hayata geçirilen düzenlemelerle mutlak artı değer çıkarımı azaltıldığında, sermaye, emek gücü verimliliğini yükselten bir otomasyon ile nispi artı değeri, dolayısıyla kârını artırabilmiştir. Yani kapitalist toplumda reformlar sömürüyü ortadan kaldırmazlar. Ama doğru bir önderlikle, reformlar için mücadele, devrimci güçleri örgütleyebilir ve eğitebilir.
Marksistler, radikal toplumsal değişim dönemlerinde belirleyicilik anlamında, ekonomik ve siyasal etmenlerin eşitliğini, hatta siyasetin önceliğini ve üstünlüğünü reddetmezler. Marx böyle bir durumu Kapital’de, feodal toplumdan kapitalizme geçişi anlatırken, ilkel sermaye birikiminin temel kaynaklarına vurgu yaparken açıklar: Altın, gümüş ve kıymetli diğer madenlerin keşfi, köleleştirme, Doğu Hint Adalarının fethi ve yağması, Avrupa’da kamu borçlanması, modern vergileme ve korumacılık yöntemlerinin hepsi kısmen kuvvete, örneğin koloni sistemine dayanmıştır. Feodal üretim biçiminden kapitalist üretim biçimine dönüşümü, uygun bir ortam yaratarak, bu dönüşümü hızlandıran, geçiş sürecini kısaltan faktör, devlet gücü, toplumun merkezileşmiş ve örgütlenmiş gücü ile olmuştur. “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zor başlı başına bir ekonomik güçtür”.[53]
Zorun üstünlüğü ve önceliğini zorun ortaya çıktığı iktisadi koşullardan bağımsız olarak ele alan devlet kuramları, ekonomik iktidarın politik iktidarın bir ürünü olduğunu ileri sürerler. Örneğin Bakunin’e göre sermayeyi devlet yaratmıştır. Kapitalistler, ancak devletin kayırması sayesinde sermaye sahibi olabilirler. Bunun siyasal sonucu ise devletin ortadan kaldırılması halinde sermaye düzeninin ortadan kaldırılacağı şeklindedir[54] (oysa Marksistlerin bu konudaki temel görüşü, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle birlikte mülksüzleştirenler mülksüzleştirilerek, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin ortadan kalkacağı ve üretici güçlerin özgürleşme sürecinin başlayacağı, böylece sermayenin gücünün ortadan kalkmasıyla daha başlangıçta devlet olmayan devlet olarak örgütlenen devlete de giderek ihtiyacın kalmayacağıdır).
Günümüzde bu yaklaşımın, daha çok az gelişmiş ülkelerdeki özel sermaye birikiminin yetersizliği noktasından hareketle, “devlet eliyle ulusal burjuvazi yaratma” ya da “sermayenin devletin sırtından palazlanması” biçimindeki tezler üzerinde etkili olduğu ileri sürülebilir.
Marksist devlet kuramının temel felsefesi olan Tarihsel Maddecilik, toplumsal değişimde zorun önemli olduğunun altını çizerken, siyasal gücü, kökeni ve sonuçları bakımından iktisadi ortam içinde ele alır. Siyasal güç, ekonomik temelini koruduğu ve geliştirdiği ölçüde ve sürece devam ettirilebilir ve artırılabilir. Barbarların istilası gibi örnekler dışında, bir ülkenin iktidarı o ülkenin ekonomik gelişimiyle çelişkiye düşerse, mücadele her defasında siyasal iktidarın yıkılışıyla son bulur[55].
(vii)Finansal krizlerin sıklaştığı bu çağda, devletin bir diğer asli görevi kapitalist sistemi ve finans kapitali kurtarmaktır.
Kapitalist devletlerin, uyguladıkları ekonomi politikaları bağlamında, asli görevleri arasında özellikle büyük sermayenin çıkarlarının korunması vardır. Bu yönde bir koruma için, ulusal paranın istikrara kavuşturulması, bu yönde denetimin gözetimin sağlanması, emek gücü arzının yeterince kesintisiz sürmesinin garantilenmesi, duruma göre ulusal piyasalar için koruma sağlanması (özellikle yeni gelişen sanayiler), emperyalist amaçlar için silahlı kuvvetlerin harekete geçirilmesi gibi görevler yer alır.
Ancak özellikle de, 1970’lerden itibaren kapitalizmin krizlerinin sıklaşması ve giderek derinleşmesi, eskisi gibi belli periyodların ardından kolayca krizden çıkılamaması, tam tersine en iyi ihtimalle uzatılmış, yıllar süren büyük resesyonların içinde sürüklenmesi gibi nedenlerden dolayı merkez bankaları devreye sokularak “miktarsal kolaylaştırma” adı altında piyasalarda likidite düzenlemesi yapılmakta, büyük firmaların ani iflasları ve ulusal ekonominin karşı karşıya kaldığı riskler nedeniyle trilyonlarca dolarlık banka ve şirket kurtarmaları ve devletleştirmeler gerçekleştirilmektedir. Diğer yandan aynı devlet, kendi mali krizini önleme gerekçesine sığınarak, en geniş emekçi yığınları yoksullaştırıcı, mülksüzleştirici, işsiz ve evsiz bırakan kemer sıkma politikaları da uygulamaktadır. İşte bu işlev özellikle 2008 krizi sonrasında kapitalist devletin ön plana çıkan en önemli işlevlerinden biri olmuştur.
Bu durum, kapitalist devletin, özellikle de kriz dönemlerinde, özel sektörün üretimininanasatın alıcısı olduğu, piyasa yapıcısı olduğu ve alt yapının gardiyanı ve garantörü olduğu gerçeği ile de uyumludur.Nitekim devasa boyutlardaki çok uluslu şirketlerin, sanıldığının tersine, kendi çıkış kaynağı olan ülkelerindeki faaliyetlerini hala güçlü bir biçimde sürdürdükleri, yani kendi ülkelerindeki devletler ile gömülü olarak faaliyet sürdürmeye devam ettikleri görülmektedir. İlave olarak devlet, emek gücüne ilişkin düzenlemeleri oluşturmakta, sermaye için vergi indirimleri ve sübvansiyonlar sağlamakta ve düşmanca ele geçirmelere karşı şirketleri korumakta ve şirket birleşmelerini teşvik etmektedir[56].
1970’lerde ve 1990’larda, Marksist iktisatçı James O’Connor belirttiği gibi, devletin önemli işlevleri olmuştur.Buna göre, devlet özel sektör üretiminin temel alıcısı, alt yapı yatırımlarının yapılmasındaki ana aktör, emek gücü piyasalarının düzenlenmesi ve vergi indirimleri ve sermaye sübvansiyonları aracılığıyla alt yapıdaki sermaye birikiminin en temel destekçisi ve verili bir anda böyle rejimin koruyucusudur.
O’Connor’a göre[57], göre, kapitalist devlet birbiriyle genelde çatışan iki işleve sahiptir; “sermaye birikimi” ve “meşrulaştırma”. Yani devlet bir yandan özel sermaye birikimini kârlı kılabilecek koşulları yaratmalı, diğer yandan sosyal uyumu / uzlaşmayı muhafaza etmelidir. Kapitalist devlet açıkça bir sınıfın aleyhine sermaye birikimine destek olmak için zor gücünü kullandığında, meşruiyetini ve toplumsal desteğini yitirir. Diğer yandan, özel sermaye birikimine yardımcı olmayan devlet ekonominin artı değer üretimi, böylece de bu artı değerden vergi alma biçimindeki önemli bir gelir kaynağını böylece de gücünü yitirme tehlikesi ile de karşı karşıya kalır.Bu bağlamda kapitalist toplumda, devlet bütçesinin önemli unsurları olan kamu harcamaları, vergiler ve borçlanma, başta yukarıda sayılan kârlı bir sermaye birikimini mümkün kılmak olmak üzere sermaye sahibi sınıfın ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eder.
Öncelikle kamu harcamaları (örneğin otomotiv alımı) başta olmak üzere, devlet, özel sektör üretiminin en önemli pazarıdır. Daha önce de vurgulandığı gibi özellikle kriz dönemlerinde, geçici bir çözüm olsa da, aşırı üretimin eritilmesinde en etkili kaynaktır.
Keza büyük alt yapı projeleri (oto yollar, hava alanları, enerji santralleri, demiryolları gibi), üst yapı inşaat işleri (örneğin TOKİ) ve bunlara ilişkin ihaleler için yapılan harcamalar sermaye ve servet birikiminin önemli kaynaklarıdır. Örneğin Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde sermaye sınıfının gelişiminin en önemli yollarından biri devletin sırtından palazlanmak biçiminde olmuştur[58]. 1930’lu yıllarda, devlet eliyle burjuvazi yaratma çabalarına ve girişimlerine uygun olarak bugünün çok güçlü sermaye grupları devlet girişimleri (KİT’ler) ve bütçe kaynakları üzerinden oluşturulmuş ve bu strateji, 1963–1980 planlı kalkınma döneminde ithal ikameci sanayicilerin korunması ve geliştirilmesi, sonrasına denk düşen ihracata dönük neo-liberal birikim stratejisinin uygulandığı dönemde ise büyük dış ticaret şirketleri, oligopol konumundaki ihracatçılar, yine devlet eliyle (ihracat teşvikleri, kaynak kullanımı destekleme nakit primleri, ihracatta vergi iadeleri vb) korunup kollanmışlardır. 1990’larda finans kapitalin açıktan desteklenmesine dönük devlet ve bütçe desteği, 2003 yılından itibaren sıcak para ile döndürülen birikim modeline uygun olarak asıl olarak inşaat sektörünün devlerinin yaratılmasına ve desteklenmesine dönük olmuş ve birikim banka- inşaat –gayrimenkul ve kentsel talan ve rant üzerinden sürdürülmüştür.
Kısacası Türkiye’de sermayenin devlet eliyle palazlanması deneyimi, A.Smith’in “piyasanın görünmez elinin” aslında “kapitalist devletin görünmez eli” olduğunu ortaya koymuştur.
Bu bağlamda kamu harcamalarının yukarıda sözü edilen iki işleve uygun düşen ikili karakteri mevcuttur. Bunlardan “sosyal yatırım” (tekno parklar, alt yapı vs) ve emek gücünün yeniden üretim maliyetini düşüren “sosyal tüketim” (sosyal güvenlik, sosyal sigorta) şeklindeki “sosyal sermaye harcamaları” özel sermayenin kârlılığını artırıp, artı değeri büyüterek ilk işleve hizmet eder. Kamusal sağlık, eğitim, işsizlik yardımları ve sosyal yardımlar gibi ikinci grupta yer alan “sosyal harcamalar” ise devletin meşruiyetini böylece de sosyal uyumu kolaylaştıran kamusallık derecesi yüksek harcamalardır[59].
Bir başka anlatımla, sosyal sermaye biçimindeki devlet harcamaları özel sermaye birikimini hızlandırır. Bu, insanlar, işçiler, toplum ve çevre üzerinde tahrip edici etkilere neden olur ve bu etkiler sonucunda muhalif emek hareketleri ve toplumsal hareketler yükselir. Bu hareketler ya bu olumsuzlukların önlenmesini ya da zararlarının tazmin edilmesini isterler. İşte bu talepler karşısında devlet özel sermaye birikiminin bu kötü etkilerini meşrulaştırmak ya da yumuşatmak için sosyal harcamalara başvurur. Diğer taraftan sosyal harcamalar artı değer çıkarımında ve potansiyel özel sermaye birikiminde azalma anlamına gelir ki bütçe üzerinde sınıfsal kavga burada da ortaya çıkar[60].
Ancak, 1980 sonrasında küreselleşme, neoliberalizm ve reel sosyalizmin çöküşü gibi sermayenin hegemonyasının yeniden ve daha güçlü bir biçimde kurulmasını sağlayan bazı faktörler, maliye ve bütçe politikaları ve kamu harcamalarının niteliksel ve niceliksel dönüşümleri üzerinde ve vergi yükünün sosyal sınıflar arasında yeniden dağılımı üzerine çok etkili olmuştur[61]. Artık örneğin neo-liberal ideoloji altında bir yandan kamu harcamaları bir bütün olarak verimsiz ilan edilirken, özel sermaye birikimini hızlandırmak için sermayenin vergi yükünün azaltılması savunulmakta, diğer yandan, ücretler sadece bir maliyet unsuru olarak görüldüğünden, hem baskılanmakta hem de vergi yükü ücretliler üzerine kaydırılmaktadır. Ayrıca Türkiye’de olduğu gibi, sistemin yoksullarının devlet bütçesi ile ilişkilerinin kesilerek, kaynaklarının önemli bir kısmı bütçeden yapılan aktarmalar olsa da, sadece bütçe dışı bir fondan (Sosyal Yardım ve Dayanışmayı Teşvik Fonu) ve gönüllü hayırseverlik kurumu üzerinden doyurulması, sermaye sınıfının kamu harcamalarını dolayısıyla da devlet bütçesini sistemi meşrulaştırmak için kullanma ihtiyacının giderek azaldığını da ortaya koymaktadır.
(viii) Kapitalist devlet esas olarak egemen sınıf olan sermaye sınıfı ile ilişkilenmiş olsa da göreli olarak sermayeden özerk davrandığı durum ve örnekler de mevcuttur.
Sermaye ile devleti özdeşleştiren, yaklaşım yaygın olmasa da, sol içinde mevcuttur. Bunun kaynağının Bukharin ve Lenin’in devlet tanımlarının dar biçimde yorumlanması olduğu söylenebilir. Zira bu yazarlar devletin sermaye ile bütünleştiği tekelci devlet kapitalizminden söz ederler. Ya da basitçe “devlet kapitalizmi” tanımını kullanırlar. Tony Cliff de benzer bir yaklaşımla Stalin sonrası dönemi tekelci devlet kapitalizmi olarak tanımlamıştır. Mike Kidron ise daha ileri gider. Ona göre eskiyen, yaşlanan kapitalizmde tikel sermaye ve tikel devlet birbiriyle tam olarak örtüşür hale gelirler ve her devlet ulusal olarak temellenmiş sermayenin buyruğu altına girer.Her önemli sermaye belirli bir devlet içinde anonimleşir, bütünleşir. Yani örneğin İngiliz kapitalizminden söz ediyorsanız, İngiliz devletinin çıkarlarından söz ediyorsunuz demektir, vice versa[62].
Ancak hem devleti sadece bir üst yapı kurumu, hem de sermayenin çıkarları ile tam örtüşmüş bir yapı olarak görmenin çok önemli bazı açmazları mevcuttur. Örneğin eğer devlet sadece bir üst yapı kurumu ise altta ve üstte ortaya çıkan sorunlar birbirinden bağımsız kabul edilmelidir. Bu bağlamda militarist uygulamalara, polis baskısına, ırkçılığa ve şoven devlet politikalarına karşı verilen mücadelenin sınıf mücadelesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu yaklaşım, Kautsky ve Bernstein’in, 1.Paylaşım Savaşı sırasında, bu savaşı bir iç savaşa dönüştürme önerisine karşı çıkarak, kendi devletlerinin savaşçı politikalarını desteklemeye neden olan bakış olarak tarihe geçmiştir[63].
“Devlet ve sermayenin tam örtüşmesi tezi” ise, devletin baskı ve zulmünü kaçınılmaz olarak sermaye birikiminin ihtiyaçlarına bağlar. Böyle bir yaklaşım devlet ve sermaye arasında geçici de olsa her hangi bir çatışmanın ya da ters düşmenin olmayacağı sonucuna varır. Zira yukarıda, üstte, olan her şeyin arkasında alttaki sermayenin çıkarları vardır. Etnisite ve farklı kimliklere ilişkin sorunlar (örneğin Türkiye’de Kürt sorunu, Alevilerin sorunları), cinsel baskılar, LGBTİ bireylerinin sorunları, ırkçı ayrımcılık, bürokratik hiyerarşi vb hepsinin gerisinde sermayenin ihtiyaçları ve buna göre işleyen bir devlet mantığı vardır. Bu yaklaşım büyük sosyal çatışmalarla küçükler arasındaki farkı görmemizi önler. Sonuç, genelde ultra sol kendiliğindencilik ya da bir tür reformizme kaymadır.
Diğer taraftan devletin sermaye sınıfından özerk davrandığı örneklere ve durumlara, sıklıkla olmasa da, rastlamak mümkündür. Nitekimsiyasal iktidarı yeni bir sınıfa vermeden toplumun sınıf yapısında köklü bir değişikliği kolaylaştırmayı hedefleyen yukarıdan aşağı doğru burjuva devrimi buna örnektir.
Böyle bir kuramı Engels, Bismarck Almanya’sının değişim ve yükselişini açıklamada kullanmak için geliştirmiştir. Buna göre, devlet iktidarı karşıt sınıfların güç bakımından eşitliğe yaklaştığı dönemlerde en yüksek bağımsızlığa erişir. İstisna da olsa mücadele halindeki sınıfların birbirlerini karşılıklı olarak dengelemeye çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki devlet iktidarı, sözde arabulucu olarak bir zaman için bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazanır. 17 ve 18inci yüzyıl mutlak krallıkları ve 1.ve 2. Bonapartist İmparatorluklar ve Bismarck’ın Alman İmparatorluğu bunun tarihteki örnekleridir. Bu tür durumlarda siyasal egemenlik uygulayan hiçbir sınıf olmayacaktır. Fransa’da kapitalist sınıf ekonomik egemenliğini koruyabilmek için siyasal egemenliğini L.Bonaparte’e bırakmıştır[64].
Sınıfsal temelde, aynı sınıfın ekonomik ve siyasal egemenliğinin örtüşmediği anlar doğabilir (16.yy İngiltere’si ve 1789 öncesi Fransa’sı). Almanya’da 1848’de aşağıdan yukarı doğru başlatılan devrimin tamamlanması işini 1870’lerde Bismarck İmparatorluğu, yukarıdan aşağı doğru bir devrimle (bu terim Lenin’de “Prusya’nın Gelişim Çizgisi” diye geçer) yapmıştır. Bu örnek bunalım anlarında devletin bir sınıf diktatörlüğü olarak ayakta kalacağı şeklindeki Marksist savı destekler[65].
Devlet aygıtını kontrol edenlerle sermayeyi kontrol edenlerin birbirinden ayrıştığı durumlar ya da örnekler 20.yy’da da mevcuttur. Örneğin Naziler, Thyssen’in servetine el koyup, kendi Hermann Goering Werke sermayesini Alman ekonomisinin önemli bir parçası olarak yaratabildiler. İlk Peronist Hükümet, Arjantin’de tarımcı kapitalistlerin aşırı kârlarına el koydu ve bunu devlet denetimindeki sanayilerin kurulması ya da geliştirilmesi için kullandı. Nasır ve Esat gibi Baas’çı rejimler özel yabancı sermayeye el koydular ve bunu devlet sermayesine dönüştürdüler. Benzer durumlar 2.Paylaşım Savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinde de gerçekleşti. [66]
Türkiye’de ise Haziran 2013’teki Gezi İsyanı sırasında Hükümetin belli bir sermaye grubuna karşı takındığı tutum ya da MÜSİAD’ın, TUSCON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) ya da TÜSİAD’’a karşı kayırılması örnek olarak verilebilir. Ayrıca kamu kurumlarının cemaatin kontrolü altındaki bir banka olan Bank Asya’daki vadeli mevduatlarını planlı bir biçimde geri çekmesi[67], Başbakan’ın TÜSİAD’ın açıklamalarını ‘vatan hainliği’ ile bir tutması gibi örnekler, devletin bir bütün olarak sermayeye karşı tavır alması olarak görülemezse de, sermaye gruplarının bazılarından bağımsız hareket edebileceğini ortaya koymuştur.
Kuşkusuz tersi durumlar da söz konusu olabilmektedir. Özel yerli sermaye grupları kendi ulus devletlerine zarar verecek şekilde, kendi devletlerine karşı savaşan devletlere silah satabilmekte ya da servetlerini illegal yollarla dahi yurt dışına çıkartabilmekte ve başka ülke ya da devlet sınırları içinde konumlanabilmektedirler.
Global Financial Integrity adlı uluslararası bir kuruluşun Aralık 2013’te yayınlanmış bir raporuna göre; 2002–2011 döneminde sahte faturalama, hayali ihracat vb yollarıyla tüm azgelişmiş diye nitelenen dünyadan,ülke dışına-vergi cennetlerine çıkansermaye, dönem boyunca 5,9 trilyon ABD dolarına erişti. Bu ülkeler içinde ilk sırada 108 milyar dolar ile Çin ve ikinci sırada 88 milyar dolar ile Rusya Federasyonu yer alıyor. Türkiye’den çıkan para miktarı ise toplamda 37 milyar doların üstüne çıkıyor. Özellikle de 2007 tarihinden itibaren çıkan miktar giderek artıyor ve sadece 2011 yılında 10 milyar doları aşıyor. Dönemin ortalama değeri ise 3 milyar 728 milyon dolar. Bu haliyle Türkiye 2011 yılında incelenen 144 ülke içinde bu yollarla dışarıya en fazla para kaçıran 25. ülke konumuna yükseldi[68]. Bu durum Hükümetin neden sık sık “Varlık Barışı” adı altında, Türk sermayedarlarının ülke dışında tuttukları serveti (ki 200 milyar dolar civarında olduğunu Maliye Bakanı’nın kendisi açıklamıştı) ülkeye getirerek meşrulaştırma gayreti içinde olduğunu da açıklıyor.
Ama her iki durum açısından da örneklerin çok sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü devletler uzun vadede vergi gelirleri açısından sermaye birikiminin hızlanmasına bağlıdırlar. Verilen örneklerin hepsinde son tahlilde devletler sermaye birikimini hızlandıracak olan kapitalist sömürüyü garantilemek zorundadırlar. Sermaye ise arkasına bir devletin desteğini almaksızın sonsuza kadar var olamaz.
Devletin böyle özerk davranışına ilişkin tarihsel örnekler Marksist devlet teorileri kapsamında günümüzde nasıl ele alınmaktadır?
Gindin ve Panitch,devletin, sınıflar ve piyasalarla birlikte geliştiğini, kapitalizm geliştikçe devletlerin ekonomiye müdahalelerinin arttığını, ekonomik krizlerin yönetiminde devletlerin etkin ve hatta son başvurma merci konumunda olduklarını belirtirler. Ayrıca yazarlar, sermayenin ulusal sınırların dışına taşması, yani birikimin uluslararasılaşması olgusu ile ulus devletlerin varlıkları arasında uzlaşmaz bir çatışmanın söz konusu olmadığını, emperyalizm ve devlet ilişkileri dikkate alındığında ulus devletlerin uluslararası ekonomi aşamasında önemli bir role sahip bulunduklarını[69] ileri sürerler. Yazarlara göre küreselleşme ile birlikte ulus devletler ölmemiştir. Bu devletlerin Neo-liberal bir dönüşüme uğradığını, hala sermayenin mülkiyet haklarının korunması, sözleşmelerin hukuksal olarak korunması, krize karşı çözümler üretilmesi, ulusal paraların istikrara kavuşturulması ve sınıf ilişkilerinin yeniden üretilmesi anlamında devletlere dayandığını[70], yeni küresel düzenin, devletlerin askeri araç olma yanından ziyade, ekonomik bir aparat olmalarına dayalı olarak sürdüğünü[71] ileri sürerler.
Bu yazarlara göre, ekonomik ve politik olanın (ya da piyasa ve devlet) birbirinden farklılaşması ve ayrılması bunların bütünüyle antagonistik ve birbirinden ayrı durdukları anlamına gelmez. Tersine belli durumlarda kar orijinli piyasacı birikimi garantileyebilmek içinbirbirini tamamlayıcı rollere sahiptirler. Yazarlar bu duruma“devletin göreli özerkliği”demektedirler. Buna göre devlet, sahip olduğu kapasiteye dayanarak, belli hallerde sermayenin genel çıkarlarını sermayedarların kendilerinden daha iyi kollayabilir ve dahası sermaye adına, özerk bir şekilde, üstelik de bunlardan yararlanan sermayenin karşı çıkmasına ya da direnmesine rağmen davranabilir.Devlet (ya da aparatın belli parçalarının ya da politik seçkinlerin, bürokrasinin üst düzey yöneticilerinin, uzağı gören ekonomistlerinin, düşünce kulüplerinin ya da hukuk firmalarının) tutarlı politikalar ve sermaye birikiminin koşullarını güvence altına almaya yarayan politikalar uygulayabilir[72].
Ancak, Gindin ve Panitch, devletin göreli özerkliğinin, devletin sermaye sınıfından kopukluğu olarak değil, sistemin bütünü adına bağımsız davranma kapasitesine sahip olmak olarak yorumlanması gerektiğini de vurgularlar. Çünkü devletler vergi gelirlerine olan ihtiyaçları ve halkın gözünde meşruiyet kazanmaları açılarından sermaye birikiminin başarılı bir biçimde sürdürülmesine ihtiyaç duyarlar. Yani özerk davranış sermaye birikiminin başarısına bağlıdır. Dolayısıyla da bu sadece göreli bir özerkliktir[73].
“Devletin göreli özerkliği” tezi, diğer Marksist devlet teorisyenleri tarafından eleştirilmektedir. Örneğin Jessop’a göre[74], göreli özerklik tanımlanması zor bir kavramdır ve kitaplarında Gindin ve Panitchbu tanımı yapmayı başaramamışlardır. Bu kavram, devletin sınırlarının nasıl çizildiği belli olmadığında da karmaşık bir hal alır.Örneğin Fed devlet aparatının bir parçası mıdır, özel bankacılık sisteminin örgütlenmesinde önemli bir unsur mudur, ya da kamu-özel bölünmesindeki belirsizliği yaratıcı bir biçimde sömüren sınıf gücünün kullanımında bir düğüm noktası mıdır?
Humphrys ise Gindin ve Panitch’in devletin göreli özerkliği kavramsallaştırmasının, her ne kadar kitaplarında Marks’a atıflar olsa da, asıl olarak Poulantzas veMiliband’ınortaya koyduğu yeniliklere dayandırıldığını, bu anlamda da aslında bu tezin bu iki yazarın amalgamı olduğunu ileri sürer. Bu tezin özünde devletin sermaye sınıfından kopuk hali değil, tüm sistem adına özerk bir biçimde hareket etme kapasitesine sahip olma durumu yatmaktadır. Yani devlet hem egemen sınıfa hizmet etme anlamında kapitalist bir devlettir, hem de aynı zamanda, birikimin ani sosyal ilişkilerinden göreli olarak özerk davranır (yani sermaye birikiminin ilerleyiş biçiminin mekanik bir açıklaması değildir). Göreli bir özerklik olması yani son tahlilde egemen sınıfların çıkarlarına bağlı olması çıkarımı ise Poulantzas’ın iyi bilinen bu yönlü tezine dayandırılmıştır[75].
Oysa devlet ve kapitalist üretim aynı sosyal ilişkiler setinin farklılaşmış momentleridir. Üretim tarzından başlayarak bunun üzerine inşa edilen sosyal ilişkiler bütününü görülmelidir. Zira işçiler sadece artı değer üretmezler, bu sömürüyü kontrol eden ilişkileri de yeniden üretirler. Poulantzas ve Miliband’da olduğu gibi, Panitch ve Gindin’in tezlerinde de devletin doğası bu temel sosyal eylemlerinden türetilmez. Sömürülen sınıfların eylemlerinin biçimleri devlete ilişkin teorilerinin merkezinde yer almaz. Bu nedenle de Marx’ın devlet analizi ile onlarınkinin arasında açık ara fark vardır. Marx açısından devlet, egemen sınıfın çıkarlarının ya da arzularının basit bir açıklamasından ibaret bir şey değildir. Devlet kapitalist sosyal ilişkilerin bütünleyici bir parçasıdır[76].
Nihayetinde Gindin ve Panitch’in ulaştıkları sonuç şudur: Eğer kapitalist devlet farklı sınıfsal güçlerin farklı dengelerini yansıtacak (ya da farklı sınıfsal çıkarlara hizmet edecek) bir işleve sahip ise politik olarak dönüştürülmelidir. Bu da bu yazarların sınıf mücadelesini, ekonomist bir bakış açısıyla devlet alanı dışında görmelerine ve politik ve ekonomik mücadeleyi ayrıştırmalarına neden olmaktadır. Sosyal adalet ve gerçek demokrasinin politik güçte yaşanacak bir kayma ile sağlanabileceğini, bunun da sınıf yapısında olduğu gibi devlette de temel değişiklikleri gerekli kıldığını, bunun bir aracının ise finansal kurumların kamusal kolaylıklara dönüştürülmesi olduğunu ileri sürerler[77].
Daha önce de vurgulandığı gibi, kapitalist devletin böyle ele alınması sonuçta devletin kapitalizmi reforme etmede kullanılabileceği, devleti yönetenlerin, bürokrasinin, ordu ve polisin değiştirilmesiyle devletin niteliğinin de değişeceğini, ya da devletin sosyalist amaçlar için kullanılabileceğini öngörür.
Sonuç olarak, eğer sermaye ile devlet arasındaki ilişki doğru saptanmak isteniyorsa, Tarihsel Maddeci bir perspektiften, kapitalizmin geçirdiği tarihsel aşamalarda sermaye ve devletin birbirini karşılıklı olarak etkilediği somut yolların bulunup çıkartılması ve buna uygun olarak ilişkinin açıklanması gereklidir. Nitekim tarihsel olarak,mevcut ulus devletler üst yapı olarak gelişen kapitalist üretim örgütlenmesinden doğmuşlar, ama sadece pasif bir üst yapı kurumu olarak da kalmayıp, kapitalist üretim tarzı örgütlenmesini de beslemişler, onun yönünün ve temposunun belirlenmesinde etkili olmuşlardır. Böylece sermayenin ortaya çıkış dinamikleri ve biçimleri temel alınarak, bunun üst yapı şekillenmelerinin bir kısmı olarak devlet biçimleri (tıpkı ideoloji ve kültür gibi) tanımlanabilir.
Marksist Yaklaşımda Vergileme ve Devlet Borçlanması
Bu kısımda vergileme ve devlet borçlanmasının Marksist bir bakış açısından nasıl değerlendirilebileceği sorunu üzerinde yoğunlaşılmıştır.
Vergileme tarihsel olarak, hem devletin varoluşunun temel kaynağı, hem de bir sömürü aracı ve sermaye birikimi yolu olmuştur. Marx’a göre, vergiler devletin iktisadi anlamdaki varlığıdır. Kamu görevlileri, papazlar, askerler ve baletler, okul müdürleri ve polis şefleri, Yunan Müzesi, Kilise, kamu hizmetleri gibi şeylerin ortak paydası varlık nedenlerinin vergileme olmasıdır. Devletin ekonomik olarak varoluşunu sağlayan vergilerdir[78].
Marx, vergilemenin tarihsel olarak en eski bir sınıf mücadelesi biçimi ya da aracı olduğunu ileri sürmüş ve buradan hareketle de vergilemeyi bir sömürü aracı olarak değerlendirmiştir. Bu bağlamda Fransa’da 1848’lerde ortaya çıkan halk hareketlerinin ve bunun neden olduğu siyasal rejim değişikliklerinin temel nedenlerinden birininözellikle köylülerin aşırı vergilendirilmesi olduğu yazmıştır.
Öyle ki 10 Aralık 1848 tarihinde gerçekleşen köylü ayaklanmasında, ana tema burjuva cumhuriyetinin köylüyü ezen vergileri olmuş ve daha sonra 1851 tarihinde yaptığı bir darbe ile kendini imparator ilan eden Louis Bonapate’in Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan köylüler, “artık vergi yok, kahrolsun zenginler, kahrolsun cumhuriyet, yaşasın imparator” diye bayraklarla, davullarla ve trampetlerle sandık başına gidip bağırmışlardır[79].Keza Komünist Manifesto’da “ağır bir artan oranlı vergilemeyi” burjuvaziyi ve kapitalist düzeni zayıflatmada bir araç olarak önermiştir[80].
Vergi ile kamu finansmanı her zaman ekonomik sömürünün bir biçimi olarak görüldüğündentıpkı kamu borçlanması gibi, vergileme, Marksistler tarafından her zaman sınıfsal analizin konusu olmuştur.Örneğin Avrupa’da KDV uygulamasına geçiş, sınıf mücadelesinin kısmen yükseldiği bir dönemde ve verginin yükünün işçi sınıfı üzerinde kaldığını gizlemeye yardımcı olduğundan gerçekleştirilmiştir. Vergilemenin sınıfsal boyutunu vergilemeyi yapan egemenlerin uygulamakta oldukları vergi politikalarının dilinden de anlayabilmek mümkündür. Örneğin “zenginlerin daha az vergi ödeyerek daha fazla yatırım yapmaları sağlanırsa işsizler için yeni istihdam alanları açılır. Buna karşılık bütçeden yoksullarayardım yapılırsa, yoksullar ve işsizler emek gücü piyasasına daha az katılırlar, çalışmak istemezler” şeklindeki ideolojik çıkarımlar sermayenin daha az vergilendirilmesine ve bütçe kaynaklarının sermaye yönlendirilmesine hizmet etmiştir.
Marksist yaklaşımda, emek sömürüsü, vergilendirme ve sermaye birikimi ilişkisi,Çizim 1’deki gibi özetlenebilir. Buna göre, yaratılan değerin tek kaynağı emektir. Ancak işçi, üretim araçlarının sahibi olmadığından, ürettiği değerin tamamına sahip çıkamaz. Bu değerin bir kısmı ödenmiş emeğinin karşılığı olan ücret biçiminde kendisine ödenirken, sermayedar kalan kısım olan, yani ödenmemiş emeğin karşılığı olan değere el koyar. Bu kısım işçinin yarattığı artı değerdir ve sermayedar artı değer sömürüsü yoluyla işçinin yarattığı değere el koymaktadır. Sömürünün oranı işçinin ücreti içinde artı değer miktarı arttıkça artmaktadır. Artı değer böylece sermayedarın kârının tek kaynağıdır.
Bir başka anlatımla kâr burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi girişimci sermayenin yeteneğinin karşılığında elde ettiği bir şey değil, işçilerin yarattığı artı değerin kendisidir. Sermayedar bu artı değeri üretimde kullandığı malzeme ve hammadde temin ettiği tedarikçi ile malını sattırdığı tüccar ile bankadan kredi kullandı ise faiz biçiminde banka ile ve işyerini ya da toprağı kiraladı ise toprak sahibi ile (rant) paylaşır. Marx’ın yaşadığı dönemde vergilerin milli gelir içindeki payı % 5’i bulamayacak kadar düşük (önemsiz) olduğundan Marx bu artı değer bölüşümüne vergiyi dâhil etmemiştir. Oysa bugün bazı ülkelerde toplam vergi oranının % 50’yi aştığı dikkate alındığında devletin payı olarak vergiyi ve küreselleşmenin bugün geldiği konumdan hareketle emperyalist sermayenin payı olarak royaly ödemelerini de bu paylaşıma dâhil etmek gereklidir.
Bu bağlamda devlet de hem doğrudan işçilerden sağladığı gelir vergisi, KDV ve ÖTV gibi vergilerle, hem de özü itibariyle işçilerin yarattığı artı değerden alınan, ama sermaye tarafından ödenmiş gibi gözüken kurumlar vergisi ve gelir vergisi ile harcamalarını finanse etmektedir. Bir başka deyimle sermaye işçilerden elde ettiği artı değerin bir kısmını önemli hizmetleri, karşılığında devlet ile paylaşmaktadır. Bu önemli hizmetler, daha önce de vurgulandığı gibi, özel sermaye birikiminin önünü açan sosyal yatırımlar (alt yapı vb), kamu ihaleleri, satın almalar, her türlü nakit teşvikleri ve sermaye düzenini korumaya dönük iç ve dış güvenlik, yasama, yürütme ve yargılama hizmetleri gibi ‘kamusal hizmetler’dir. Devlet ayrıca cömert vergi teşvikleri, indirimler, muafiyetler, vergi ertelemeleri, vergi tatilleri, vergi afları ve vergi uzlaşmaları gibi araçlarla sermayeden aldığı vergileri azaltarak da bu hizmetini sürdürmektedir.
ÇİZİM 1
Kısaca kâr üzerinden alınan kurumlar vergisi ve / veya kâr dağıtımı üzerinden alınan gelir vergisi aslında, kapitalistin işçiden gasp ettiğinin devlet ile paylaşılmış kısmıdır. Devlet bu vergilerle sermaye birikimini kolaylaştırıcı ve bu eylemini meşrulaştırıcı işlevlerini yerine getirmektedir.
Bu nedenle devletin vergi sisteminin adaletsiz içeriğinin ve sınıfsal yapının sömürücü doğasının örtbas edilebilmesi için adaletli bir vergileme biçiminin yerleştirmesi gerekli olmuştur. Yani ‘adil vergileme’ söyleminin bir yanıyla böyle bir artı değer sömürüsünü gizlemeye yaradığı ileri sürülebilir. Nitekim yaklaşık 150 yıl önce bunu Marx şöyle açıklamıştır: “Vergi alanındaki mücadele sınıf mücadelesinin en eski biçimidir. Bu nedenle devletin, verginin sınıfsal içeriğini ve bu sınıfsal ayrışmanın sömürücü doğasını örtbas edebilmek için adil bir vergileme söylem ve biçimini yerleştirmesi gereklidir”[81] .
Gerçekten de tarih bize devletlerin vergi sömürüsünü gizleyemediği ya da onu ideolojik olarak haklı gösteremediği dönemlerde her zaman vergi isyanları dolayısıyla da,işçi sınıfının ayaklanması riskinin olduğunu ayrıca, devletin mali sorunlarının yoğunlaşması biçiminde bir politik sorunun ortaya çıktığını göstermiştir[82].
Her türden adaletsizliğin ve eşitsizliğin temel nitelik olduğu kapitalist sistemde vergilemede adaletin sağlanabilmesinin popülist bir ütopya olduğu ileri sürmek mümkündür. Örneğin kamusal hizmetlerin artan oranlı vergileme ile karşılanması yüzeysel olarak bedeli patronlara ödetmenin en iyi yolu gibi görünse de bu yeterince sağlıklı bir çözümleme değildir. Ayrıca bugünkü gibi kriz koşullarında ve kemer sıkma çağında artan oranlı vergileme ve sosyal devlet bir ütopyadan ileri gidemez. Nitekim son yirmi yıldır emekçilerin kazanımları Avrupa’nın sosyal demokrasi ile yönetilen ülkelerinde dahi geri alınmaktadır.
Diğer yandan kapitalist sistem içinde yaşamaktayız. Bu nedenle de vergilemeye ilişkin en azından kısa dönemde bir tutum gereklidir. Emek örgütlerinin, sosyalistlerin vergileme konusundaki genel ilkesi; halkın, emekçilerin üzerindeki yükü arttıran her türlü düzenlemeye karşı çıkmak ve bu yükü azaltan düzenlemeleri desteklemek, savunmak olmalıdır.
Bu bağlamda öncelikle ÖTV ve KDV gibi vergilerin kaldırılması ve bunların yerine servet vergisinin getirilmesi, Kurumlar Vergisi oranının yükseltilmesi ve üst gelir gruplarının dik artan oranlı bir Gelir Vergisi ile daha ağır vergilendirilmesi talep edilmelidir. Ancak bunu politik olarak hayata geçirmenin zorluğu bir yana, sermayedarların yasal yolları kullanarak çok sayıda vergi kaçamağına sahip oldukları ve bunlardan yararlanmak için nasıl bir danışmanlar ordusu istihdam ettiklerini de unutmamak gerekir.
Bu nedenle işçilerin, emekçilerin ne kadar vergilendiği kadar, onları kimlerin, ne amaçla vergilediği de sorgulanmalıdır. Bu bağlamda uzun dönemde doğru tutum işçiler, emekçiler üzerindeki tüm vergilere karşı çıkmaktır. Zenginlerin daha fazla vergilendirilmesini savunarak uzun dönemde işçi sınıfının kapitalistleri yenme şansı yoktur. Hiçbir vergi reformu işçi sınıfının karşı karşıya olduğu gücün sınıfsal karakterini değiştiremez.
Diğer yandan, vergilerle karşılandığı için sermaye ideologlarınca eleştirilen kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetler konusunda bir yanlış algıyı düzeltmek gerekir. Emekçilere sağlık hizmeti, eğitim hizmeti ve sosyal güvenlik olarak sunulan şey aslında işçilerin ürettiği ama kapitalist sınıfın el koyduğu ve bir kısmını devlet ile paylaştıkları artı değerdir.
İşçi sınıfı iktidarı işçileri, emekçileri vergilendirmeyecektir. Böyle bir iktidar, işçi sınıfının kolektif olarak yaratacağı ve toplumsal ihtiyaçları karşılamada nasıl kullanılacağına yine kolektif olarak karar vereceği yeterli miktarda değerle tüm topluma yaşam boyu eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetleri vergisiz sunabilecek bir imkâna sahip olacaktır.
Sömürü ve sermaye birikimi aracı olma bakımından benzer bir durum devlet borçlanması için de söz konusudur. Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde devlet borçlanmasının nasıl Şubat 1848 Devriminin devirdiği mali aristokrasinin sermayesinin, servetinin büyütülmesinin aracı olduğunu şu sözlerle anlatır[83]:
“…Burjuvazinin iktidarı almış olan fraksiyonu devletin borçlandırılmasından büyük çıkar sağlıyordu. Kamu açıkları (bütçe açığı kastediliyor) onun spekülasyonunun ve zenginleşmesinin temel objesiydi. Her yıl yeni açıklar olmalı ve her dört ya da beş yılda bir yeni borçlanma gerçekleşmeliydi. Ve her yeni borçlanma finans aristokrasisine iflasın eşiğinde tutulan devleti dolandırmak için yeni fırsatlar yaratıyordu. Devlet en kötü şartlara razı olarak bankerlerden borçlanıyordu. Kamu kredisinin (kamu borcu kastediliyor) istikrarsızlığı bankaların ani spekülasyonlar yaratmasını sağlıyordu… Borçların harcandığı kamusal projeler ise skandallarla doluydu (demiryolu skandalı). Temmuz Monarşisi bir sermaye şirketinden öte bir şey değildi, Fransa’nın ulusal zenginliklerini, kâr paylarını egemenler arasında dağıtıyordu. El koyma ve keyfe düşkünlük biçimiyle finans aristokrasisi burjuva toplumunun doruğuna yerleşmiş lümpen proletaryanın yeniden doğumundan başka bir şey değildi. İktidarda olmayan burjuva kesimi bu nedenle o tarihlerde “yolsuzlukları” lanetleyip, “kahrolsun büyük hırsızlar” sloganlarıyla ortalığa çıktılar…”
Bu kez, ilkel sermaye birikiminin kaynakları olarak,Marx, Kapital’de, sırasıyla; serflerin topraktan kopartılarak özgür işçiler haline gelmesi; işçilerin üretim araçlarından kopartılarak emek güçlerinden başka satacak bir şeylerinin kalmaması; ticaret sermayesi, monetizasyon (parasallaşma), metalaşma ve piyasalaşmaya katkı sağlayan ve Asya, Afrika ve Amerikalarla olan ilişkiden sağlanan ve servet ve diğer zenginlikler (kolonileştirme), altın, gümüş ve maden ve köle emeğini saymıştır[84]. Diğer yandan da Avrupa’daki ilkel sermaye birikim araçlarından birisinin devlet olduğunu vurgulamıştır. Sermaye sınıfının devlet ile olan ilişkisinin somut biçimleri ise devlet borcu, vergileme ve korumacılık olmuştur. Marx’a göre bunların hepsinde devletin zoru vardır ve bu zor feodal sistemden kapitalizme geçişi hızlandırmıştır[85].
Marx, vergileme ve kamu borçlanması ilişkisini ise yine Kapital’de şöyle açıklar[86]:
“… Modern vergilendirme sistemi de ulusal istikraz sisteminin zorunlu tamamlayıcısı idi. Bu istikrazlar devlete vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılama olanağını sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. Öte yandan birbiri ardına yapılan istikrazların birikmesi sonucu vergilerde meydana gelen yükselme hükümeti her zaman yeni olağanüstü harcamalar için yeni istikrazlara zorlar. En gerekli geçim araçlarını vergilendirme (yani böylece fiyatlarını yükseltme) ekseni çevresinde dönen modern maliyecilik böylece otomatik ücret artışlarının tohumlarını kendi içerisinde taşır. Aşırı vergilendirme bir rastlantı olmaktan çok bir ilkedir…”
Bu bağlamda ele alındığında örneğin, hazine bonosu faizi geliri sahibinin yaptığı sömürü, ikincil bir sömürüdür. Zira devletin zora dayalı olarak aldığı vergilerden faiz biçiminde pay almaktadır.
Wolff ise, “İki yağma hikâyesi” adlı makalesinde ABD’de son otuz yıldır görülen sermayenin gerçekleştirdiği iki tür vurgunu anlatır. Buna göre, sermaye bu süreçte ücretleri baskılayarak/verimlilikleri yükselterek ve giderek daha az vergi vererek kârını daha da artırdı. Ayrıca ödemedikleri vergileri ve diğer fonlarını kamuya yüksek faiz oranlarından borç olarak verdi, böylece daha da zenginleşti. Sermaye vergi yükümlülüğünü azaltıp, onun yerine iyi getirili borçlanmayı mümkün kılan politik sistemi memnuniyetle finanse etti. Devlet ise borçlanmak zorundaydı, zira sermayeyi ve zenginleri 1940–1960 dönemindeki gibi ağır vergilendirmiyordu. Böylece işçi sınıfı ve devlet üzerinden yürütülen yağma, talan zengin ve yoksul arasındaki gelir-refah açığını daha da artırdı.Şimdi bu zenginler ve sermaye bütçesini talan ettiği devletten yine ücretlerini talan ettiği işçilere doğru olan sosyal harcamaları kısmasını istemektedirler[87].
2014 Bütçesi Üzerinden Devlet- Sosyal Sınıflar İlişkisi Çözümlemesi
Şu ana kadar geniş bir özeti yapılmış olan Marksist devlet teorilerinin bütünlüğü çerçevesinde, 2014 bütçesinin çözümlemesine geçebiliriz. Devlet ve sosyal sınıflar ilişkisini devlet bütçesi üzerinden yapmamızın nedeni, devlet bütçesinin bu ilişkinin ve sınıf mücadelesinin en somut alanlardan biri olmasıdır. Ayrıca devlet bütçesi sadece bir kanun değil, aynı zamanda, çok önemli siyasal, hukuki, iktisadi ve yönetsel bir belgedir. Çünkü burjuva hükümetlere harcamaları ve gelirleri açısından meşruiyet kazandırırken, aynı zamanda egemen – yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası aracıdır. Sermaye ve servet birikiminin yeniden üretilmesine, burjuvazinin devlet üzerinden daha da büyüyüp gelişmesine olanak sağlar. Son olarak hükümetlerin demokratik, sosyal hak ve özgürlükler, etnisite ve farklı inançlar ve farklı cinsler ve LBGTİ bireylerinin sorunları konusundaki duruşunun da en önemli göstergelerinden biridir.
Bu bakış açısı altında 436 milyar TL’lik bir harcama ve 403 milyar TL’lik bir gelirin, 33 milyar TL’lik bir açığın ve 19 milyar TL’lik bir faiz dışı fazlanın hedeflendiği[88]2014 Merkezi Yönetim Bütçesi çözümlenirken, aşağıdaki sorular akılda tutulmalıdır:
(i) 2014 Bütçesi halkın katılımı ve toplumsal uzlaşma ile yapılmış ve halkın denetimine açık(Bütçe Hakkı)bir bütçe midir?
(ii)Kapitalist devletlerin bütçeleri tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek özelliğe sahip midir, burjuva hükümetler bu yönde bütçeler hazırlayıp uygulayabilirler mi?
(iii) Harcamalar ve gelirler yönleriyle 2014 Bütçesinin sınıfsal temelleri ve demokratik hak ve özgürlükler, Kürtler, Aleviler ve diğer kimlik ve inanç grupları ve kadınlar açısından yansımaları nelerdir?
2014 Merkezi Yönetim Bütçesi, hem hazırlanışı hem de denetlenmesi anlamında, daha öncekiler gibi, demokratik katılımcılığı esas almadan, toplumun en geniş kesimlerinin müzakere ve onayına başvurulmadan hazırlanmıştır.
Bütçe öncesinde Orta Vadeli Program hazırlanmaktadır. Bu Programı Kalkınma Bakanlığı hazırlar, Bakanlar Kurulu onaylar. Bu program ile ülkenin üç yıllık (2014–2016) geleceğini ilgilendiren kalkınma planları, stratejik planlar, makro politikalar ve ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükler belirlenir. IMF, Dünya Bankası, uluslararası finans kapital kuruluşları, işveren örgütleri ve sermayenin Parlamentodaki temsilcilerinin etkisi altındaki bakanlık bürokratlarınca hazırlanan bu program TBMM’nin onayına sunulmaz.
Bütçe öncesinde hazırlanması gerekli ikinci plan Orta Vadeli Mali Plan’dır ve bu plan Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanır ve Yüksek Planlama Kurulu adı verilen ve başbakan ve bakanlardan / politikacılardan ve bürokratlardan oluşan bir kurulca kabul edilir. Gelecek üç yıla (2014- 2016) ilişkin toplam gelir ve gider tahminleri ile birlikte hedef açık ve borçlanma durumu ile kamu idarelerinin ödenek teklif tavanlarını içeren bu plan aslında devletin halktan ne kadar vergi vb alacağını ve bunu nasıl harcayacağını belirler.
Üçüncü aşamada Bütçeninhazırlanması gerçekleşir. Burada ne kadar vergi gelir toplanacağına Maliye Bakanlığı karar verirken, harcamacı kuruluşların ödenek taleplerini sunarken dikkate alacakları bütçe rehberi de Maliye Bakanlığı’nca hazırlanır. Daha sonra Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı haline getirilen bu tasarı mali yılbaşından (1 Ocak) en geç 75 gün önce Bakanlar Kurulu’nca Meclis’e sunulur. Bu tasarı önce Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda ardından da Meclis Genel Kurulu’nda görüşülerek son şeklini alır. Usulen Cumhurbaşkanının onayına sunulur ve onaylanarak yasalaşır.
Kısaca gelecek üç yılı karara bağlayan böyle önemli bir karar alma süreci toplamda dört ayı dahi bulmaz. Hatta bazı yıllar olduğu gibi bu süre daha da kısalır. Program ve Plan uluslararası sermayenin güdümündeki kuruluşlar ve onların direktiflerinden çıkamayan bürokratlarca hazırlanır. Bütçe hazırlama rehberi hep aynıdır, değişmez; bürokrasi, hükümet/ politikacı ve sermaye üçgeninde hazırlanır ve sadece toplamda 20 gün Meclis Genel Kurulunda görüşülerek karara bağlanır.
Bir başka anlatımla, bütçe hazırlama sürecinde; emekçiler, işçiler ve ezilen toplumsal kesimler ve onları doğrudan temsil eden örgütler, işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri ya da parlamentoda temsil edilmeyen siyasal partiler yer almadığı gibi bu sürecin yerel düzeyde tartışılmasına da izin verilmez.
Halkın bütçe süreçlerinden dışlanması bir kez de uygulanmış olan bütçelerin yani yapılan harcamaların ve toplanan vergilerin denetlenmesi sırasında ortaya çıkar. Türkiye’de gerçek bir bütçe denetimini önleyen uygulamalar aşağıda özetlenen biçimlerde ortaya çıkmaktadır:
Anayasada Sayıştay, merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ile mahalli idarelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli olan kurum[89] olarak tanımlanmıştır.
Ancak Sayıştay tarafından yürütülen dış denetim yapılan harcama ve toplanan gelirlerin mevcut hukuka ve mevzuata uygunluğu ile sınırlı bir denetimdir. Yapılan harcamalarla halka dönük hangi ihtiyaçların ne ölçüde karşılandığını içeren bir denetim değildir. Buna rağmen son yıllarda merkezi yönetim altındaki idareler Sayıştay’a gerekli bilgi ve belgeleri sunmamakta ya da eksik sunmaktadırlar. Bu nedenle de Sayıştay’ca son derece daraltılmış bir dış denetim dahi fiilen yapılmamaktadır.
Bu durum Sayıştay’ın 2012 Yılı Dış Denetim Raporu’nda şöyle ifade edilmiştir[90]:
“Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin tüm gelir, gider ve mallarına ilişkin işlemlerinin raporlandığı kurumsal düzeyde müstakil mali tabloları, 5018 sayılı Kanun’un öngördüğü şekilde üretilememekte ve Sayıştay denetimine sunulamamaktadır.”
Bu nedenle de, aralarında Başbakanlık, Diyanet İşleri Başkanlığı, Emniyet Gn. Md, T. Halk Sağlığı Kurumu, Kamu Hastaneleri Kurumu, Jandarma Genel Komutanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli savunma Bakanlığı, MİT ve belediyeler gibi çok sayıda kamu idaresinin 2012 yılına ilişkin mali rapor ve tabloları hakkında görüş bildirilememiştir:
Oysa bu raporlara kısıtlı olarak yansıtılsa da bazı çarpıcı tespitler de mevcuttur:
“…Diyanet İşleri Başkanlığı yurtdışı teşkilatı tarafından tahsil edilen Hac ve Umre gelirlerinin bir kısmının Hac ve Umre Hesabına aktarılmadığı tespit edilmiştir[91]… Belediyeler tarafından otopark bedellerinin tahakkuk ve tahsil ettirilmediği, tahsil edilen tutarların muhasebe kayıtlarında gösterilmediği, tahsil edilen otopark bedellerinin Otopark Yönetmeliği’ne aykırı olarak kullanıldığı tespit edilmiştir[92].”
Yedek ödeneklerin kullanılabilecek üst miktarı yılbaşında 665,2 milyon TL olarak açıklanmış olmasına rağmen, 2012 yılında yedek ödenekten yapılan toplam aktarma tutarı yılsonu itibariyle 30,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir[93]. Oysa ilgili yasaya göre yedek ödenek tutarı başlangıç ödeneklerinin % 2’sini aşmamalıdır. Fiilen bu oran % 9 civarında gerçekleşmiştir. Yani AKP Hükümeti yedek ödenek artışı sınırına uymayarak 2012 bütçesini istediği gibi kullanmıştır.
Yasal olmayan bir biçimde Ödeneküstü giderler toplamı 2012 yılında 15 Milyar TL olmuş, böylece de toplam ödeneklerin % 4’üne ulaşmıştır[94]. Diğer taraftan 5018 Sayılı Kanunun “ödeneklerin kullanılması” başlıklı 20 /1 maddesinde seferberlik ve savaş ilanı vb hallerin dışında : “kamu idarelerinin, bütçelerinde yer alan ödeneklerin üzerinde harcama yapamayacağı” belirtilmiştir[95]. Bu yıl böyle bir seferberlik ya da savaş durumu olmamasına rağmen ödeneklerin neden aşıldığı, bu kaynakların nereye harcandığı açıklanmamıştır.
Önemli bir miktarda gelir ve harcama, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu ve Savunma Sanayiini Destekleme Fonu gibi beş bütçe dışı fonda tutularak bu faaliyetlerin Meclis’in denetiminden kaçırılması sağlanmaktadır. Bu fonların 2013 yılı itibariyle varlıklarının toplamı 47 milyar TL’yi bulmakta[96] ve gelirleri, Gelir Vergisi, ÖTV, Kurumlar Vergisi, trafik cezaları, milli piyango gelirleri ve asıl olarak da genel bütçeden yapılan aktarmalardan oluşmaktadır. Ödenekleri / harcamaları Meclis onayına bağlı olmadığından siyasal iktidarlara büyük kolaylık sağlayan bu fonların denetimleri ise ciddi bir sorundur.
Bütçe içi bir fon olan İşsizlik Sigortası Fonu’nun varlığı ise 60 milyar TL’yi aşmıştır. Bu Fon son zamanlara kadar daha ziyade amacı (işsizlere işsizlik yardımı gibi)dışında, Bütçeye yama yapmak amacıyla kullanılmıştır[97].
Böylece her ne kadar 2014 MY Bütçe Kanunu’nda kamu gelirlerinin GSYH içindeki payı % 23,5 olarak hesaplanmış olsa da gerçek oran bunun çok üstündedir. Yani siyasal iktidar her yıl işçilerin, emekçilerin yaratmış olduğu artı değerin yaklaşık üçte birine vergi, prim, fon ya da kamusal hizmet fiyatlaması adı altında el koyarken, bu el koyduğu gelirleri nereye harcadığı konusunda bilgi vermeye yanaşmamaktadır. Gerek bütçe gelirleri gerekse de harcamaları yönünden bütçe, yeterince denetlenememektedir. Bu halkın toplanan vergilerin nasıl harcandığının hesabını siyasal iktidarlardan sormak anlamına gelen ve yüzlerce yıllık mücadelelerle kazanılmış olan «Bütçe Hakkının» ortadan kaldırılması demektir.
Bu tespitler sırasıyla; yerinden ve yerelden yönetim oluşturmanın, demokratik bir yerel yönetim modeli geliştirmenin, böylece yerel demokrasiyi güçlendirmenin ve özerk meclislerin idari yapısının benimsenmesi için mücadele etmenin; doğrudan demokrasi ilkelerine uygun olarak, katılımcı yerel yönetim modelini yerleştirmenin; bütçenin bu ülkenin halklarınca, işçilerince ve emekçilerince belirlenmesinin ve denetlenmesinin geleceğimiz açısından ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
AKP Hükümeti sınıfsal ve ideolojik konumlanışı nedeniyle toplumun bütününün ihtiyaçlarına dönük bir bütçe hazırlayamaz.
Kapitalist düzende devlet bütçesi, birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler ve çatışmalar içinde olan sosyal sınıflar arasındaki mücadele alanlarının başında gelmektedir. Yani emekçiler ve sermayedarlar, ezilenler ve ezenler en büyük kavgalarından birini devlet bütçesi üzerinden yapmaktadırlar. Sermaye sınıfı, bütçe ödeneklerini kendi düzenini sürdürüp pekiştirebilecek hizmetlere yönelik olarak biçimlendirirken, bunun maliyeti olan vergileri işçilerin, emekçilerin sırtına yıkmakta ya da devleti borçlanmaya zorlamaktadır. Böylece hem vergi vermekten kurtulmakta, hem de yüksek faizlerle devleti fonlayarak sermayesini daha da büyütmektedir.
Devletler ve hükümetler bu mücadelede tarafsız değildir. Son tahlilde devletler güçlü olanın, egemen olanın yanında yer almakta, böylece bütçenin hem nicel büyüklüğü hem de içeriği /niteliği egemen güçler ve sermaye sınıfı lehine gerçekleşmektedir. Egemenler bunu seçilmiş burjuva hükümetlere yaptıramazlarsa, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi teknokrat hükümetlerine ya da 1980’lerde Türkiye’de olduğu gibi askeri diktatörlüklerin güdümündeki hükümetlere yaptırmaktadırlar.
Sınıfsal temelleri itibariyle, 2014 bütçesi harcamalar ve gelirler yönleriyle öncekilerden farklı değildir, yüzü egemenlere, sermayeye; sırtı ise halka, emeğe dönük bir bütçedir. Bu bütçeden toplumun diğer ezilen kesimlerine ayrılan bir kaynak mevcut değildir.
Harcamalar Yönüyle 2014 Bütçesi
Harcamalar yönünden, GSYH içindeki pay cinsinden 2003’de % 31 olan pay 2013’de % 25,7’ ye ve 2014’te % 25,4’e düşürülmüştür. Bu denli küçültülen bir kamu ekonomisinden halka kalacak olan da (örneğin istihdam, sosyal harcamalar gibi) çok az olacaktır.
Çünkü toplam ödeneklerin; % 25,2’si (110 milyar TL) personel harcamalarına, % 37,5’i (164 milyar TL sosyal güvenlik kuruluşları ve az bir kısmı yerel yönetimlere, % 12’si (52 milyar TL) faiz harcamalarına, % 8,4’ ü (37 milyar TL) çoğu yenileme niteliğindeki kamusal yatırımlara (bu 2013 yılına göre azalıyor) ve % 8,6’sı (38 milyar TL) mal ve hizmet alımlarına ayrılmıştır[98].
Mal ve hizmet alım giderlerini karşılamaya dönük ödenekler sadece 1,9 oranında artırılmıştır. Enflasyon oranının % 8’in üzerinde olacağı göz önüne alındığında reel olarak bu tür alımlar % 6–7 puan azalacaktır. Yani bazı kamu hizmetlerinin sunumu kısılacaktır. Ayrıca kamu istihdamında belirgin bir daralmaya gidilmektedir. Zira 2013 yılı içinde 130.000’e ulaşan yeni kamu personeli (memur) sayısı, 2014’te 74.000 ile sınırlandırılacaktır[99].
2014 bütçesi sermaye sınıfına kepçe ile yoksula kaşığın ucu ile dağıtan bir bütçe görünümündedir. Çünkü 164 milyar TL ile bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferlerin 9,7 milyar TL’si tarımsal desteklemeye ayrılmıştır. Bu Bütçenin sadece % 2,2’si demektir. Diğer taraftan Tarım Kanunu’na göre[100] Bütçeden tarımsal destekleme için ayrılan pay GSYH’nin %1’inin altında olamaz. Ama bu oran sübvansiyonlu tarım kredileri dâhil edildiğinde dahi (toplam 13,2 milyar TL) binde 7’dir. Kaldı ki topraksız köylüler ve tarım işçileri bu destekten faydalanamayacakları gibi, arazileri tapulu olmayan küçük çiftçiler de, Çiftçi Kayıt Sistemi’ne kayıtlı olmadıklarından, bu desteklerden yararlanamayacaklar, böylece de tarımsal desteklerden asıl yararlananlar büyük çiftçiler olacaktır.
Maliye Bakanı Bütçeyi sunuş konuşmasında “sosyal yardım harcamaları için 2014 Yılı Bütçesinde 30,4 milyar TL kaynak ayırdıklarını”[101] belirtmiştir. Ancak bu kaynağın detaylarına bakıldığında bunun; yaklaşık 11 milyar TL’sinin Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinde yer alan ve “öğrencilere eğitim harç ve burs desteği, Fatih Projesi ve taşımalı eğitime” ayrılan ödeneklerden oluştuğu görülmektedir. Öte yandan 4,5 milyar TL’yi bulan bir kısmının da, Sağlık Bakanlığı bütçesinde yer alan “özürlü evde bakım desteği” gibi kalemlerden oluştuğu ve 10 milyar TL’lik bir kısmının ise Sosyal Güvenlik Bakanlığının bütçesinde yer alan “ödeme gücü olmayanlara prim desteği ve 65 Yaş üstü ve muhtaçlara yapılan maaş ödemelerine” ayrılan ödeneklerden oluştuğu görülecektir[102]. Yani asıl olarak eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının birer parçaları olarak görülmesi gereken ve ilgili bakanlıkların bütçelerinde yer alan bazı harcamalar, sanki ilave sosyal yardım harcamaları gibi sunulmaktadır.
Diğer taraftan gerçek anlamda sosyal yardım sayılabilecek harcamalar bir bütçe dışı fon olan Sosyal Yardım Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yapılmaktadır. Maliye Bakanının sözünü ettiği 30,4 milyar TL’nin sadece 4,3 milyar TL’si bu Fon’a Bütçe ve Hazine’den aktarılacaktır. Bu haliyle bu yardımlara Bütçe’den ayrılan pay % 1’i zor bulacaktır.
Başta “aile destek yardımları” olmak üzere çok sayıda yardım kalemi altında bu Fon’dan ayni ve nakdi yardım yapılmaktadır. Örneğin Fon’dan “periyodik aktarma” adı altında her ay 50 milyon TL’lik bir nakit tüm Türkiye’ye[103] bölgesel olarak kabaca eşit bir biçimde dağıtılmaktadır. Ancak Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgelerindeki yoksulluğun çok daha yüksek olduğu gerçeğinden hareketle bu yardımların bu bölgelere daha fazla ayrılması gerekmesine rağmen, buna uygun bir dağıtım söz konusu değildir.
Bu tür nakit yardımları toplamda 973 SYDF bileşeni tarafından ve Hükümetin atadığı Vakıf Mütevelli Heyetleri aracılığıyla dağıtılmaktadır. Bu yardımların illerin kendi bünyesinde dahi nasıl ve kimlere dağıtıldığı konusunda ciddi soru işaretleri mevcuttur. Yardımların özellikle dini bayramlarda dağıtılması siyasal iktidarın bu yardımları, kendine bağımlı ve muhafazakâr bir seçmen tabanı oluşturmada kullandığını ortaya koymaktadır (sosyal yardımlardan faydalanan hane sayısının 10 Milyonu geçtiği, nüfusun yaklaşık dörtte birinin sosyal yardımlardan faydalandığı tahmin edilmektedir). Bu yardımlardan faydalanmanın net tanımlanmış yasal bir dayanağı olmadığı için yardım alan kişiler ile siyasal iktidar arasında bir minnet duygusu yaşanmaktadır[104].
AKP Hükümetleri döneminde sosyal yardımların GSYH’nin % 0,2’sinden %1,43’üne ulaştığı dikkate alındığında, son 10 yılda dolar milyarderi sayısını 41’e çıkaran sistemin ve AKP Hükümetlerinin yoksul sayısını nasıl kat kat artırdığı ve kalıcı, insan onuruna yakışan ve güvenceli bir gelir yaratan istihdam bir yana, asgari ücret koşullarında dahi bir istihdamı sağlamadığı, buna karşılık bu yardımları adeta istihdama alternatif bir strateji olarak kullandığı ortaya çıkmaktadır[105].
Diğer yandan sermaye sınıfı için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcuttur. “vergi harcaması” adı altında toplanan ve asıl olarak sermaye sahiplerinin yararlandığı bu vergi istisna, muafiyet ve indirimlerinin tutarı 2014 Bütçesinde 23,9 milyar TL’ye çıkartılmıştır[106]. Yani siyasal iktidar bu tutarda bir vergiyi sermayeden almaktan vazgeçecektir. Bunun bütçe ödeneklerine oranı % 5,4 ve bütçe gelirlerine oranı % 5,9 civarındadır. Ancak vergi kanunları dışında yer alan mevzuatla düzenlenen ve bütçenin ekinde yer almayan onlarca kanun ile öngörülen (örneğin Petrol Kanunu ) vergi harcaması açıklananlardan çok daha fazladır.
Ayrıca sermaye için 8,4 milyar TL işveren prim desteği, 2 milyar TL bireysel emeklilik sigortası (BES) primi desteği, 3,8 milyar TL Ar-Ge desteği ile ilave % 3,3 ve kredi faiz desteği için 12- 13 milyar TL ve kobi desteği için 3–3,5 milyar[107] ile % 3,7’lik bir destek ile toplamda % 12,4’lük bir destek söz konusudur. Ayrıca AKP Hükümeti’nin Gelir ve Kurumlar Vergisinin birleştirilmesini öngören çalışması sonuçlandığında sermayenin vergi yükü daha da indirilecektir.
Bütçe ödeneklerinin kurum bazında fonksiyonel dağılımı, 2014 Bütçesinin yüksek derecede güvenlik algısı ile hazırlanmış militarist bir bütçe ve son yıllarda ağırlığı giderek artan bir muhafazakârlaşma ve dinselleştirme bütçesi olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki Tablo 1Bütçe’nin kurumlar bazında fonksiyonel dağılımı göstermektedir.
Tablo 1: 2014 yılı ödeneklerinin kurum bazında fonksiyonel dağılımı (%)
Maliye + Hazine | % 45 | 198 Milyar TL |
Asker+ Polis+ Cezaevleri | % 13,2 | 57.8 Milyar TL |
Milli Eğitim Bakanlığı | % 12.7 | 55,7 Milyar TL |
Sağlık Bakanlığı+ Kamu Hastaneleri Kurumu+ T. Halk Sağlığı Kurumu | % 4 | 18,4 Milyar TL |
103 Üni. + YÖK + ÖSYM | % 3,9 | 17,3 Milyar TL |
Diyanet İşleri Bşk. | % 1,2 | 5,5 Milyar TL |
Kültür + Turizm Bak. | % 0,4 | 1,97 Milyar TL |
Çevre (ödeneği azaltıldı) | % 0,3 | 1,33 Milyar TL |
Bu Tabloya bakıldığında siyasal iktidarın, yaratılan algının aksine, askeri harcamaları kısmak gibi bir niyetinin olmadığı görülmektedir. Kaldı ki Milli Savunma Bakanlığı’na ayrılan 21,8 milyar TL’lik bütçe ödeneği toplam askeri harcamaların yaklaşık sadece % 89’unu oluştururken, buna ilave olarak, % 10’luk bir pay ile Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF), % 0,6’lık bir pay ile TSKGV ve dış askeri yardımlar söz konusudur.
2014 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nden Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) ayrılan ödenek 5,443 milyar TL olacaktır[108]. 2013 yılına göre % 18,2’lik bir artış anlamına gelen bu ödenek toplam ödeneklerin % 1.24’üne denk düşmektedir. Bu haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı, Kültür ve Turizm, Ekonomi, Kalkınma ve Çevre Bakanlıklarının toplam bütçelerine eşit bir bütçeye sahiptir.
Kurumlarda istihdam edilecek olan personelin sayısal dağılımı Bütçe’nin asıl olarak militer ve dinsel – muhafazakâr yapısını ortaya koymaktadır. Öyle ki 2013 Haziran sonu itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığının 128,751 bini kadrolu (tamamı memur) olmak üzere toplam 141,911 çalışanı mevcuttur[109]. Polis sayısı 300.000’in üzerinde ve asker sayısının tam olarak bilinemese de 700.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Buna Adalet Bakanlığındaki 155.000 çalışanı ( hali hazırda 20.000 savcı ve hâkim mevcut ve sadece 2013’te 4793 yeni savcı ve hâkim ataması yapıldı) ve çok sayıda kalekol inşaatını da eklemek gerekir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 17,683; Çevre Bakanlığı’nın 27,307; Bilim Sanat Teknoloji Bakanlığı’nın ise 5,139 çalışanı mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1,140, Jandarma Genel Komutanlığı’nın 7,486 ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 33,461 motorlu taşıtı mevcuttur[110].
Ayrıca 2014 Bütçesi tek bir mezhepçilik üzerinden (Sünnilik) dindarlaşmayı teşvik eden bir bütçedir. Bu bütçe ile Alevilerin, Gayri Müslimlerin, Ateistlerin vergileri Diyanet’e, imamlara ve camilere kaynak oluşturmaktadır. Öyle ki tek bir mezhebe hizmet eden 90 bincami, 140 binimam, 50 bin din eğitimi kadrosu, 850 imam hatip lisesi, 1367 imam hatip ortaokulu, 86 ilahiyat fakültesi hali hazırda mevcut olup her 40 kişiye 1 silahlı personel ve her 542 kişiye 1 imam düşmektedir[111].
Özce, askeri vesayetin tasfiye edilmesi veya geriletilmesiyle birlikte daha demokratik hatta “ileri demokratik” bir rejime doğru gittiğimiz ileri sürülse de, asker ve polis için ayrılan kaynakların büyüklüğü bunu doğrulamamakta, “Mütedeyyin” AKP’nin temsil ettiği “sivil” anlayış ve dinsel değerlerle yeniden yoğrulmakta olan bir militarizmin desteğindeki otoriter bir siyasetin yerleşmekte olduğu açıkça görülmektedir[112].
Mahalli idarelere ayrılan paylar bir yandan kaynak tahsisi konusunda Bütçe’nin ne denli katı ve bürokratik bir merkeziyetçi yapıya sahip olduğunu gösterirken, diğer yandan hem yetersiz olup, hem de bölgelerin ihtiyaçlarına göre de dağılmamaktadır. Öyle ki örneğin 2013 Bütçesinden İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne 14 Milyar TL tahsis edilirken Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’ne sadece 70 Milyon TL aktarılmıştır.
Genel Bütçe gelirlerinin sadece % 9’undan azı mahalli idarelere transfer edilmektedir. Bu transferler 2008’de 14 milyar TL; 2009’da 15,6 milyar TL; 2010’da 20,2 milyar TL; 2011’de 22,4 milyar TL olup[113], 2014 yılında bu rakamın 38,8 milyar TL’ye çıkması hedeflenmektedir[114].
Diğer taraftan bu tutarın üçte biri yeni yasa gereğince 29 (16 +13) büyükşehir belediyesine gönderilecek ve bu belediyeler içinde aslan payı İstanbul, Ankara ve İzmir Büyük Şehir Belediyelerine ait olacağından, ülkenin her tarafında belediye hizmetlerinin bazılarının fiilen verilememesi söz konusu olacaktır.
Öte yandan 2014 yılı için 199,500 Milyon TL olarak hedeflenen Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki[115] artış % 27 gibi rekor bir artıştır. Bu haliyle Cumhurbaşkanlığının bütçesi Diyarbakır ve Eskişehir Büyükşehir Belediyelerine Genel Bütçe’den ayrılan payların toplamından fazladır. 104 kamu üniversitenin sayı olarak 70’inin (% 67) 2014 yılı ödeneği Cumhurbaşkanlığı’nın ödeneğinin altında kalmaktadır. Cumhurbaşkanlığı için yaklaşık 5 yeni üniversiteye ayrılan toplam ödenek kadar bir ödenek ayrılmıştır.
Hükümet bu yıl da Bütçe’den en büyük payı eğitime ayırmakla övünse de gerçek durum bu değildir. Eğitime ayrılan pay açısından Milli Eğitim Bakanlığı’nın 55,7 milyar TL’lik payının[116] % 80’i personele (personel giderleri, sözleşmeli personel giderleri ve sosyal güvenlik primleri), sadece % 8’i mal ve hizmet alımlarına ve % 8’i yatırımlara ayrılmıştır. Eğitime dönük harcamalardaki son yıllardaki artışın nedeni daha ziyade eksik öğretmen ve okul ihtiyacıdır.
Eğitime yaklaşım açısından bu bütçenin bir diğer özelliği anadilinde eğitim ihtiyacını görmezden gelmesidir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan ve diğer bazı bakanlıklarla kıyaslandığında üç dört küçük bakanlığın toplam bütçesinden fazla bir bütçe içinde nasıl ki Aleviler için her hangi bir kaynak ayrılması söz konusu değilse, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinde de Kürtler için, ana dilinde eğitim için her hangi bir kaynak ayrılmamıştır.
Bunun yerine, “ana dilinde eğitim özel okullara havale edilerek büyük mücadelelerle üretilmiş anadil hakikati bir takım mülk sahibi seçkinlerin özel alanda yapacakları bir müşteri seçimi muamelesine tabi tutulmuştur. Bu yolla Cemaatlere yeni rant alanları sağlanırken, yoksul Kürtler cemaatin “hayırsever müteşebbis teşkilatların(a) ve vakıfların merhametine bırakılacaktır. Çevik ve parlak olanları Türkçe’nin yanında Kürtçe eğitim veren bu misyon sahibi okullarda yemekli-yataklı-burslu okuyarak devşirilecek, kendilerini gönülleri fethetmeye adamış bu misyoner şirketler çok ciddi kazançlar gütmeksizin asi Kürtlerin ruhlarına ve bedenlerine İslami kardeşlik üfleyerek milli ve kutsal hizmetlerini sabırla icra edebilecektir”[117].
En hızlı özelleştirme ve ticarileştirmeye tabi tutulan alanların başında gelen sağlık hizmetlerinde ise, kamusal sağlık harcamaları savunma bütçesinin çok altında, bütçe dışı kaynaklar da göz önüne alınırsa, savunma harcamalarının yarısı düzeyinde kalmaktadır. Kendi içinde ise Sağlık Bakanlığı’na ayrılan pay çok küçük bir azınlığı oluştururken, asıl olarak özelleştirmelerin gerçekleştirilmekte olduğu Kamu Hastaneleri Kurumu ve T. Halk Sağlığı Kurumu’na ayrılan pay aslan payını oluşturmaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığının Bütçesi Savunma Bakanlığı Bütçesinin sadece % 7’si kadardır.
Gelirler Yönüyle 2014 Bütçesi
2014 Bütçesi gelirleri yönünden de sermayeyi kollayan bir bütçedir.Tablo2’den görüleceği gibi 2014 Bütçesi’nde öngörülen harcamaların finansmanı ağırlıklı olarak (% 86) vergiler ile yapılacaktır. Bunun % 20’si Gelir Vergisi, % 10’u Kurumlar Vergisinden (dolaysız vergiler) kalan büyük çoğunluk ise KDV ve ÖTV’den (dolaylı vergiler) oluşacaktır[118]. Yani 2014 yılında da vergiler ağırlıklı olarak KDV ve ÖTV biçiminde emekçi sınıflardan, halktan toplanacaktır. Nitekim 2013 yılında KDV ve ÖTV gelirlerindeki artış ortalama % 25 olmuştur. Bu durum devlet eliyle gerçekleştirilen neo liberal piyasacı dönüşümün, otoriterleşme ve muhafazakârlaşmanın finansmanının asıl olarak halktan toplanan vergilerle gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Tablo 2: 2014 MYB gelirlerinin dağılımı
Toplam Gelirler | 403,2 Milyar TL ( artış % 4,1) |
Vergi Gelirleri | 348,4 Milyar TL (artış %7,1) |
Gelir Vergisi | 70,8 Milyar TL ( artış % 12) |
Kurumlar Vergisi | 31,1 Milyar TL ( artış % 7 ) |
Katma Değer vergisi (KDV) | 104,4 Milyar TL ( artış % 4.4) |
İthalde Alınan KDV | 39,6 Milyar TL (artış % 10) |
Dahilde Alınan KDV | 64,8 Milyar TL ( artış % 6) |
Özel Tüketim vergisi (ÖTV) | 89,4 Milyar TL ( artış % 8 ) |
(Kaynak: T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, Ankara, 2013)
ÖTV, KDV gibi vergiler göreli olarak daha adaletsiz vergilerdir. Çünkü sırasıyla; bu tür vergiler geniş yığınların kullandığı her türlü mal ve hizmet üzerinden alınırlar. Genelde bu vergilerde muafiyetlere yer verilmez ve artan oranlı olarak düzenlenmezler, halkın üzerinde kalırlar. Bu vergiler regresifler, yani petrol ve sigaradan alınan ÖTV’de olduğu gibi düşük gelirliler bu yükü daha ağır, yüksek gelirliler ise daha hafif hissederler. Kolayca yansıtılırlar, yani yasal mükellefler vergiyi tüketicilere yansıtırlar. Enflasyon arttığında bu vergiler de arttığından enflasyonun arttığı dönemlerde halkın üzerindeki yük daha da artar. Son olarak Türkiye’de bu vergilerin uygulaması ile çarpıklıklar söz konusudur. Örneğin et, süt, eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal hizmetlerde KDV oranı % 8 iken pırlanta, elmas vb kıymetli taşlar ve külçe altın, KDV’den istisna tutulmuştur (sıfır vergi)[119].
İkinci olarak vergi gelirlerinin üçte birini oluşturan dolaysız vergilerin yükü de emekçilerin sırtındadır. Örneğin vergi gelirlerinin beşte birini (% 20), dolaysız vergilerin üçte ikisini oluşturan gelir vergisinin bileşenlerine bakıldığında bu verginin % 91’inin stopaj (kaynakta kesme), % 5,6’sının beyanname ve binde 6’sının basit usulle toplandığı görülecektir. Stopajın % 68’i ücret stopajlarından gelecektir (Ekler: Tablo 3). Böylece dolaysız vergilerin üçte ikisini oluşturan gelir vergisinin de en az üçte ikisi emekçiler tarafından ödenecektir. Diğer taraftan kâr payı, faiz ve kira geliri gibi sermaye geliri elde eden ve sayıları 1,8 milyonu bulan beyannameli mükellefin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı sadece % 1 ve 750.000 civarında Basit Usul’e tabi esnafın ödediği vergilerin payı ise binde 1 civarındadır[120].
Sermaye sahiplerinin vergi yükünün bu denli düşük olmasının nedenlerinin başında ise sadece kendilerinin faydalandığı vergi kaçırma imkânı, vergi afları ve vergi uzlaşmaları ve yaygın muafiyetler, istisnalar, vergi indirimleri ve ertelemeleri (vergi harcamaları) gelmektedir. Nitekim AKP Hükümetleri döneminde birden fazla vergi affı çıkartılmıştır. Maliye Bakanlığı ile büyük çaplı vergi mükellefleri arasında 2010 yılında yapılan uzlaşmaların sonucunda vergi aslının % 92’sinden ve vergi cezalarının % 99,9’undan vaz geçilmiştir[121]. Ayrıca sermaye sahibi sınıfların ve servet zenginlerinin yararlanmış oldukları kapsamlı muafiyet, istisna, erteleme ve indirimler mevcuttur. Bu vergi matrahını daraltıcı uygulamalar vergiyi azaltmakta, verginin yükünü bu uygulamalardan yararlanamayanlar üzerine kaydırmaktadır. Örneğin ayda sadece ortalama 100 TL civarında bir asgari geçim indiriminden yararlanabilen ücretli emekçiler, sermayenin ödemediği bu vergilerin de yükünü taşımaktadırlar. Diğer taraftan sermaye geliri elde edenler çok sayıda harcama kalemini gider yazabilmekte, böylece vergi matrahını küçültebilmekte, son derece cazip muafiyet, istisna, indirim ve ertelemeden yararlanabilmekte (örneğin enflasyon indirimi) ve hatta geriye dönük vergi iadesi dahi alabilmektedirler.
Sermaye sahipleri aynı zamanda yaptıkları bazı bağışları matrahtan indirerek hem vergilerini azaltmakta hem de kendilerine hak etmedikleri bir itibar da sağlamaktadırlar. Örneğin “fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ve vakıflara, bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı gider olarak yazılabilmektedir”[122]. Yapılan bu yardımlar, ayrıca KDV’den de istisna tutulmaktadır[123]. Gıda bankacılığı yapan dernek ve vakıfların büyük bir kısmı ise Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Deniz Yıldızı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Hızır Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, İnsan Eğitimi Kültür ve Eğitim Vakfı örneklerinde olduğu gibi tarikat ve cemaatlerle bağlantılıdır. Yoksul vatandaşlara gıda, yakacak, giyecek dağıtan bu tür dernek ve vakıflara yapılan yardımların tamamının elde edilen gelirden düşülebilmesi, yapılan bağışlara “büyük bir vergi avantajı” sağlamaktadır. Siyasal iktidar bu tür dernek ve vakıflar üzerinden de siyaset yapmaktadır. Ayrıca 2012 yılında yapılan bir düzenleme ile din eğitimi veren tesis yapanlar ve kuran kursu açanlar bu işlere dönük harcamalarını Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahından düşebilecek[124], evli ve 3 çocuklu asgari ücretliden gelir vergisi alınmayacaktır[125]. Oy alma kaygısı ile yapılan bu düzenlemelerin sonucunda azalan vergi gelirlerinin yine ücretli emekçiden halktan ÖTV, KDV ya da petrol, elektrik ve doğal gaz fiyatlarına zam olarak karşılanacağı bir gerçektir.
Yani Türkiye’de vergilemenin işçi sınıfı ve emekçilere doğru yeniden bölüşüm ve kalkınma gibi amaçlarla bağı iyice kopartılmış, vergileme, sadece kapsamı daraltılan devletin neo-liberal dönüşümleri sağlamaya dönük faaliyetlerinin finansmanıyla sınırlı tutulmuş ve neo-liberal vergileme politikaları altında teşvik ve sübvansiyonlarla sermayenin üzerindeki görünen vergilerin yüküiyice emekçilerin üzerine kaydırılırmıştır.
Bu süreç otuz yıl öncesinden başlatılmış olsa da AKP Hükümetleri ile geçen son 10 yılda çok daha hızlı ve açıktan ilerletilmiştir. Artan oranlı gelir vergisi tarifesi düzleştirilmiş, basamak sayısı 6’dan 4’ e indirilmiş ve en zenginlere uygulanan gelir vergisi üst dilimi % 45’den % 35’e düşürülmüştür. Ücretliler lehine 5 puan indiriminden vazgeçilmiştir. Özel indirim uygulamasına son verilerek daha ziyade işverenlerin işine yarayan “asgari geçim indirimi” uygulamasına geçilmiştir. “Nereden buldun” uygulamasına son verilerek büyük servet sahiplerine servetlerinin kaynağı konusunda sorgulama yapılabilmesi imkânsız hale getirilmiştir. Kurumlar vergisi oranı % 33’den % 20’ye düşürülerek sermayenin vergisi daha da azaltılmıştır. Böylece düşük ücretli, örgütsüzleştirilmiş, güvencesiz ve esnek emek stratejisine uygun olarak verginin yükünün bütünüyle emekçilerin sırtına bindirilmesiyle Türkiye dünyanın en adaletsiz vergi sistemine sahip ülkelerinden biri haline gelmiştir.
Öyle ki ücretli bir emekçinin üzerindeki vergi yükü, net ücretinin % 70’i ve brüt ücretinin % 50’sidir. Yani 846 TL civarında bir net asgari ücret ile geçinmek ve ailesini geçindirmek zorunda kalan bir işçinin yıllık ödediği vergi, prim, fon tutarı 5000 TL’yi aşmaktadır(Ekler: Tablo 4). Buna karşılık bu rakamın onda birini ödemeyen çok sayıda sermaye sahibi mevcuttur. Kar payı ya da temettü biçiminde sermaye geliri elde eden sermayedarlar üzerindeki yük ise % 26’dır. Bu oranın son 10 yılda % 45’lerden bu noktaya çekildiği unutulmamalıdır (Ekler:Tablo 5).
Sermaye şirketleri üzerinden alınan Kurumlar Vergisinin resmi oranı % 20 olmasına rağmen, Türkiye’nin en büyük bankaları ve şirketlerince efektif olarak bu verginin oranı % 1-2’lere hatta bindelere kadar çekilebilmektedir (Ekler:Tablo 6 ve 7). Esnaf ve sanatkârların 2011 yılındaödediği yıllık ortalama vergi miktarı ise 78 TL ile 1783 TL arasında değişmektedir (Ekler: Tablo 8).
Yararlanılan Kaynaklar
Bailey, Stephen J., Public Sector Economics,2nd Edt., Palgrave, 2002.
Becker, G. S. “A Theory of Competition Among Pressure Groups for Political Influence”, Quarterly Journal of Economics, 1983, 98 /3.
Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908–2005, 10.Baskı, İmge Kitabevi, 2006.
Buchanan, J.M. and Tulloch, G., The Calculus of Consent, University of Michigan Press, Ann Arbor, 1962.
Devine, James, “Taxation without Representation: A Reconstruction of Marx’s Theory of Capitalist Exploitation”, 2002, http://myweb.lmu.edu.
“CHP’li Öztrak Bank Asya’yı sordu”, BirGün Gazetesi, 20.01.2014.
Downs, A., An Economic Theory of Democracy, Harper and Row, New York, 1957.
Durmuş, Mustafa, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, 2013.
Engels, Friderich, Anti-Dühring, Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1877/anti-duhring/index.htm.
Engels, Friderich, The Origin of the Family, Private Property and the State, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1884/origin-family/index.htm.
Engels, Friderich, On the 20th Anniversary of the Paris Commune, 1891 Introduction to The Civil War in France, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1871/civil-war-france/postscript.htm
Eroğul, Cem, “Karl Marx- Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu, Yordam Kitap, 2013.
Eser, Turan, “Bütçe Adaletsizliği”, BirGün Gazetesi, 17.12.2013.
Farmer, Jack, “States and capital, the banks and the bailouts”,http://www.socialistreview.org.uk.,July 2012.
Faulkner, Neil, “Introduction to Lenin’s State and Revolution”, http://www.counterfire.org, 30 December 2012.
Gelir İdaresi Başkanlığı, Faaliyet Raporları.
Gelir Vergisi Kanunu, Md. 40/10, 89/6
Gindin S. and L. Panitch, “The State and the Making of Global Capitalism”, New Left Project, 03 June, 2013.
Hannel, Robin, “Against the market economy”, Monthly Review, Vol. 59, No.8, January 2008, http://monthlyreview.org, 01January.2008.
Harman, Chris, “The state and capitalism today”, International Socialism, 2(51), Summer 1991, http://www.isj.org.uk.
Heinrich, Michael, An Introduction to the Three Volumes of Karl Marx’s Capital, MR Press, 2004, s. 201.
Howard, Michael, Public Sector Economics for Developing Countries, University of West Indies Press, Jamaica, 2001.
Hürriyet Gazetesi, 24.05.2012.
https://portal.muhasebat.gov.tr.
Humphrys, Elizabeth, “Within or Against the State?”, http://jacobinmag.com, 08.07.2013.
Hunt, E.K., İktisadi Düşünce Tarihi, (Çeviren Müfit Günay), 2. Baskı, Dost Kitabevi, 2009.
Jessop, Bob, “Global Capitalism and State Theory”, New Left Project,http://brechtforum.org., 10.11.13.
Kapusuz, Nazır, “Kıdemle Alıp Sadaka İle Vermek: İktidarın İstihdam (Nüfus) Stratejisi”, http://www.toplumsol.org, 14.11.2013.
Kar, Dev and LeBlanc, Brian, Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2002–2011, Global Financial Integrity, www.gfintegrity.org, December 2013.
Katma Değer Vergisi Kanunu Md.17.
Keynes, John Maynard, The General Theory of Employment, Interest and Money, Macmillan Cambridge University Press, 1936.
Langdana, Farrokh K., Macro Economic Policy, Demysitfying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers, Boston, Dordrecht, London, 2002.
Lenin,V.I., The State and Revolution,The Marxist Theory of the State and the Tasks of the Proletariat in the Revolution, 1918, Preface to the First Edition, http://marxists.org/archive/lenin/works/1917/staterev/preface.
Lukács, György, Tarih ve Sınıf Bilinci, (Çev. Yılmaz Öner), Belge yayınları, 1967.
Maliye Bakanı M. Şimşek’in 2014 MYB Sunuş Konuşması– TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu, Ankara, 22 Ekim 2013.
Marx, Karl, The Class Struggles in France, 1848–1850), Part I: The Defeat of June 1848, www.marxists.org/archive.
Marx, Karl, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, 1852, Marx/Engels Internet Archive,www.marxists.org.
Marx, Karl, The Third Address, May, 1871, “The Paris Commune” , The Civil War in France, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1871/civil-war-france/ch05.htm.
Marx, Karl, Critique of the Gotha Programme, 1875, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha.
Marx, Karl, Kapital 1. Cilt, (Çevirenler: Mehmet Selik, Nail Satlıgan), Yordam Kitap, 2011, Bl. 24: İlkel Birikim, Sanayici Kapitalistin Doğuşu.
Marx, Karl, Deutsche-Brüsseler-Zeitung, No. 92, 18, Kasım 1847.
Marx, Karl ve Engels, Friderich, Siyasi Yazılar, (Çeviren: Ahmet Fethi), Hil Yayın, 2004.
McGuire, M.C. “An Econometric Model of federal grants and local fiscal response”, Financing the New Federalism (Edt. Oates, W.E.), John Hopkins University Press, Baltimore, 1975.
Molyneux, John, Capitalism versus Democracy, http://www.socialistreview.org.uk January 2012.
Moore, Stanley W., Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı (Çeviren: Ahmet C. Aytulun), Teori yayınevi, İstanbul, 1976.
Musgrave, Richard and Musgrave, Peggy, Public Finance in Theory and Practice, McGraw –Hill-Kogakusha Ltd, London, 1980.
Niskanen, W.A., Bureaucracy and Representative Government, Adline-Atherton, Chicago, 1971.
O’Connor, James, The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York, 1973.
Öngider, Seyfi, Radikal Gazetesi, 11.12.2011.
Smith, Adam, Milletlerin Zenginliği (Beşinci Kitap) (Çevirenler: Haldun Derin, Gülten Kazgan), Türkiye İş Bankası Yayınları, IV. Baskı 2010.
soL Haber Portalı (http://haber.sol.org.tr), 27. 05,2012.
Stiglitz, Joseph E., Economics of the Public Sector, 3rd Edt., W.W. Norton & Company, New York/London, 2000.
Tanzi, V., Schuknecht,L., Public Spending in the 20th Century, A Global Perspective, Cambridge University Press, 2000.
T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, SYGM, 2011 Yılı Faaliyet Raporu, Ankara, Nisan 2011.
T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, Ankara, 2013.
T.C. Maliye Bakanlığı, Muhasebat Genel Müdürlüğü, www.muhasebat.gob.tr.
T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2012 Yılı Dış denetim Genel Değerlendirme Raporu, Ankara, Eylül 2013.
T.C. Sayıştay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı 2012 Yılı Denetim Raporu, Ankara, Eylül 2013.
T.C. Sayıştay Başkanlığı, Genel Uygunluk Bildirimi, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi, Ankara, Eylül 201.
Wolff , Rick, “A Tale of Two Lootings”, http://brechtforum.org, 03.08.2011.
EKLER
Tablo 3: Gelir vergisi tahsilatının detayları
Yıllar | Beyana Dayanan Gelir Vergisi (%) | Basit Usulde Gelir Vergisi (%) | Gelir Vergisi Tevkifatı (%) | GVK Göre Alınan Geçici Vergi (%) | Ücretlilerin Ödediği Gelir Vergisi (%) |
2001 | 4,28 | 0,23 | 93,7 | 1,8 | 35,1 |
2002 | 6,58 | 0,30 | 91,1 | 2,4 | 40,4 |
2003 | 6,71 | 0,22 | 90,2 | 3,2 | 42,6 |
2004 | 6,07 | 0,35 | 89,7 | 4,0 | 59,2 |
2005 | 5,63 | 0,51 | 90,1 | 3,9 | 68,7 |
2006 | 5,12 | 0,57 | 90,9 | 3,4 | 56,6 |
2007 | 4,37 | 0,57 | 91,96 | 3,09 | 55,13 |
2008 | 4,76 | 0,55 | 91,60 | 3,10 | 52,44 |
2009 | 5,17 | 0,64 | 91,27 | 2,92 | 54,62 |
2010 | 5,09 | 0,66 | 91,27 | 2,98 | 68,55 |
2011 | 5,65 | 0,61 | 90,82 | 2,91 | 67,83 |
(Kaynak: Muhasebat Genel Müdürlüğü, www.muhasebat.gob.tr, Gelir İdaresi Başkanlığı Faaliyet Raporları)
Tablo 4: Ücretler üzerindeki vergi yükü
Ortalama Ücret (2012) | Asgari Ücret 2013/I. Dönem | |
1. Brüt Ücret | 2.000,00 TL | 978,60 TL |
2. Sigorta Primi İşçi Payı (1 x 0,14) | 280,00 TL | 137,00 TL |
3. İşsizlik Sigortası Primi İşçi Payı (1 x 0,01) | 20,00 TL | 9,79 TL |
4. Gelir Vergisi Matrahı [1-(2+3)] | 1.700,00 TL | 831,81 TL |
5. Ödenecek Gelir Vergisi (4 x 0,15) | 255,00 TL | 124,77 TL |
6. Damga Vergisi (1 x 0,0066) (2013 yılı için 0,00759) |
13,20 TL | 7,43 TL |
7. Ücretli üzerinden yapılan doğrudan kesintiler toplamı (2+3+5+6) | 568,20 TL | 278,99 TL |
8. Net Ücret (1-7) | 1.431,80 TL | 699,61 TL |
9. SSK İşveren Payı (1 x 0,195) | 390,00 TL | 190,83 TL |
10. İşsizlik Sigortası Primi İşveren Payı (1 x 0,02) | 40,00 TL | 19,57 TL |
11. İşveren üzerinden yapılan dolaylı kesinti toplamı (9+10) | 430,00 TL | 210,40 TL |
12. Kesinti toplamı (7+11) | 998,20 TL | 489,39 TL |
13. Toplam kesinti / Brüt ücret (12/1) (%) | 49,91 | 50,01 |
14. Toplam kesinti / Net ücret (12/8) (%) | 69,72 | 69,95 |
(Kaynak: GİB verilerinden kendi hesaplamalarımız)
Tablo 5: Kâr payı geliri üzerindeki vergi yükü
2013 | |
1. Kurumlar vergisi matrahı | 100.000 TL |
2. Kurumlar vergisi (%20) | 20.000 TL |
3. Dağıtılacak kar (1-2) | 80.000 TL |
4. Gelir vergisi tevkifatı (3 x 0,15) | 12.000 TL |
5. Dağıtılacak net kar (3-4) | 68.000 TL |
6. İstisna tutulan kısım (elde edilen kar payının yarısı) (3 x 0,50) | 40.000 TL |
7. Beyan edilecek kısım (elde edilen kar payının yarısı – gelir vergisi matrahı) (3–6) | 40.000 TL |
8. Hesaplanan gelir vergisi | 8.445 TL |
9. Kurum bünyesinde tevkif edilen verginin mahsubu (9=4) | 12.000 TL |
10. Ödenecek gelir vergisi (8-9) | -3.555 TL |
11. Ödenecek toplam vergi (2+4+8-9+10) | 24.890 TL |
12. Toplam vergi yükü (%) | 26,10 |
(Kaynak: GİB verilerinden kendi hesaplamalarımız)
Tablo 6: Bankalar üzerindeki efektif vergi yükü (2011)
Milyon TL | AKBANK | GARANTİ | İŞBANK | YAPI KREDİ | HALK BANK | FİNANS
BANK |
VAKIF BANK |
GELİR | 10,179 | 10,484 | 10,898 | 7,156 | 7,279 | 4,648 | 6,501 |
MATRAH | 3,205 | 3,908 | 3,298 | 2,355 | 2,637 | 1,182 | 1,575 |
VERGİ | 0.670 | 392 | 296 | 421 | 367 | 231 | 374 |
EFEKTİF VERGİ ORANI | % 6,6 | 0.03,7 | 0.02,7 | 0.05,9 | 0. 05 | 0.05 | 0. 05,7 |
(Kaynak: Bankaların 2012 yılı bilançolarından kendi hesaplamalarımız)
Tablo 7: Büyük şirketler üzerindeki efektif vergi yükü (2011)
Milyon TL | TÜRKCELL | TÜRK TELEKOM | SABANCI H. | ENKA H. | KOÇ H. | TÜPRAŞ | BİM | ARÇELİK |
GELİR | 9,370 | 11,941 | 19,771 | 8,415 | 69,767 | 41,386 | 8,189 | 8,437 |
MATRAH | 1,626 | 2,609 | 4,270 | 1,154 | 4,708 | 1,542 | 359 | 646 |
VERGİ | 486 | 734 | 770 | 178 | 796 | 258 | 77 | 74 |
EFEKTİF VERGİ ORANI | 0. 05.2 | 0.06,1 | 0.07 | 0. 02 | 0.01,1 | 0. 006 | 0.009 | 0.008 |
(Kaynak: Şirketlerin 2012 yılı bilançolarından kendi hesaplamalarımız)
Tablo 8: Meslek dallarına göre sınıflandırılmış esnaf ve sanatkârların* 2011 yılında ödedikleri ortalama gelir vergisi tutarı
Sıra No. | Meslek | İşyeri sayısı | Ödenecek olan vergi (TL) | Ortalama işyeri başına düşen vergi
(TL) |
1. | Bakkallık, Bayilik, Büfecilik | 242.055 | 64.766.105,72 | 267,6 |
2. | Minibüsçülük | 135.939 | 29.983.765,89 | 220,5 |
3. | Kahvecilik, Kıraathanecilik, İnternet Kafe İşletmeciliği | 116.551 | 23.831.969,83 | 204,5 |
4. | Nakliyecilik ve nakliyat komisyonculuğu | 106.073 | 8.270.308,40 | 77,9 |
5. | Kadın ve Erkek Kuaförlüğü | 91.851 | 5.794.279,10 | 63,1 |
6. | Taksicilik | 83.887 | 19.863.905,17 | 236,8 |
7. | Kamyonculuk, Kamyonetçilik | 82.760 | 109.810.986,44 | 1.326,8 |
8. | Pazarcılık | 63.022 | 6.703.462,11 | 106,4 |
9. | Lokantacılık (Kebap, Köfte, Döner…) | 56.080 | 40.547.301,51 | 723,0 |
10. | Servis Aracı İşletmeciliği | 51.648 | 25.971.712,97 | 502.8 |
11. | Şoförlük | 37.093 | ||
12. | Otobüsçülük | 36.776 | 8.422.712,61 | 229,0 |
13. | Tuhafiyecilik | 35.673 | 10.982.061,79 | 307,9 |
14. | Konfeksiyon İmal ve Satıcılığı | 33.924 | 59.469.660,14 | 1.753,0 |
15. | Kır Kahvesi, Çay Bahçesi, Çay Ocağı, Piknik ve Dinlenme Yeri İşletmeciliği | 25.316 | 22.732.058,46 | 897,9 |
16. | Oto Motor Tamirciliği | 22.615 | 5.521.416,14 | 244,1 |
17. | Fırıncılık | 21.778 | 12.261.100,58 | 563,0 |
18. | Terzilik | 21.525 | 4.035.438,87 | 187,5 |
19. | Mobilya İmal ve Satıcılığı | 21.496 | 29.973.175,32 | 1.394.4 |
20. | Marangozluk ve Dülgerlik | 20.959 | 6.287.985,54 | 300,0 |
*Yukarıdaki 20 meslek kolunda faaliyet gösteren 1.307.021 esnaf ve sanatkâr toplam esnaf ve sanatkârların yaklaşık yüzde 65’ini oluşturmaktadır.
(Kaynak: Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, ESBİS, Gelir İdaresi Başkanlığı, www.gib.gov.tr)
ı’na ayrılan 21,8 milyar TL’lik bütçe ödeneği toplam askeri harcamaların yaklaşık sadece % 89’şturuyor.
[1] Baskı öncesinde bu çalışmayı titiz bir biçimde okuyup, önerilerde bulunan sevgili N. Kurul ve M. Kâhya’ya katkılarından ötürü teşekkür ederim.
[2]Karl Marx, “The Class Struggles in France, 1848–1850), Part I: The Defeat of June 1848”, www.marxists.org/archive.
[3] Cem Eroğul, “Karl Marx- Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu, Yordam Kitap, 2013, s. 129, 158–161.
[4]György Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner), Belge Yayınları, 1967. s. 26.
[5] Eroğul, agm, s. 131.
[6] Bu çalışmanın amacı devlet- sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri bütçe üzerinden çözümlemek olduğundan burjuva devlet teorilerinin sadece iktisadi çözümlemelere dayalı olanları burada ele alınmıştır. Yoksa burada sözü edilmeyen çok sayıda teori ya da yaklaşım söz konusudur.
[7] Mill ve Nassau Senior’a atfen Joseph E. Stiglitz, Economics of the Public Sector, 3rd Edt., W.W. Norton & Company, New York/London, 2000, s. 6.
[8] Bu konuda bkz. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği (Beşinci Kitap) (Çevirenler: Haldun Derin, Gülten Kazgan), Türkiye İş Bankası Yayınları, IV. Baskı 2010, s. 767–1090.
[9] E.K. Hunt, İktisadi Düşünce Tarihi, (Çeviren Müfit Günay), , İkinci Baskı, Dost Kitabevi, 2009, s. 318–319.
[10] Stephen J. Bailey, Public Sector Economics,2nd Edt., Palgrave, 2002, s. 50.
[11]Friedman, Milton and Rose Friedman, Free to Choose: A Personal Statement , New York: Harcourt, Brace, Jovanovich, 1980’ den aktaran James Devine, “Taxation without Representation: A Reconstruction of Marx’s Theory of Capitalist Exploitation”, 2002, http://myweb.lmu.edu.
[12] A. Downs, An Economic Theory of Democracy, Harper and Row, New York, 1957.
[13] M.C. McGuire, “An Econometric model of federal grants and local fiscal response”, Financing the New Federalism (Edt. Oates, W.E.), John Hopkins University Press, Baltimore, 1975.
[14] W.A. Niskanen, Bureaucracy and Representative Government, Adline-Atherton, Chicago, 1971.
[15] Niskanen, agk.
[16] G. S. Becker, “A Theory of Competition Among Pressure Groups for Political Influence”, Quarterly Journal of Economics, 1983, 98 /3.
[17] Becker, agm.
[18] J.M. Buchanan and G. Tulloch, The Calculus of Consent, University of Michigan Press, Ann Arbor, 1962.
[19] Michael Howard, Public Sector Economics for Developing Countries, University of West Indies Press, Jamaica, 2001, s. 44- 53.
[20] Kapitalist devletlerin 2008 krizi sonrasında uyguladıkları ekonomi politikalarının sınıfsal içeriği için bkz. Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, 2013.
[21] John Maynard Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, Macmillan Cambridge University Press, 1936.
[22] Farrokh K. Langdana, Macro Economic Policy, Demysitfying Monetary and Fiscal Policy, Kluwer Academic Publishers, Boston, Dordrecht, London, 2002, s. 168–173.
[23] Richard Musgrave and Peggy Musgrave, Public Finance in Theory and Practice, McGraw –Hill-Kogakusha Ltd, London, 1980. s. 62–74; 88- 105; 589–713.
[24] Neil Faulkner, “Introduction to Lenin’s State and Revolution”, http://www.counterfire.org, 30 December 2012.
[25] V.I. Lenin, The State and Revolution, The Marxist Theory of the State and the Tasks of the Proletariat in the Revolution, 1918, Preface to the First Edition, http://marxists.org/archive/lenin/works/1917/staterev/preface.
[26] F. Engels, Anti-Dühring, Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science,http://www.marxists.org/archive/marx/works/1877/anti-duhring/index.htm ve F. Engels, The Origin of theFamily, Private Property and the State, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1884/origin-family/index.htm.
[27] Lenin, The State and Revolution, agk.
[28] Faulkner, agm.
[29] V. Tanzi, L. Schuknecht, Public Spending in the 20th Century, A Global Perspective, Cambridge University Press, 2000.
[30]Michael Heinrich, An Introduction to the Three Volumes of Karl Marx’s Capital, MR Press, 2004, s. 201.
[31] Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı (Çeviren: Ahmet C. Aytulun), Teori yayınevi, İstanbul, 1976, s.21–22.
[32]Heinrich, agk., s. 201.
[33]Faulkner,agm.
[34]Jack Farmer, States and capital, the banks and the bailouts, July 2012, http://www.socialistreview.org.uk.
[35] Kapital’den aktaran Moore, agk., s. 27-29.
[36] John Molyneux, “Capitalism versus Democracy”, http://www.socialistreview.org.uk, January 2012.
[37]Molyneux, agm.
[38] Robin Hannel, “Against the market economy”, Monthly Review, Vol. 59, No.8, January 2008,
http://monthlyreview.org., 01January.2008.
[39] Molyneux, agm.
[40]Molyneux, agm.
[41]Molyneux, agm.
[42] Moore, agk., s. 35-37.
[43] Friderich Engels, On the 20th Anniversary of the Paris Commune, 1891 Introduction to The Civil War in France, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1871/civil-war-france/postscript.htm ve K. Marx, The Third Address, May, 1871, “The Paris Commune” , The Civil War in France, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1871/civil-war-france/ch05.htm
[44] Karl Marx, The Third Address, agk. Ve Karl Marx, Critique of the Gotha Programme, 1875, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha.
[45] Eroğul, agm., s. 136
[46] Engels, Anti-Dühring, agk. Chapter 2.
[47] Faulkner, agm.
[48] Heinrich, agk., s. 200.
[49] Moore, agk., s. 48-49.
[50] Moore, agk., s. 59-50.
[51] Chris Harman, “The state and capitalism today”, International Socialism,. 2(51): 3–57, Summer 1991, http://www.isj.org.uk.
[52]Farmer, agm.
[53] Karl Marx, Kapital 1. Cilt, (Çevirenler: Mehmet Selik, Nail Satlıgan), Yordam Kitap, 2011, Bl. 24: İlkel Birikim, Sanayici Kapitalistin Doğuşu, s. 718–719.
[54] Moore, agk., s. 39.
[55] Engels, Anti- Dühring., agk.
[56] Farmer, agm.
[57] James O’Connor, The Fiscal Crises Of the State, St.Martin’s Press, New York, 1973,1,4 ve 6’ıncı bölümler.
[58] Türkiye’de devletin ekonomik alt yapı ve sermaye ile olan ilişkisi açısından bkz. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi1908–2005, 10.Baskı, İmge Kitabevi, 2006.
[59] O’Connor, agk., 2. Baskı, 4’üncü bölüm, s.97-124.
[60] Türkiye’de, örneğin, Sosyal Güvenlik Kurumu’na aktarılan pay 2014 yılında 64 milyar TL, yani bütçenin % 18’ine denktir. Daha ziyade emekliler ve çalışanların bakmakla yükümlü oldukları ailelerinin sağlık ve sosyal güvenliği için aktarılan bu kaynak burjuvazinin itirazına neden olmaktadır.
[61] O’Connor, agk.
[62] Harman, agm.
[63] Harman, agm.
[64] Engels’ten aktaran Moore, agk., s. 55-59.
[65] Engels’ten aktaran Moore, agk., s. 54.
[66] Harman, agm.
[67] “CHP’li Öztrak Bank Asya’yı sordu”, BirGün Gazetesi, 20.01.2014.
[68] Dev Kar and Brian LeBlanc, Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2002–2011, Global Financial Integrity, www.gfintegrity.org, December 2013.
[69] S. Gindin and L. Panitch, “The State and the Making of Global Capitalism”, New Left Project, 03 June, 2013.
[70] Elizabeth Humphrys, “Within or Against the State?”, http://jacobinmag.com, 08.07.2013.
[71] Bob Jessop, “Global Capitalism and State Theory”, New Left Project, 10.11.13, http://brechtforum.org.
[72] Jessop, agm.
[73] Gindin and Panitch, agm.
[74] Jessop, agm.
[75] Humphrys, agm.
[76] Humphrys, agm.
[77] Humphrys, agm.
[78] Karl Marx, Deutsche-Brüsseler-Zeitung No. 92, 18, Kasım 1847.
[79]Karl Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848–1850”, K. Marx, F. Engels, Siyasi Yazılar içinde (Çeviren: Ahmet Fethi), Hil Yayın, 2004, s. 73.
[80] Karl Marx, Friderich Engels, “Komünist Manifesto”, K. Marx, F. Engels, Siyasi Yazılar içinde agk., s. 48. Marx, 1875 tarihinde, Lassalle’in düşüncelerini yansıtan Gotha Programı’nı eleştirdiği, “Gotha Programının Eleştirisi” adlı mektubunda, programda yer alan artan oranlı gelir vergisi uygulanması talebini değerlendirirken, “vergilerin hükümet makinesinin ekonomik temeli olduğunu, başka bir şey olmadığını ve Gelir vergisinin ise kapitalist toplumu ön varsaydığını ileri sürer. Bkz. Marx, Gotha Programının Eleştirisi, K. Marx, F. Engels, Siyasi Yazılar içinde agk., s. 188-189.
[81]Karl Marx, “The Class Struggles in France, 1848–1850 “ve Karl Marx, “The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte”, 1852, Marx/Engels Internet Archive, www.marxists.org.
[82] O’Conner, agk. Bölüm 8: FinancingThe Budget: TheTax State
[83] Marx, The Class Struggles in France, agk.
[84]Marx, Kapital 1. Cilt, agk., s. 713–722
[85]“Zor, yeni bir sisteme gebe olan her sistemin ebesidir. Zor, başlı başına bir iktisadi güçtür”, Marx, agk., s. 719.
[86] Marx, Kapital 1. Cilt, agk., s. 723 .
[87]Rick Wolff , “A Tale of Two Lootings”, http://brechtforum.org, 03.08.2011.
[88] T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, Ankara, 2013, s. 37.
[89] T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2012 Yılı Dış denetim Genel Değerlendirme Raporu, Ankara, Eylül 2013, s. 3.
[90] Agr., s. 26.
[91] T.C. Sayıştay Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı 2012 Yılı Denetim Raporu, Ankara, Eylül 2013, s. 12.
[92] T.C. Sayıştay Başkanlığı, 2012 Yılı Dış denetim Genel Değerlendirme Raporu, Ankara, Eylül 2013, s. 33.
[93] T.C. Sayıştay Başkanlığı, Genel Uygunluk Bildirimi, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi, Ankara, Eylül 2013, s. 9.
[94] Agr., s. 15.
[95] Agr., s. 16.
[96] https://portal.muhasebat.gov.tr
[97] http://www.tepav.org.tr/tr/haberler
[98]Maliye Bakanı M. Şimşek’in 2014 MYB Sunuş Konuşması- TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu, Ankara, 22 Ekim 2013.
[99] Agk.,
[100] Tarım Kanunun “ Tarımsal desteklemelerin finansmanı “ başlıklı 21 inci maddesi.
[101] Maliye Bakanı M. Şimşek’in 2014 MYB Sunuş Konuşması agk.
[102] T.C. Maliye Bakanlığı, Sosyal Yardımlar, 2013, s. 25.
[103] T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, SYGM, 2011 Yılı Faaliyet Raporu, Ankara, Nisan 2011, s. 81.
[104] Nazır Kapusuz, “Kıdemle Alıp Sadaka İle Vermek: İktidarın İstihdam (Nüfus) Stratejisi”, http://www.toplumsol.org,14.11.2013.
[105] Agm,
[106] T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, agr., s. 146.
[107] Maliye Bakanı M. Şimşek’in 2014 MYB Sunuş Konuşması agk.
[108] T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, agr., s. 37.
[109] T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Bütçe Gerekçesi, Ankara, Ekim. 2013, s. 208.
[110] Agr.
[111] Turan Eser, Bütçe Adaletsizliği, BirGün Gazetesi, 17.12.2013.
[112] Seyfi Öngider, Radikal Gazetesi, 11.12.2011.
[113] T.C. Maliye Bakanlığı, Muhasebat Genel Müdürlüğü.
[114] Maliye Bakanı M. Şimşek’in 2014 MYB Sunuş Konuşması agk.
[115] T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, agr., s. 37.
[116] Agr., s. 37.
[117]Nazan Üstündağ, “AKP, BDP, HDP”, Nov 03 2013 ,http://www.jadaliyya.com
[118]T.C. Maliye Bakanlığı, 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunun Tasarısı ve Bağlı Cetveller, Ankara, 2013.
[119] 2014 yılında hazırlanan bir kanun tasarısı ile kıymetli taşlar, borsalarda işlem görmek üzere ithal edilirlerse, borsalara teslim edilirlerse ve yine borsada işlem görürlerse KDV istisnasından yararlanabilecekler. Yani kıymetli taşların tamamen KDV’ye tabi tutulması gibi bir durum söz konusu değilken, hali hazırda istisna olmaksızın % 20 ÖTV’ye tabi tutulan kıymetli taşlar Borsa’da işlem görüp görmeme durumuna göre düşük oranlı hatta % 0 ÖTV’ye tabi tutulabilecek.
[120] Muhasebat Genel Müdürlüğü, www.muhasebat.gob.tr, Gelir İdaresi Başkanlığı Faaliyet Raporları.
[121] Gelir İdaresi Başkanlığı, 2011 Yılı Faaliyet Raporu. BirGün gazetesinin 6 Ocak 2014 tarihli haber yorumunda (Aykut Erdoğdu) yandaş şirketlere ait 130 milyon TL’lik vergi borcu aslının “vergi uzlaşması yolu” ile 5 milyon TL’ye indirildiği belgeleriyle açıklandı. Bu şirketlerin içinde genelde TOKİ müteahhitleri ve alt yapı inşaat firmalarının ön planda.
[122] Gelir Vergisi Kanunu, Md. 40/10, 89/6
[123] Katma Değer Vergisi Kanunu Md.17.
[124] Hürriyet Gazetesi, 24.05.2012.
[125] soL Haber Portalı (http://haber.sol.org.tr), 27. 05. 2012.